DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

VEFATININ 40.YILINDA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ ANLAMAK

Bediüzzaman Hazretlerinin krolonojik hayatını herkes yazdığı için biz davasından, mücadelesinden bahsetmeyi daha uygun buluyoruz. Said Nursi Hazretlerinin davası anlaşılmazsa herkes kendi anlayış ve meşrebine uygun yorumlar getirir. Bu da Risale-i Nur’un tam anlaşılmamasına sebep olur.

Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i hayatında da yazıldığı gibi “bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyyet şartlarının en mühimmi feragattır. Üstad’ın bütün hayatı da feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.”

Aynı zamanda şefkat ve merhameti O’nu, insanların içine düştüğü imansızlık ve küfür bataklığından kurtarmak için kendisini cihad meydanına atmıştır.

Bediüzzaman Hazretlerinin mücadelesini tanıtan hadiseler vardır. Bunlardan birisi:

İNGİLİZ BAKANIN DEHŞETLİ PLÂNINA KARŞI BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN MUKABELESİDİR.

Bediüzzaman Hazretlerinin dinsizlik akımlarıyle mücadeleye başlamasına esas teşkil eden olaylardan biri de, o zamanın (1900 yılı) süper gücü olan İngiltere’nin Sömürgelerin mesul Bakanı Gladstone’un beyanatıydı. Bu bahis kendisinin Tarihçe-i Hayat kitabında şu şekilde anlatılmaktadır:

“Bediüzzaman, Van'da bulunduğu zamanlarda, vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa İslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van'daki ikameti esnasında, Alem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'an-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta:

Bu Kur'ân, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ânı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'ândan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

İşte bu müthiş haber, onda târifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzamanın, bu havadis üzerine:

"Kur'ânın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!"

diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.” (TARİHÇE-İ HAYAT:50)

SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN DECCAL TARİFİ

Bediüzzaman Hazretleri 1948 yılında Afyon Mahkemesinde Hakimlere hitaben aşağıdaki   hakikati beyan etmiştir:

“Hürriyetten bir sene evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonya'nın baş kumandanı, İslâm ülemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.

Ezcümle, bir hadîste: "Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında "Hâzâ kâfirun" yazılmış bulunur" diye hadîs var deyip benden sordular.

Dedim: "Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir."

Bu cevabdan sonra bunu sordular: "Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?"

Dedim: "Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek."

Sonra dediler: "Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?"

Ben de cevaben dedim: "Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama "eli deliktir" denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi' oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak."

Sonra birisi sordu ki: "O öldüğü zaman İstanbul'da Dikili Taş'ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü." O vakit ben dedim: "Telgrafla haber verilecek." Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim.

Sekiz sene sonra Dâr-ül Hikmet'te iken dedim: "Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek." Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye'cüc ve Me'cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar.” (Ş:358)

ŞERİ’ATA FEDA EDİLEN CANLAR

Meşhur ve menhus 31 Mart hadisesinde göstermiş olduğu cesaret ve hakkın müdafasından bir bahis:

“Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat istemişsin?...”

Bediüzzaman cevap verir: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!

Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcut olduğu halde: "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidalariyle ilerlemiştir. (TARİHÇE-İ HAYAT:60)”

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN İKİNCİ HİZMET HAYATI DEVRESİ

Üstadın hayatı, külli hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arzetmektedir.

Birincisi : Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van'daki ikameti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumiyeye iştiraki, Rusya'daki esareti, İstanbul'da Darülhikmetil-İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul'daki hizmeti, Ankara'ya gelerek ilk Meclis-i Meb'usandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van'a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi.. her biri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur'an hizmeti itibariyle ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.

İkincisi : Van'da inzivada iken Garba nefyedilip Isparta'nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki; "Risale-i Nurun zuhuru ve intişarıdır." Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniyye ve manevî cihad-ı diniyyedir.

Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde Osmanlı Hilafetinin inkıraz bulmasiyle insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istilâ ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve mânevî tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur'ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyete asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.” (TARİHÇE-İ HAYAT:27)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ ANLAMANIN DÜĞÜM NOKTASI

Said Nursi Hazretleri hakkında yazılan yazılarda ve tanıtımlarda pek nazara verilmeyen devre, 1922 yılı sonu Ankara’ya gitmesi ve orada karşılaştığı manzaradır. Üstad hazretlerinin hizmet hayatının düğümünü teşkil eden ve Hadislerde haber verilen müsbet ve menfi şahısların mücadelelerini ortaya koyan bu devre iyi bilinmelidir ki, hatlar iyice ayrılsın ve hak ve batıl tefrik edilebilsin. Yine Tarihçe’den bu devreyi anlatan bahis herşeyi apaçık ortaya koyuyor:

“Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mu'cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'ana istinad eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu.

Fakat, pek kuvvetli maniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu.

Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'anın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur.” (Tarihçe-i Hayat:145)

“M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın nurlariyle mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider.” (Tarihçe-i Hayat:147)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN REJİME BAKIŞI

Bir talebesinin rejim aleyhinde bulunması ve çalışması dolayısıyla sorulan suale verdiği cevapta şöyle demektedir:

“Kürd Âtıf, rejim aleyhinde çalışıyor. Demek onun muarızları, rejime dayandılar.

Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer'in (R.A.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasara'ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessisini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.” (K:265)

Hazret-i Üstad açıkça bu rejimi kabul etmediğini ve amel etmediğini beyan etmiştir. Fakat fiilen ilişme tarzına ise, Risale-i Nur izin vermiyor diyerek, fikren kabul etmemek ile fiilen reddetmeyi ayırmıştır. Bu önemli nokta gözden kaçırılmamalıdır.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE LAİKLİK

Bediüzzaman Hazretleri Laikliğin tarifini ele alarak, dini devletten ayırmak prensibini anlatırken: “Hükümet Laik Cumhuriyete döner.” (Ş:271) dedikten sonra, “Ona (laik cumhuriyete) mukabil manevi bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkiki kılıncıyla olacak.” der. Yani laik rejime karşı cihad-ı dinî olacağına göre, o rejime rıza gösterilmediği açıktır. Ancak bu mezkûr ifade o rejimi haber vermekte ve ona karşı gereken manevi cihad vazifesini ihtardır. Yoksa bu anlayışı normal görmek manasını ifade etmez. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin şu beyanı açık olup yanlış anlamaların yolunu kapatır:

“Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler

Şu jön-türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

Medeniyet sistemi (*) bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...”

İşte şu açık beyan, din ve devlet ayrımını, yani Kur’an ahkamını devlet sahasından çıkarmanın milletin manevi hayatını söndüreceğini ihtar eder.

Bu hükmü teyid eden şu ifade de var:

“Devletin dini, Din-i İslâm’dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin maye-i hayatiyesidir.” (Münazarat: 17)

16.10.2000

 

1 Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor. (S: 716)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık