بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
BAZI SUALLER VE CEVABLARI
1-Mürşidin üç zararı
2-Ecel-i Muallakın hikmeti
3-İman kurtarmak hizmetinde cehenneme girmeye razı olmak mes’elesi, “hizmet için haram işlenir mi?”
4-İrtibatın mahiyeti - “Müfritane irtibat ne demektir?”
5-Ayet-ül Kübranın 12. Mes’elesi
Mürşidin üç zararı:
Hakikat Nurları’nın sonlarına yakın “Bir Düstur” başlıklı yazıda geçen “Peder ve mürşid üç cihetle zarar görür”. ifadesindeki üç zarar hakkında Külliyatta sarahat bulamadım. Ancak delâlet sayılabilecek ifadeler var. Şöyle ki:
A- Nur talebelerinin nazarlarını harice (Yani, şimdiki bazı tarikatlarda bulunan mânevî şahsi zevklere ve siyasete ve kemmiyete) dağıtır. Talebeye ve hizmete zarar verir.
Kastamonu Lâhikasında mes’ele ile alâkalı şu ifade var:
“Size yazmıştık ki, muarızlara adavetle mukabele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takva, ehl-i ilme dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirdlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içinde sokmayınız. Öyleler niyet-i halise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfuruş ise, Risale-i Nur şakirdlerinin metanetlerini kırarlar; nazarlarını, Risale-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihtiyat lâzımdır.” (K:202)
B- Hariçteki mürşidin Nurcularla veya Nurcuların mürşidlerle münasebettar görünmesi, ehl-i siyaset nazarında evhama sebeb olup hizmette manialar çıkar ve ihlâsa da zarar gelir.
Osmanlıca Lem’alarda mes’elemizin geçtiği kısımda şöyle diyor:
“......Sebeb-i ittihamımız olan tarikatı en kuvvetli sebep göstermesi, zannederim bu mânasız tarikat hevesi sebebiyet vermiştir. Burada bu tevkifimizin en kuvvetli sebebi bu bazı safdillerin hevesinden ve benimle de münasebetleri tarikat süsü verdiğinden tahmin ederim.” (Osmanlıca Lem’alar.)
Ve yine Kastamonu Lahikasında şu izahat vardır:
“Bir hâdise hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan; insan zahiri sebebe bakıp bazen haksız hükmedip, zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder” diye, Risale-i Nur’da bir kaide-i esasiyedir.
Hem şimdiye kadar Risale-i Nur’un başına gelen hâdiselerde bir dest-i inayet, bir vechi rahmet bulunduğu tecrübelerle sabittir.
Bu iki cihetten kalbden bir sual çıktı: “Acaba Nur hakkındaki bu yeni İstanbul hadisesinde cech-i adalet ve rahmet nedir?” Hatıra böyle bir cevab geldi ki:
Risale-i Nur’a ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya ve tedkik etmeye sevketti. Elbette Risale-i Nur’u tetkik eden bir âlim, insafı varsa tarafdar olur. Ve Risale-i Nur ulema dairesinde ve İstanbul afakında tezahür edecek. İşte vech-i rahmet ve inayet!
Amma kader-i İlâhinin vech-i adaleti şudur ki:
Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i islâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyaset, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani’ olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata hem zarar büyüktür. Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta’dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ashabdan ve hemşehriden birisini muariz çıkardı; o ifrati ta’dil edip adalet etti. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter.” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkum eyledi. Sonra Lillâhilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (K:193)
“C- Bilmeyerek ehl-i dalalete yardım etmek tehlikesinin bulunmasıdır ki, Kastamonu Lahikasında şöyle temas ediliyor:
Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofî meşreb zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmakve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini tam bir havuz kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’aniyeye bilmiyerek zarar verir, belki zındıkaya bilmiyerek bir nev’i yardin hesabına geçer.” (St:78)
Demek hariçtekilerle meşgul olmamak lâzım geliyor. Samimi olarak Nur’dan istifade ederlerse müstesna.
Ecel-i muallakın hikmeti:
Ecel-i muallakın bir hikmeti ise, şerlerden içtinab etmek ve sadaka ve sadakat mânâsında hayra cehd-ü gayrete sebeb olmak ve teşvik etmektir. Evet kader sırrının bir iktizası olarak; ihtiyar, esbab ve ef’al aleminde, kadere lehte fetva vermek gerekiyor.
Nasıl ki, çekirdeğin içine kaderce konulan ve fiile çıkıp görüneceği bütün ahvaliyle manevî mukadderat aleminde bilinen ve o alem ehlince görünen fakat bize görünmeyen manevî bir ağaç vardır. Yani kaderi bir program vardır. Bu ağaç kuvveden fiile çıkmakta esbab aleminde muvafık ve namuvafık şartlar karşısında, neşv-ü neması veya arızalara maruz kalması; imam-ı mübin bahsinde beyan edildiği gibi mukadderat-ı fıtriye icabıdır. Öyle de, insanın ef’al-i ihtiyariye aleminde, hakikat-ı diniyeye ve Rıza-yı İlâhiyeye muvafık ve namuvafık temayül ve harekâtı dahi kader, kaza ve ata kanunlarının hükümlerine ve neticelerine maruzdur. (Bak: Ms: 206 2. İ’lem) Yoksa, bu kanunların cereyanı manevî alemde olduğundan herkese münkeşif değildir. Leyle-i Berat, vazifedar melekler aleminde mukadderat-ı beşerin senelik programı olması da mes’eleyi teyid eder. (Bak: Ş: 505 p.3.)
Saniyen: Hikmet tahtında tasarruf eden Rububiyetin Saltanatında nazir ve muşahit olan melâike ve ruhaniyata bir mütâlâagâh alemi teşkil etmek, mukteza-i İsm-i Hakim’dir. Nitekim aşağıda dercedilen 15. Sözün 4. Basamağındaki bahis ile bu mes’elenin mahiyetleri aynıdır. Yani, her şeyi zamansız ve sebebsiz tecelli-i Kudretle yapabileceği halde, maddi ve manevî alemlerde tecelli-i Rububiyetin haşmet-i saltanatını göstermek için esbab ve ef’al alemini istihdam ediyor. Ve bu alemlere, vücud-u ilmileriyle ezelen; ve ahirette menazır-i sermediyeleriyle ebeden esmaya ayinedarlık yapıyorlar. Aşağıda derc edilen 2. parçada bu hakikata temas edilir.
“Dördüncü basamak:
Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelal'in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve esma-i hüsnası vardır. Meselâ: Ashab-ı Nebi safında küffara karşı muharebe etmek için melaikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melaike ile şeyatîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semaviyyîn ve eşrar-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelal, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor. Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki: Nasılki bir padişahın daire-i hükûmeti itibariyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ: Daire-i adliye onu "Hâkim-i Âdil" namıyla yâd eder. Daire-i askeriye onu "Kumandan-ı A'zam" namıyla bilir. Daire-i meşihat onu "Halife" ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu "Sultan" namıyla tanır. Muti' ahali ona "Merhametkâr Padişah" derler. Âsi insanlar ona "Kahhar Hâkim" derler. Daha bunlara kıyas et. İşte bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âlî; âciz, zelil bir âsiyi bir emir ile i'dam etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatını biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar; vezirine emreder, ahaliyi temaşaya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır. Muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlîde onu taltif eder, liyakatını ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.
İşte وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى ezel ve ebed sultanının pek çok esma-i hüsnası vardır.
Tecelliyat-ı Celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuunatı ve ünvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennem’in vücudumu iktiza eden isim ve unvan ve şe’n ise; Kanun-u tenasül, kanun-u musabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.” (S:179)
Ruhaniyata mütalâgah olan ve tagayyur âleminin hikmetini bildiren 2. İşaret:
“ وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ Bu fıkra işaret eder ki:
Her bir şey – cüz’î olsun Küllî olsun – vücuddan gittikten sonra (Hısısan zîhayat olsa ) çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i misâlin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-ı hayatı adedince suretleri bırakıp, o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur. Nasıl ki meselâ bir çiçek vücuddan gider, fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücudda bırakmakla beraber; küçük elvah-ı mahfuzalarda ve elvah-ı mahfuzanın küçük nümuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvar-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihat-ı Rabbaniye ve nukuş-u esmaiyeyi okuttur, sonra gider. Öyle de: Yeryüzünün saksısında güzel masnuatla münakkaş olan bahar mevsimi, bir çiçektir; zahiren zevâl bulur, ademe gider fakat onun tohumları adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince neşrettiği hüviyet-i misaliye ve mevcudatı adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbaniyeyi kendine bedel olarak vücudda bırakıp sonra bizden saklanır. Hem o gider baharın arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır, tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar, zahirî bir vücudu çıkarır; manen bin vücud giyer.” (M:293)
Hülâsa: Şerlerimize karşı hayırlarla mukabele etmekle kazadan afvına ve ata kanununa girmesine, fakat hayırlarımızın makbuliyeti için ihlâs ve sair şartlarına riayet edilmesine, yani beşerin en mühim mes’elesi olan şerlerden içtinab ve hayıra talip olmasına; hem emirdağ L. 46’daki mektubun sonunda bildirildiği gibi her ehemmiyetli şeyin enzar-ı aleme arz edilmek kaidesince alemin neticesi olan beşerin bütün ahvaliyle Rububiyetin tecellisine en küllî ayine olup bütün enzar-ı zevi-l ukula arz edilmesine layık olduğuna ve daha bilmediğimiz pek çok hikmetlere şamildir.
Bazı mühim hakikatler, hadisat-ı alem ile zevi-l ukulun enzarına arz etmek hikmetiyle alâkadar Emirdağ Lahikasından bir kısım:
“Doksan dokuz gün içinde yalnız leyle-i regaib ve leyle-i Mi’raca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Mi’raciye Risalesinin burada çoklar tarafından şevk ile kiraet ve kitabet ve neşrine rastgelmesi ve o iki mubarek gecenin birbiriyle birkaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acip gürültülerle, söylenmeyecek zemin gürültüleriyle feryadlarına tehditkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın me’yusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlikedenlerin hatalarına bir yekdir olarak, kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz? diye mânâsında, kesretli rahmet ile şeair-i İslâmiyeye karşı, hatta semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki; bu işte hususi bir kasd ve itade ve ehl-i imana hususî bir inayet ve merhamettir, hiç bie cihetle tesadüf ihtimali olamaz. Demek hakikat-ı Mi'rac, bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) ve keramet-i kübrası olduğu ve Mi’rac merdiveni ile göklere çıkması ile Zat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi; bu seneki mi’rac da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.” (E:40)
İman kurtarmak hizmetinde cehenneme girmeye razı olmak mes’elesi:
Bu bir fedakârlık ifadesidir. Cehenneme girmek sebebi, Allah’ın razı olmadığı iş ve hareketlerdir. Hiçbir hakiki mü’min hele dini şahsiyetler Allah’ın sevmediği ve yasakladıklarını bilerek ve isteyerek yapmazlar. Demek bu fedakârlık Allah’ın istemediği bir şey değil. Ancak zahir nazara göre, iman hizmeti meşguliyetinden, yani Hakaik-i İmaniyeyi te’lif ve neşir ve muarizlerin tecâvüzlerine karşı sabr u sebat ve meşakketleri tahammül içindeki meşgalelerden dolayı şahsi ibadet ve sevablardan kısmen noksanlık manasındadır. Keza (B:263 p.son) da ifade edildiği gibi Risalelerin bazı yerlerinde ihlâsa zarar ihtimaliyle ki bu bir manevi zarardır, şeriatça yasaklanan malum ve muayyen günah değil; belki her zaman ve herkes o mânevi zarar ihtimâlinden endişelenir, işte bu fedakârlık, böyle bir zarar ihtimalini, menfaat-ı umumi için göze almak fedakârlığıdır. Yoksa hizmet hayatında bazı günâhları nazara almamak mânâsına gelmez. Çünkü Hz. Üstad’ın hayatı malumdur. Ne kendisi ne de yanındaki hizmetkârlarını, hizmet iktiza ediyor diye içtimaî faaliyetlere ve bid’adlı yerlerle ihtilâta sevketmemiştir.
Evet, Şualar eserinde Nurcular için: “Bilinmedikleri ve görülmedikleri ve görüşülmedikleri halde ehl-i imana mânen mukavemet verdikleri”ne dair beyanı, meselemiz hakkında mânidardır.
Ayrıca kemiyete değil keyfiyete ehemmiyet vermek, müşteri aramamak, müşterilerin yalvarması, bu zamanda takvanın rüçhaniyeti gibi mühim esaslar Külliyatta ve tatbikatta hassasiyetle takip edilmiş olması ve hidayetin sadece Allah’a ait olduğu gibi hususlar, ciddi mânâda düşünülürse mes’ele tavazzuh eder.
Hem de, hizmettir diyerek takvayı kıran bir yolda yürüyenin de bir insan olduğu ve ihtiyarı selbeden fitnelerde çokların boğulduğu nazara alınırsa, o yolda gidenin, kurtaran değil kurtarılmaya muhtaç durumuna düşeceği nadir vak’alardan değildir. Hele iman hizmetinde fazilete dayanan itimad-ı amme ve lisan-ı hal dersi, vicdan-ı ammede ehemmiyetli bir husustur ki o da dinde ciddiyet ile mümkündür. Evet, önde bulunup avamın taklid edeceği kimselere hitaben Mesnevi’de şu ifade vardır:
“Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o kadar harika azm u sebat ve fedakârlıklarıyla, hatta İslâm’ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.” (Ms:101)
Keza Hz. Üstad, hayat-ı içtimaiyedeki Nurcuların tehlikesi için endişe ederken, gelen ihtara binaen, sadakat, hizmet, takva ve içtinab-ı kebair şartlarıyla şirket-i mâneviyeden istifade ederek necat bulacaklarını anlatan Kastamonu L. 96. sahifedeki mektubda bildirilen takva şartiyeti aynı eserin 148. sayfasında ve Emirdağ L. 63. sayfasındaki mektublarda bidirilen takvanın rüçhaniyet kazandığı hakkındaki beyanlar mes’eleyi tavzih eder.
Bahsi geçen mektublar şunlardır:
“Latif ve manidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum:
Birincisi: Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar:
Bu günlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvası nasıl mukabele edebilir? diye me’yusane düşündüm.
Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki, “Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder. necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayürüme mukabil denildi ki:
Risale-i Nur’un hakiki ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakikî, müttaki bir şakird dahi, kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur.” (K 96)
(Bu mektub gayet ehemmiyetlidir.)
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugünlerde Kur’an-ı Hakîmin nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.
Bu zamanda tahrifat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlemiş oluyor. Bu ehemmiyeti nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.
Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en büyük vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.” (K 149)
“Risale-i Nur’un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz’i ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevil ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.” (Em 63)
Hem ehl-i hizmete hitaben Kastamonu 77’deki beyan, sarahattır:
“Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin izhar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyla değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.” (K 77)
Hem, istiğfar ve ilticaya vesile ve ubudiyetin esası olan kendini kusurlu görmek manasına zarar veren günaha müsamaha fikri, bazıları için binnetice büyük gaflete müncer olabilir ve dinî hassasiyeti zamanla kırar. Esasen iman kurtarmada, cehenneme razı olmak ifadesinde de, günahı daima günah bilmek telkini vardır. Çünkü cehenneme girmek ifadesi, onu bildirir.
Keza, 10. Lem’anın birinci şefkat tokadında: Van’da ders-i hakaik-ı Kur’aniye ile meşguliyeti, sonra Burdur’da hizmet-i Kur’aniye ve Isparta’da hizmet başına geçmesi gibi ifadelerle bilinen hizmet hayatı; Te’lif, neşir ve meşakkatlere tahammül gibi dar daireye müteveccih hususlardır. Amma geniş dairede ise, herkes bulunduğu yerde – mezkûr hususları kabul ile beraber – hizmet etmeye çalışır.
İrtibatın mahiyeti:
Müfritane irtibattan maksad nedir? Sualinize cevab için, aynı manadaki tekrarlar hariç olarak külliyatta şu ifadeleri gordüm:
Risale-i Nur’a irtibat:
Hüsrev’in.....Risale-i Nur’a karşı irtibatı...(K 109)
“Benim haddimden fazla mevki vermeyiniz, diye sizden darılıyorum. Yalnız, Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle ona karşı tasdikkârane teslimi ve irtibatı, şakirane kabul ediyorum.” (K 146)
“....bir iki yüksek ihtiyarın Risale-i Nur’a parlak irtibatları” (K 155)
“....Hulisi, Hakkı gibi yirmi seneye yakın bir zamandan beri mabeylerinde olan samimane dostluk ve kardeşlik tam devam ve sebat ettiği gibi; onların Risale-i Nur’a karşı alâka ve irtibat ve sadakatları” (Em 92)
“.....makamlara irtibatınızı bağlamayınız....hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır.” (K 89)
Hizmet yeri ile muhabere irtibatı:
“.....Hasan Feyzinin Denizli Şakirdlerinin hesabına tebriki dahi onun yüksek irtibatını, kuvvetli alâkasını gösterdi.....Nazif’in o havalideki kardeşlerimizin namına tebriki ve Nazif’in sarsılmaz sadakat ve irtibatı” (Em 95)
“....Mehmed Feyzi ve Emin’in......çok ziyade tavsıfatlarımı......Üstadlarına bir alamet-i sadakat ve bir vesika-i itikad ve irtibattır.” (Em 151)
Mahalli şahs-ı maneviye irtibat:
“O havalide Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine karşı Halil İbrahim ile Ahmed Feyzi’nin sarsılmaz, gayet kuvvetli irtibatlarını gösterdiği” (K 95)
Mezkûr parçalar üzerinde tefsir yapmak istemiyorum. Ancak fakirin kanaat-ı şahsiyesi budur ki: Bir şey iyi olmakla beraber nefsin de hoşuna gidiyorsa, o şey teşvike muhtaç değildir. Fakat o iyi işi nefis istemiyorsa, teşvike muhtaçtır. Birinci şıkkı işlesek de teşvike gidilmemelidir. Zira muhtaç değil, belâgata uymaz ve o işin muvazenesini bozar. İkinci şıkkı hatta işlemesek de teşvik etmeliyiz. Zira o iyi iş müşevviksiz kalmakla nisyan gafletine düşmesin. Binaenaleyh, bekçilik hizmetinde, irtibat hizmetindeki gibi zevk yoktur. Teemmel..
Ve keza, buluşmak ve irtibat isteyenler, suhulet için yer ve zaman tayin ederler ki buna randevu diyorlar. İşte bunun gibi ehl-i hizmetin bulundukları ve 24:36 Âyette “fî buyutin” kelimesiyle işaret edilen yerleri muayyendir. Zaman dahi ref’ edilmiştir. Yani 24 saatin 25 saati açıktır. Böylece irtibat imkânı yüksek seviyede sağlanmış olur. Evet Tullab-ı Nur’un %98’i cemiyet hayatında seyyar, %2’si ancak mahallinde sabittir. Seyyarların sabitlere irtibatları, vahdet yolu; sabitlerin seyyarlarla taleb-i irtibatları ise kesret yoludur, müşkilatlıdır, afakileştirir ve mahal-i hizmeti mesdut kılar. Halbuki mahall-i hizmet, geniş dairenin irtibat ve gayretiyle devamlı faal olmalı ki, hizmet şevkiyle sakinleri çoğaltsın. Bununla beraber dar dairenin de normal sayılacak miktarda teneffüs ve harice irtibat hakları mahfuzdur.
Ayet-ül Kübra’nın 12 mertebesi:
Ayet-ül Kübra’nın 12 mertebesi ise, kanaatımca 13. mertebede dahil olmuştur. Zira 13. mertebe, akıl ve kalb olarak iki mertebedir. Nitekim böyle birleşmiş mertebeler vardır. Unutulmuş veya yazılmamış değildir.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.