DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

DEF’-İ MEFASİD

Cemiyette ekseriyetçe yaşanan hayat tarzı cemiyetin ekserisine tesir eder ve aşılanır. Bu müessiriyet, ictimaî (sosyolojik) bir kanundur. Hem eğer cemiyetin hayat tarzı kısmen de olsa nefsani ise, daha çabuk yayılacağı bildiriliyor.

Evet, Bediüzzaman Hazretleri ahirzaman fitnesine ait bir hadîsi izah ederken der ki:

Müştehiyat ise, nefisler tarafdar olduğundan çabuk sirayet eder.Ş:586

Bunun içindir ki bozuk cemiyetlerde fikir yoluyla yapılan müsbet telkin ve tebliğler, azınlıkta kalan bazı iyi niyetliler için fayda sağlar, fakat mezkûr kaide ve nokta-i nazara göre, sefih ve nefisperest bir cemiyette ıslahtan daha çok ifsad ve anarşi artar.

Bu sebebledir ki, İslâm hukuku: Def’-i mefasid celb-i menafiden evladır” kaidesini koymuştur.

Bu def’-i mefasid kaidesi, Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu 1. cild sh: 283’deki Kavaid-i Külliye kısmının 29. maddesi olarak şöyle kayıtlıdır:

Def’i mefasid, celb-i menafi’den evladır.” Yani mefsedetleri, günahları önlemek ve işleme­mek; menfaatları, sevabları, iyilikleri getirmek ve işlemekten evladır, yani ön­celik kazanır.”

Bu hakikatı resmi makamlara ehemmiyetle bildiren ve cemiyette mimsiz medeniyetin yaydığı bid’aları kaldırıp İslâmî şeairin ihyasına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, beyanatının bir kısmında diyor ki:

“Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra1 dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra2 bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.3 Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz....

Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi' olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen men'etti.” E:21

Yani cemiyette şeair ihya edilip Risale-i Nur resmen neşredilmezse giderek fesadın artacağı, siyasilere hatırlatılıyor.

Risale-i Nur’un geniş daireye ait tavsiyesinde, bid’aları izale ile şeairi ihya ederek manevi kemalata zemin hazırlanmasını, yani manevi kışın giderilip yeni istidadların inkişafı için manevi baharın  gelmesinin lüzumunu anlatan Hz. Üstadın bir tavsiyesi şöyledir:

Geniş dairede gelecek zatın İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.” E:266

Yani, mehdiyetin ikinci vazifesi, cemiyette bid’aları kaldırıp şeairi ihya ve icra etmesi ile manevi kemalatın kazanılmasının zeminini hazırlamaktır.

Bilhassa zamanımızın menfi şartları itibariyle bu def’-i mefasid kaidesi, şuurlu imanı kalbde yerleştirip enaniyetini yenebilen kâmil bir dava adamı olabilmek için, hatta imanını muhafaza etmiş olmak için, zamanın bid’alarını kalben nefret etmek şart koşuluyor.

Mevzumuzla alâkalı olan birkaç hadisi ibret için mealen veriyo­ruz:

“…münkeri münker bilen ve o hususta şüpheye düşmeyerek onu düzeltmeye çalışan, onun  günahı ve cezasından berî olur. Eli ve dili ile münkeri değiştirmeğe gücü yetmediğinden dolayı ancak kalbi ile onu inkâr eden ve ondan nefret eden kimse de, o münker işe ortak olmak günahından salim olur. Fakat çir­kin yani münker iş yapanlara kalbiyle rıza gösteren  ve o işi yapmakta olanlara tabi olan ise, hem günahtan berî olamaz, hem de ortaklık suçundan salim kalamaz.” (Sahih-i Müslim 6.cild, 62. hadis.)

Hz. Üstad bu hadisin hükmünü, dost derecesinde kalabilmek için şart koşup diyor ki:

“Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyyen, Sözler'e ve envâr-ı Kur'aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.” M:344

Bu def’-i mefasid kaidesi, Risale-i Nur’da şöyle beyan edilir:

“Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” K:148

Evet imanın kalbdeki tesiri için def’-i mefasidin yani sefahetten uzak durmanın lüzumunu anlatan Hz. Üstad diyor ki:

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.” S:145

Keza “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” S:146

Evet “…. günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.L:8

Bu hakikatı birinci meclise ve resmî makamata tebliğ eden Hz. Üstad diyor ki:

“Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek.” Ms:101

Yani Hz. Bediüzzaman, zamanımızda şiddetlenen bid’alar ve sefahet, insanın fıtrat-ı asliyesini bozduğundan, birinci meclis devresinde henüz daha bozulmayan millet ekseriyetini bozacak olan Avrupaî hayata kapı açmayınız diyerek hayatî bir meseleyi nazara vermiştir.

Keza Hz. Üstad yeni gelen nesil hakkında, zamanın bozukluğunu nazara alarak ve çocukların fıtrat-ı asliyeleri itibariyle 15 yaşı öncesinde yani hislerinin sefahete henüz açılmadığı çocukluk devresinde iman derslerinin verilmesini gerekli gören ve bu yaştan sonraki gençlik devresinde nefsani hislerin gelişeceği ve fitnenin tesirinde kalacağı cihetiyle iman derslerini ruhuna alamayacağını şöyle beyan ve ikaz eder:

“Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.” E:41

Keza, kâmil imanı kazanmak için def’-i mefsedetin lüzumunu anlatan Bediüzzaman Hazretlerinin bazı ikazları da şöyledir:

“Her derde deva ve hakikî lezzetli, kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz” L:49

Demek def’-i mefasid, imanın inkişafına vesiledir.

“Hem Kur'an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü "Sadakte" deyip o hakaikı kabul eder. S:406

Yani hakaiki kalben şuur etmek için, kalbî kemalat ve def’-i mefasid ile nefsi tezkiye gerekiyor.

Evet “İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır.” L:120

Keza, “Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi... Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.” Sti:95

Yani Hz. Üstad, hüdanın tesiri için önce bab-ı fitneyi kapatmak gerektiğini beyan ediyor.

"Evet insan bir çekirdeğe benzer. Nasılki o çekirdeğe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli proğram verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidad lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemal bulsun. Eğer o çekirdek, sû'-i mizacından dolayı ona verilen cihazat-ı maneviyeyi, toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarfetse; o dar yerde kısa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o manevî cihazatını فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى nın emr-i tekvinîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla küçücük cüz'î hakikatı ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır. İşte aynen onun gibi; insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli proğramlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz'î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek,4 şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek,5 evamir-i Kur'aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi' kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek,6 herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye müsahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur.” S:321

Bu kısımda da nefsin hevasına uyma, yani def’-i mefasid yapmamak bozulmaya, yani hakaik-i imaniyenin ve Kur’aniyenin zahirî manasını aklına alıp vicdanî hislere alınamayacağına ve kemalat-ı maneviyenin de fiile çıkamayacağına dikkat çekiliyor. 

“Nitekim bazı rivayetlerde, âhizzamanda ümmetin Kur’an okuyacağı fakat boğazlarından aşağı geçmiyeceği (yani vicdanda, kalbde seciyeleşmiyeceği) bildirilir.” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi 3969/1. parağraf)

“İlim ikidir. Kalbde sabit olan ilim, faydalı olanıdır. Eğer ilim sa­dece dilde olursa, bu, kıyamette Allah’ın kulları aleyhindeki durumlarında hücceti olur.” (Ramuzul Ehadis sh. 223)

Hakikat böyle olmakla beraber, bu asırda kolay bir kurtuluş çaresinin tevazuyu, yani terk-i enaniyeti esas alıp hizmet-i Nuriyede kitabın sarih beyanlarına bağlanmakta olduğunu nazara veren Hz. Üstad diyor ki:

“Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.”K:105

“Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir.”K:123

İşte en avam kişi dahi kitapdaki açık beyanları esas alarak onlara tevilsiz bağlı kalınca, o esaslardaki derin hikmetleri bilmese de Kur’anî istikamete tebaiyet etmiş olur ve kurtulur. Bu ise, en kısa ve kolay kurtuluş yoludur.

Esasen Kur’an bütün bahisleriyle ve dersleriyle bir bütün olup bütün cihetleriyle birbirini takviye eder ve birbirinden ayrılmaz bir külldür. Bu nokta-yı nazardan Hz. Üstad şu bilgiyi veriyor:

Kur’an “İnsana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci' olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi' bir Kitab-ı Mukaddes'tir.”S:366

İşte burada sayılan Kur’anın hususiyetleri heyet-i umumiyesi itibariyle bir bütün olarak hakaik-i Kur’aniye manzumesidir.

Netice: Bu derste, kainatta en büyük hakikat olan iman ve kemalat-ı kalbiye ve ruhiyeyi kazanmak için def’-i mefasidin vesileliğinin öncelikle ele alınması gereken bir sebeb olduğu nazara veriliyor.  

 

1 Yani takriben 1945’lerde

2 1996-1997 ve sonrası

3 Muayyen ictimaî hayat şartlarının muaayyen neticeleri vereceği ictimaiyat ilminde medar-ı bahistir diye hatırlatılıyor.

4 Dünya hayatındaki müsbet-menfi her türlü anlayış ve yaşayışa alâka duyulup kabul gösterilmesi halinde ruhda yerleşip ruh beraberliğinde ebedî âleme giderler. Gerçi daha başka manevî kayıd levhaları varsa da, asıl tesbit ruhdadır. İşte günahlara ciddi tövbe edilmesi halinde o günahlar ruhda yerleşemiyor. Yani istiğfarla silinirler. Onun için dinde samimi istiğfara ehemmiyet verilmiştir. Meselâ şu müjdeli beyanlara dikkat gerek:

“.....ehl-i iman ve taat için -hüsn-ü hatime şartıyla- ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını; yüzde yüz ihtimal ile sefahet ve haram ve itikadsızlık ve fıskta devam edenler -tövbe etmemek şartıyla- ya i'dam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye i'lamını alacaklarını...” Ş:196

İşte bu kısımda, samimi tövbe etmekle o günahların imha edilmesi müjdesi var. Ancak hukuk-u umumiye ve diniyeye yapılan zararlar, düşündürücüdür.

Keza,Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem'in vücudu değil korkutmak, belki sana Cennet'in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.” Ş:229

“İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymetdar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir.” Ş:478 gibi pekçok beyanlar, samimi tövbe ve istiğfarın günahları sildiğine bakan müjdelerdir.

5 Evet, İslâmiyet, iman ve ubudiyet tekâmül şartlarıdır. Ubudiyetin manası, şeri’atta gösterilen bütün emir ve yasaklara uymak gayretini gastermektir.

6 Sahabelerin nazarı âhirete müteveccih olduğu şöyle beyan ediliyor:

“.....selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile, kapatılmayacak

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık