DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

DELİL

(İstidlal manasında)

1- İmanın asıl delili aklî olmaktan daha çok hads ve ilhama dayanır:

“Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünunidi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan.

En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman.

Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir, dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa; ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman.

Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman.

Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı iman... Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.1 S:732

2- Hz. Üstad, geçmiş zamanlardaki teslimiyetli müslümanlara delilsiz beyanatlar makbul iken, bu zamanda Risale-i Nurun daha çok Kur’andaki temsilleri tercih ettiğini ifade eder:

“Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur;2 taklid değil tahkiktir; iltizam değil, iz’andır;3 tasavvuf değil hakikattır; dava değil, dava içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtından bir şu’lesini; acz u za’fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ana ait yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.” M:376

Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasılki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve isbat edilmiş olur. Yahut اَنْ يَضْرِبَ ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasıl ki sikke; gümüş ve altına kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri defetmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belegat sahasında işler ve güzel bir cadde olduğuna ima edilmiştir.” İ:168 (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Temsil maddesi)

“Meselâ

وَمِنْ آيَاتِهِ أَن تَقُومَ السَّمَاء وَالْأَرْضُ بِأَمْرِهِ

ثُمَّ إِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِّنَ الْأَرْضِ إِذَا أَنتُمْ تَخْرُجُونَ

âyetiyle, şöyle bir üslûb-u âlî ile saltanat-ı rububiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyle ki:

“Gökler ve zemin; iki muti’ kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i sür’atle ve itaatle “Lebbeyk!” deyip, meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar.”

İşte haşir ve kıyameti ne kadar mu’cizane bir üslûb-u âlî ile ifade edip ve o davanın içinde bir delil-i iknaîye işaret ediyor ki: Bilmüşahede nasılki zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler; nasıl kemal-i intizam ve sür’atle haşrolup her baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahşer-nümun suretini alırlar; öyle de, haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder.4 M:392

وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَاْلاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ   Bu âyet, nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.” Evet bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fakihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşe’leri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurub makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki; zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir.” demeğe mecburdur.5 Ş:156

3- Delilleri olan Risale-i Nur:

“Güya nasılki asr-ı saadette Kur’andaki iman hakikatlarına alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübin’in davalarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrar ile تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ٭ تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ٭ تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ  fermanlarıyla Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarîsiyle o âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlarının hüccetleri ve hak Kelâmullah olduğuna delilleri olan Resail-in Nur’a mana-yı işarîsiyle alâmet ve bürhan ve emare ve delil manasıyla âyâtın âyetleri diye tekrar ile تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’an hesabına bu asra ve bu asırdaki Resail-in Nur’a çeviriyor itikad ediyorum.” Ş:708

4- Risale-i Nur delillere dayanır:

“İlm-i Mantık’ta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmektir. Mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i Mantık’ta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır. Çünki ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.”   E:91

5- Bin bürhan kuvvetinde tesir eden a’zamî derecede maddi ve manevi istiğna:

“Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nur’da buldukları öyle bir hakikattır ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksad içine girmeyecek ve hiçbir şübhe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak; dünya maksadları ona karışmayacak; tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikata ve sadık naşirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.

Evet o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu hakikatı, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksad taşımıyorlar; elbette o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattır diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır; ve “İslâmiyet’te bir hakikatsızlık mı var?” diye daha evhama düşmeyecekler.” E:215

Bu kısımda hizmet ehlinin iman hizmetinde ne maddi ne manevî hiçbir şahsî menfaatı takib etmemelerinin lüzumu beyan edildi.

Hâlık-ı Âlem’i bize tarif ve ilân eden deliller ve bürhanlar, lâyüadd ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu “kitab-ı kebir-i kâinat”tır.

İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır.” Ms:21

6- İmanî meselelerde delilin neticeden daha zâhir ve malûm olması lâzımdır.

S: Ulvî ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzım iken, mübhem bırakılmıştır?

C:Bu gibi mes’elelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünki Kur’an, istitradî ve tebaî olarak Cenab-ı Hakk’ın zâtına, sıfatına istidlal için kâinattan bahsediyor. İstidlalin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah’ın azametini anlayınız.” demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek îcabeder. Maahaza ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş’et etmez. Çünki onlar da istifade ediyorlar. Amma mes’ele makuse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünki fehimleri kasırdır.” Ms:232

7- Delilsiz tasvir-i müddeanın esas olmadığını anlatan Hz. Üstad şöyle diyor:

“Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi.6 Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.

Vakta ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz... Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.7 Mu:36

8- Delilin yakîniyetten düşmesi:

“Vaktaki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin لاَ اَصْلَ لَهُ demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir” Mu:63

Keza, “O mevzuat8 ve mahmulâtın9 keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise; Kur’an onlara kat’iyy-üd delalet değildir. Belki “âmm hassa, delalet-i selâseden10 hiçbirisiyle delalet etmez” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ11 ile tasavvur etmek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki, Kur’an onlara delalet etmez fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.Mu:67

S- Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi görünüyorlar.

C- Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.

S- Neden hüsn-ü zannımıza sû’-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi; kabul etmedin. Demek sen onların tarafdarlığı için demiyorsun. Demek hak tarafdarısın...

C- Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.12 Mü:15

9- İcma-ı ümmet şeriatta bir delil-i yakînîdir;

“S: Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?

C: Zîrâ tecrübe, hamiyet, nur-u kalb ve nur-u fikri cem’edenler vezaifeye kifayet etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette de meyl-üt tahrib meleke olmuş. Tamire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tamir ise, eskisine bir derece meyl ile istidadları pek müsaid değildir. Demek bize bir nesl-i cedid lâzımdır.

Bunu da cidden söylüyorum: Eğer meşveret, şeriattan bir parmak müfarakat ederse, eski hal yüz arşın ayrılmıştır.

S: Neden?..

C: Bir ince teli rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtima’ ve ittihad ile hasıl olan habl-ül metîn ve urvet-ul vüska’ değme şeylerle tezelzül etmez. İcma-ı ümmet, Şeriatta bir delil-i yakînîdir. Re’y-i cumhur şeri­atta bir esastır. Meyelân-ı amme Şeriatta muteber ve muhteremdir.” AB:417

Muhteva:

1- İmanın asıl delili aklî olmaktan daha çok hads ve ilhama dayanır.

2- Hz. Üstad, geçmiş zamanlardaki teslimiyetli müslümanlara delilsiz beyanatlar makbul iken, bu zamanda Risale-i Nur’un daha çok Kur’andaki temsilleri tercih ettiğini ifade eder

3- Delilleri olan Risale-i Nur

4- Risale-i Nur delillere dayanır

5- Bin bürhan kuvvetinde tesir eden a’zamî derecede maddi ve manevi istiğna

6- İmanî meselelerde delilin neticeden daha zâhir ve malûm olması lâzımdır.

7- Delilsiz tasvir-i müddeanın esas olmadığını anlatan Hz. Üstad şöyle diyor

8- Delilin yakîniyetten düşmesi

9- İcma-ı ümmet şeriatta bir delil-i yakînîdir.

 

1 Yani hakikî dinî hayat, def-i mefasid dairesinde şuur-u imaniye ile kazanılan kemalat-ı kalbiyeye istinad eder diye elzem bir irşaddır.

2 Şehadettir, şuhuddur; yani görünen eserlerden eser sahibini bilmektir.

3 İltizam değil, iz’andır; lüzumlu görüp tarafdar olmaktan daha çok, ihtiyaç duyup benimsemektir.

4 İşte bu temsil, delil-i iknaiyeye bir misaldir.

5 Yani bir hurmanın icadı için dünya ve güneşin icadı ve dünyanın güneş etrafında döndürülüp mevsimleri getirmek gerektir.

6 İknaiyat-ı hitabiye burada en câmi şekilde izah edildi. Yani 5 hususiyet gösterildi ve zamanımızın mevcud şartlarında tahkik mesleğinin lüzumuna dikkat çekiliyor.

7 Yani Risale-i Nur’un esas mesleği tahkiktir. Hakiki Nurcu bu mesleği tercih etmelidir.

8 Bir mesele hakkında anlatılan hususları

9 Mesele hakkında söylenen ihtimalî manalar.

10 Mutabıkıye, iltizamiye delaletleri

11 Yani bir sebebten dolayı

12 Yani bir meselenin doğruluğunun tesbiti o meselenin dayandığı delil ve verdiği neticeye göre olur diye hakikatın tesbit unsurunu gösteriyor.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık