DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TAHSİL HAYATI1

İslâmiyet ilme, ehl-i ilme ve tahsile çok ehemmiyet vermiştir.

Hem İslâmiyet, vücub-u zekat ve hurmet-i riba gibi binler şefkatperverane mesail ile fukarayı ve avamı himaye ettiğiاَفَلاَ يَعْقِلُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle daima İslâmiyet, fukaraların ve ehl-i ilmin kal'ası ve melce'i olmuştur. (M:325)

Bediüzzaman Hazretlerinin Tefekkürname adlı eseride de şu rivayet var:

طَالَبَ العِلْمُ طَالِبَ الرَّحْمَنِ، طَالَبَ العِلْمُ رُكْنَ الإِسْلَامِ، وَيُعْطِي  اَجْرُهُ مَعَ النَّبِيَيْنِ

Meali: “İlmin tâlibi (talebesi), Rahman’ın tâlibidir. İlmin talebcisi, İslâmın rüknüdür. Onun ecr u mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.”

Mevzu ile alâkalı diğer iki rivayet de şöyledir:

كَلِمَةُ حِكْمَةٍ   يَسْمَعُهَا الرَّجُلُ  قَدْ يَكُونُ خَيْرًا لَهُ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ وَجُلُوسُ سَاعَةً عِنْدَ مُذَاكَرَةِ الْعِلْمِ خَيْرٌمِنْ عِتْقِ رَقَبَةٍ

Meali: “Bir adamın, bir hikmet kelimesini işitmesi, bazan olur ki, ona bir sene ibadetten hayırlı olur. Ve bir saat ilim müzakeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.”

İlmin ve ilm-i din tahsilinin faziletine dair bir kısım hadis-i şerifler:

تَعَلَّمُوا العِلْمَ، فَإِنَّ تُعَلِّمَهُ لِلهِ خَشْيَةً وَطَلَبَةُ عِبَادَةٍ، وَمُذَاكَرَتَهُ تَسْبِيحٌ وَالبَحْثُ عَنْهِ جِهَادٌ

Meali: “İlmi öğreniniz! Çünki, onun öğrenilmesi Allah’a karşı haşyettir, talebi ibadettir, müzakeresi tesbihdir, ondan bahis ise cihaddır.”

سَاعَةُ عَالِمٍ يَتَّكِيُّ عَلَى فِرَاشِهِ يَنْظُرُ فِى عِلْمِهِ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَبْعِينَ سَاعَةً

Meali: “Bir âlimin, yatağına yaslanarak ilmine (kitabına) bir saat bakması, yetmiş saat ibadetten hayırlıdır.”

طَالِبُ الْعِلْمِ أَفْضَلُ اِنْدَ اللَهِ مِنَ الصَّلاَةِ وَالصِّيَامِ وَالْحَجِّ وَالْجِهَادِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ  

Meali: “İlim taleb etmek, Allah’ın katında (nafile) namaz, oruç ve hac’dan ve fi-sebilillah olan cihaddan efdaldir.”

عَالِمٌ يُنْتَفَعُ بِعِلْمِهِ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ عَابِدٍ

Meali: “İlminden menfaat görülen bir âlim, bin âbidden hayırlıdır.”

لَوُّزِنَ مِدَادُ العُلَمَاءِ وَدَمُ الشُّهَدَاءِ لَرُجِّحَ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ عَلَى دَمِ الشُّهَدَاءِ

Meali: “Ülemanın mürekkebiyle, şüheda kanı müvazene edilse, muhakkak ki, Allah yanında ülemanın mürekkebi, şühedanın kanına racih gelecektir.”

مَا أَهْدَى مُسْلِمٌ لِأَخِيهِ هَدِيَّةُ أَفْضَلُ مِنْ كَلِمَةٍ حِكْمَةٍ يَزِيدُهُ هُدَّى وَيَرُدُّهُ بِهَا عَنْهُ رِدَّى

Meali: “Bir müslümanın bir müslüman kardeşine vereceği, onun hidayetini arttıran ve onunla ondan kötülüğü kaldıran bir hikmetli sözden daha efdal bir hediye yoktur.”

مَنْ اَتَاهُ الْمَوْتِ وَهُوَ يَطْلُبُ الْعِلْمِ كَانَ بَيْنَهُ  وَبَيْنَ لْاَنْبِيَاءِ دَرَجَةٌ

Meali: “Bir ilm talebesi, ilmi tahsil ederken eceli gelse vefat etse; onun derecesi ile, enbiya derecesi arasında, bir derece (peygamberlik mertebesi) kalır.”

(Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Tefekkürname” namıyla maruf Arabca eserinin sonundan alınmıştır.)

Fenni ilimler dahi, mana-yı harfî ile bakıldığında marifetullaha inkılâb eder. Bu hakikatı, Bediüzzaman Hazretleri yarı-manzum bir yazısında şöyle ifade eder:

“Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir

Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...

Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sani', nasıl yapmış o mâhi"

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...S:723

İlim ve fen, mana-yı harfi ile olunca böyle değer alırken, mâna-yı ismî ile ve esbabın müsebbebe müessiriyeti nazarıyla bakılması dahi cehaleti artırıyor.

Asrımızda her milletin içinde yaygınlaşan bu tarz-ı nazarla yani sebeblerin müsebbebata müessiriyeti anlayışına dayanarak ortaya konulan fenlerin zararını Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder:

“Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti, o seyahat-ı kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılab ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahref felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı manevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.” (L:115) diyerek devam eden bahiste asrın fenlerinden gelen gafletin te’sirinden insanları ikaz eder.

Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mevzuda şöyle der:

“Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes'eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve keremiyle Kur'an-ı Hakîm'deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes'elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.” L:239

Yani, bu asırda masnuat-ı İlâhiyeyi mana-yı ismî anlayışıyla yazıp, tedrisatta müsbet fenler namiyle okutulan derslere, Bediüzzaman Hazretleri, dine ters düşen ilimler manasında ulum-u felsefe diyerek ikazatta bulunuyor.

Bediüzzaman Hazretleri, bir doktor talebesinin şahsında umuma ders verdiği bir mektubunda aynı mes’eleye dikkat çeker ve şu tavsiyede bulunur:

“Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz,faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak'tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelal'in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymetdar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.” B:66

Bu parçada da Risale-i Nur derslerine dikkat, devam ve tefekkür ile kendi düşüncelerinde fen derslerini mâna-yı harfiyeye çevirmeye gayret etmenin lüzumu nazara verildi.

Keza, ehl-i bid’aya hitab eden ve müslüman ailelerin dikkatlerini çeken çok ehemmiyetli bir ikazında da Bediüzzaman Hazretleri, milletin ehl-i takva, musibetzede, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fakirler ve gençler olarak altı taife olup onlara uygun ders, teselli ve terbiye vermek gerektiğini beyan eden risalesinin çocuklara ait kısmında, mimsiz medeniyetçilere şöyle hitab ediliyor:

“Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da za'f u acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes'udane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müdhiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr u aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev'inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.” M:421

Bu tarz idlâllerden ikaz makamında olarak izah edilen bir “Rivayette var ki: "Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi' olacaklar."

Vel'ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.” Ş:585

Burada zikredilen,tamimine şiddetle çalışır ikazına dikkat gerek.

Hem yine “Rivayette var ki: "Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan Deccal'ın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur." َالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ  bunun bir tevili şudur ki: Hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi, biri huri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azab ve zindan suretine girecek diye bir işarettir.” Ş:583

Fünûn-u hâzıra ile meşgul olmak derecesine göre içtihad-ı şer’iyeden; yani, Kur’an’dan murad-ı İlâhiyeyi anlamadan geri kalındığını beyan ederken, Bediüzzaman Hazretleri mes’elemizin mahiyetine bakan şu hükmü verir:

“....şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.” S:481  

Bu derste de, asr-ı hazırdaki mana-yı ismî ile nazara verilen fenlerin te’sirinde kalanların, mâneviyattan ve hakaik-i Kur’aniyeyi anlamaktan gerilediği nazara veriliyor.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu zamanda dalâletin fen ve felsefeden geldiğini açıklayan şu ifadeleri de şâyan-i dikkattır:        

“Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse, def'etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşkildir. Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtîden o belaya düşen kısmını kurtarmağa, karşılarında dayanmağa Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur'un bu kıymette olduğuna delil şudur ki: Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur'a karşı çıkmamış ve cerhedememiş ve çıkamaz.” (E: 22)

Ahirzamanda, fünun ve delail-i kevniyeye dayanan son iman ve küfür mücadelesinde, Risale-i Nur’un galebesi mevzuunda olan, “Kitab-ı kâinatı okumak” derlemesine bakınız.

“Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış...” M:376

Evet “...bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir.”

Çünkü “....Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı.” Ş:701

İşte bu nakillerde görüldüğü üzere mâna-yı ismî nazariyle mecra ve maksadından saptırılan ve esbabın müessiriyeti anlayışına döndürülen fünûnun ıslahı ve asıl mecrasına alınması için Bediüzzaman Hazretleri, onbirinci Şuâ’ın Altıncı meyvesi ve Onikinci Söz’ün Birinci Esası gibi derslerin ve risalelerin okunmasını ve hatta resmen neşrini tavsiye eder.

Maarif-i cedîdeye; yani yeni öğretim şekline Avrupa’dan gelen esbabperest ve maddeci anlayış te’sir ettiğinden tasfiyesini, yani mana-yı ismî denilen bir nevi şirkli anlayıştan temizlenmesini zarurî gören Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin. Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından neş'et ve istibdad sümûmu ile teneffüs eden, zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aks-ül amel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.” H:92

Bediüzzaman Hazretlerinin şu gelen beyanı da aynı mes’eleyi te’yid eder:

“Ben vilayat-ı şarkıyede aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ülema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ülema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.” D:28

“Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûa, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.” D:31

Bu beyanlarda da Bediüzzaman Hazretleri mana-yı harfî anlayışıyla yazılıp okutulması gereken müsbet fenlerin, mileti manen ve maddeten tekâmül ve terakki ettireceğini, bilhassa ehl-i idareye ihtar ediyor.

Osmanlı Devleti’nin son devrelerinde; mezkûr sebebler gibi eksikliklerden dolayı dâr-ül fünûnun dahi iyi netice vermediğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri nim-manzum “Lemeât” adlı eserinde diyorki:

“Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan. En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı.” S:731

Esbaba müessir-i hakikî nazariyle bakan insanlarda fen, cehl-i mürekkebe döndüğünü anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

Harf, gayrın manasını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi; şu mevcudat da, esma-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım İlahî mektublardır ki, içlerinde yazılı delail, berahin, havarık mu'cize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması; ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzât cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkeb olur.” Mn:214

“Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.” Ms:199

Alim ve fâzıl bir zâtın eserinde bulunan ve jeoloji ilmine ait olup umumî alışkanlığın te’siri ile yazıldığından Bediüzzaman Hazretlerinin ifade tarzını beğenmediği şu ifade şekli de bir örnektir.

Dünyanın ilk yaradılışı hakkında ve Hz. Üstadın beğenmediği şu ifade şekli: "Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılab etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş" gibi tabirler, icad ve hilkat-i İlahî noktasında felsefîdir ki, Risale-i Nur'un san'at ve icad-ı İlahî cihetindeki beyanatına münasib düşmüyor.” (E:176)

Halbuki burada mevzu edilen dünyanın yaradılışı şöyle anlatılabilirdi:

“Kanun-u Rabbaninin tecellisi altında olarak mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprak yapılmış sonra nebatat halkedilmiş, sonra hayvanat yaratılmış...” gibi bir ifade şekli kullanılabilirdi.

Eğer denilse: Anlatılan mânada bir tedrisatı, devlet resmen tatbik etse, lâikliğe aykırı olur.

Cevab: Halkının ekseriyeti müslüman olan bir millet içinde din dersinin lâikliğe aykırı olduğu iddiası, evvelâ cumhuriyete aykırıdır. Çünkü cumhuriyetin değişmez esası, halk ekseriyetinin hâkimiyetidir.

Sonra aynı iddia, lâikliğe de aykırıdır. Zira lâik devlet tarafsızdır. Dine uymayan fikirleri okuttuğu gibi dine uygun fikirleride okutur. Ancak, okuttuğu fikirlere inanmaya ve amel etmeye zorlayamaz.

Sonra bu aynı iddia, memleket ve millet maslahatına da aykırıdır. Çünkü Türk Milleti asıl tarihî şerefini, bin senelik İslâm faziletinden ve kahramanlığından kazanmıştır. Bu büyük ve milli şahsiyetin korunması, ancak İslâma aykırı ideolejilerin gençlik içinde türememesine ve ilim ve mâneviyata saygılı gençliğin yetişmesine bağlıdır.

Aynı iddia, medeniyet dünyasına da aykırıdır. Zira medenî memleketlerde din, devlet tarafından himaye edilir. Meselâ: “Evanjelik Luterien kilisesi, İsveç’in de kililsesidir. Bu kiliseye mensup olmayanlar, millet vekili olamazlar.” “Norveç Anayasası’nda, kral daima İncil-i Luter dinine  sâdık olmaya ve dini korumaya mecburdur.” Keza Finlandiya, İngiltere ve Amerika gibi devletlerde aynı mânâda din, devlet tarafından himaye edilir. (Bak: Dünya Anayasalarında Din, Doğan Güneş Yayınları 1961 İstanbul)

Tahsil hayatının neticesi olan imâret; yani me’muriyet hakkında da Bediüzzaman Hazretlerinin bazı tavsiyeleri var. Şöyle ki:

“Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp, belamızı bulduk.

S- Nasıl?

C- Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru' ve zîhayat; san'attır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir.” Mü:38

“Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zaîf damarı olan tama' yüzünden yakalasalar; geçen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” M:418

Bu zamanda validelerin çocukları hakkında şefkatlerini su’-i isti’mal etmeleri hatalarına gelen cezaya ait bir “sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkatı taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?

Gelen cevab şu: Vâlideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlâdlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur'anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.” K:264

Hem “o şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekva edecek.” L:200

Dinî ders ve terbiyeyi yeteri derecede alamayan çocuğun, dünyevi fenler ile meşguliyeti nisbetinde diyanetten uzak düştüğünü beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bu mes’ele üzerinde ehemmiyetle durmaktadır. Bir mektubunda şöyle diyor:

“Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?E:41

“Evet bu hakikî ihlas ile hakikî bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû'-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû'-i istimal etmektir.L:200

Mehmed Akifin “Hüsrânı mübin!” adlı bir şiiri:

Başlattığı gün mektebe, duydum ki diyordu,

rahmetli babam: “Adam olur oğlum ilerde.”

Annemse, oturmuş, paşalıklar kuruyordu....

Adamlığı geçtik! Paşalık olsun, o nerde?

Âmâlî tezat üzere giderken ebeveynin,

hep böyle harab olmada etfal ara yerde!

Mehmet Akif Ersoy

Safahat Sh: 135

Bir hatıra:

“Nadir Baysal Anlatıyor: “Üstadın kardeşi Abdülmecidin oğlu Fuad’ı, Üstad çağırarak Kastamonuya getirtti. Onbeş gün kadar yanında alıkoydu. Bu onbeş gün müddetinde ben, Üstad’ın yeğeniyle mütemadiyen görüşür ve kendisini alarak Kastamonu’yu gezdirirdim. Yeğeni o zaman liseyi okuyordu. Fuad, “Amcam okumama râzı değil” diyordu. Sebebini ise açıklamadı. Onbeş gün kaldıktan sonra Üstad izin verdi, kendisi de ikamet ettiği yer olan Ürgüp’e gitti.”  (Son Şahitler 4. Cild. Sh:286)

Liseyi bitirdikten sonra babası Abdülmecid, Fuad’ı Ankara’ya Ziraat Fakültesine tahsil için gönderdi. Daha sonrada Fuad vefat etti. Bu vefat sebebiyle Hz. Üstad şâyan-ı ibret bir taziyename yazıp, kardeşi Abdülmecid ağabeye göndermiştir.

Mektubun arabça olan baş kısmında Fuad’ın okuyacağı ziraat derslerine,-mâna-yı ismi ile verdiği menfi tesirinden dolayı-“felsefe-i sakîme” der. Hem Risale-i Nur gibi bir ihsan-ı İlâhiyeye kanaat etmek gerektiğini ve şimdiki tarz-ı hayatın te’sirinden uzak kalınmasının lüzumunu hatırlatan ve çok mânidar olan bu mektub aynen şöyledir.

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ اَحْسَنَ اللّٰهُ عَزَاكُمْ وَ اَعْطَاكُمْ صَبْرًا جَمِيلاً وَ غَفَرَ لِمَيِّتِكُمْ وَ نَوَّرَ قَبْرَهُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ اْلقُرْآنِ وَ جَعَلَهُ فِى قَبْرِهِ مُشْتَغِلاً بِرِسَالَةِ النُّورِ بَدَلَ الْفَلْسَفَةِ السَّقِيمَةِ آمِينَ

“Aziz kardeşim!

Bu hâdise dahi, Abdurrahman hâdisesi gibi bir hüccettir ki, bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha safi ve âlî ve kudsî bir hayat-ı masumane ihsan edildiğinden ona kanaat lâzımdı. Merhum Abdurrahman gerçi muvakkaten aldandı, fakat İstanbul'da Risale-i Nur mukaddematına büyük bir hizmeti var. Hem Onuncu Söz ile tam kurtuldu, sonra gitti.

Merhum Fuad dahi, inşâallah Risale-i Nur'un feyziyle imanını kurtarmış ve mektubu dahi, senin dediğin gibi gösteriyor ve size ve hanedanınıza mensubiyetiyle samimî iftiharı ve kuvvetli irtibatı, Risale-i Nur cihetiyle olduğunu hissettim.

Ben size ta'ziye vermek değil, belki hem onu hem sizi tebrik ederim ki; bu zamanın dehşetli ve dalaletli hayatından kurtuldu, daha masum ve çok bulaşmadan gitti. Ve size Cennet'te lâyık bir evlâd ve  وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ  sırrına mazhar oldu.

Ben şimdiye kadar merhum Molla Abdullah ile beraber Abdurrahman'ı ve Ubeyd'i ekser dualarımda zikrettiğim gibi, merhum Fuad'ı dahi onlarla beraber her vakit yâd edeceğim, inşâallah.

Evet kardeşim, dediğin gibi, Fuad'ın (R.H.) mektubu aynen Abdurrahman'ın (R.H.) mektubu misillü, Risale-i Nur'un bir şu'le-i kerametini gösteriyor. Yalnız Abdurrahman'ın gayet hâlis ve şimdiki tarz-ı hayattan ve tabirlerinden müberra, safi ifadesi onda yoktur. Eğer dünyada kalsa idi, mağlub olmak ihtimali vardı.

Cenab-ı Erhamürrâhimîn hem ona, hem Risale-i Nur hanedanına ve dairesine merhamet edip, onu rahmetine ve Cennet'e aldı, mağlub ettirmedi. Risale-i Nur'un küçük talebeleri dairesindeki makamında ibka etti. Hadsiz şükür olsun ki, bu iki kahraman biraderzadelerim vefatlarının ilânnameleriyle Risale-i Nur şakirdleri imanla kabre gireceklerine dair olan müjde-i Kur'aniyeye iki misal ve iki delil gösterdiler.

Benim tarafımdan Risale-i Nur'la alâkadar veya bizimle dost olanlara selâm ve dua ile, Davud ve Nihad iki Muhammed ve Abdülmecid ile beraber, bütün manevî kazançlarıma her gün hissedardırlar. Kardeşiniz  Said Nursi” B:383              

Malûmdur ki, cemiyetin veya cemaatın yaşayış şekli, muhavere ve sohbetleri gibi cemiyetin bütün hususiyetleri; ferdlere te’sir eden en ehemmiyetli sebeblerdendir.

Mesela: Asr-ı Saadetteki cemiyette, (İçtihad Risalesi’nde izah edildiği gibi) bütün muhavereler, sohbetler ve umumî olarak merak edilip rağbet gören meseleler; kelâm-ı İlâhî’den, murad ve marziyat-ı İlâhiyeyi öğrenmek idi. Bunun için o zamanın insanları bu mânada müsbet yetişirlerdi. Zamanımızda ise; ictihad bahsinde nazara verildiği gibi:

1- Hayat-ı dünyeviyenin te’mini..

2- Siyaset merakları..

3-Felsefenin revacı; yani: dinin hükümlerine tabi olmak yerine, kendi arzusuna bağlı olan aklına tâbi olmak gibi haller vardır. Cemiyetteki fertler dahi, bu hususiyetlerin sosyolojik te’siri altında, manen ve fikren müsbet terakkinin zemin ve şartlarını bulmadığından, terakki yerine tedenniye dûçar olurlar diye içtihad bahsinde ve Külliyatın müteferrik yerlerinde beyan edilir.

İşte, asrın bu tehlikelerinden kurtulmanın ehemmiyetli çarelerinden birisi: Asr-ı Saadetin mezkûr hususiyetlerine sahib ve mevcud fitne cemiyetinin uzak duran ve durduran bir cemaatin içinde bulunmaktır. Bu cemaat asrın üç hastalığından kaçınabilmek için:

1- Hayat-ı dünyeviyeye teşvik etmez...

2- Siyasî mes’elelere alâka uyandırmaz...

3- Asrın aşıladığı temayüllerin te’siriyle maslahat diyerek dinî hükümlere tasarruf etmez.

İşte “Sahabe mesleğinin bir cilvesi..” (E:67) olan Risale-i Nur mesleğinin merkezleri manasındaki dersane-i Nuriyeler, Asr-ı Saadetin mezkûr üç hususiyetlerinin yaşanmasına cehdedilen ve zamanımızın mezkûr üç içtimaî hastalığını medar-ı bahs ve merak etmeyen  ve böylece müsbet yetişme zemin ve şartlarını hâiz olup fitneden koruyucu olan mahaller olmalıdır.

Evet mezkûr hussusiyetlerin yaşandığı yerler, daha çok vakıfların bulunduğu dershaneler olmalıdır. Çünkü hizmet-i imaniyeye hasr-ı hayat edenlerin dünyevi meşgaleleri olmadığından mezkûr hususiyetlere uygun bir hayat seyri imkânına sahibdirler. Diğer Nurcular ise, fırsat buldukça bu dersanelerle irtibatlı olmaları gerektir ki, asrın menfi üç te’sirine karşı mukabele edebilsinler... Mevcud cemiyet şartları itibariyle zikredilen bu husus, bu tahaffuz, kanun-u fıtrat gibidir.

 

1 (Risalelerden kısmen alınan bahislerin tamamını görmek isteyenler için kitabların sahife numaraları verilmiştir. Kitablar, Envar neşriyatın son baskılarıdır.)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık