بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
EDEBİYAT
“Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifade sanatı. Bu sanatla uğraşan ilim kolu.
Edebiyat, tesirli ve güzel ifade etmek sanatı olduğu için, evvela hak ve hakikat öğrenilmelidir. Zira hakikata âşina olmıyan, edebiyatla neyi anlatacaktır? Edebiyat netice değil, vesiledir. Hak ve faydalı yolda kullanılırsa iyi, bâtıl ve zararlı yolda kullanılırsa kötü olur. Evet bir rivayette şöyle buyruluyor.
1 أَخْوَفُ مَا أَخَافَ عَلَى أُمَّتِي كُلُّ مُنَافِقٍ عَلِيمُ اللِّسَانِ
Yani: Ümmetim hakkında ziyade korktuğum şeylerden biri de, cerbeze-i lisaniyesi olan herhangi bilgiç münafıktır, mealindeki hadis-i şerif edebiyatın şer ve şerirlerinden ümmeti ikaz eder. Burada geçen cerbeze-i lisaniye, şöyle tarif edilir:
“…Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.” İ:23
Kur’an (6:112) âyetinde, batılı telkin eden insî ve cinnî şeytanların aldatıcı, yaldızlı ve parlak sözlerinin şerrinden ümmet ikaz edilir
Edebî ifadelerin de meşruiyet şartları vardır. Evet “lafızperestlik nasıl bir hastalıktır... öyle de; suretperestilk ve üslubperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik2 şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı içn, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla... ve suret-i manaya3 haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla... ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla, ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla... ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.” Mu:88
Aşağıda dercedilen ve bir derece manzum olan parçada:
1- Hüsün ve aşk,
2- Hamaset ve şehamet,
3- Tasvir-i hakikat olarak edebiyatın üç sahası bulunduğu ve her üçünün de müsbet ve menfi olarak ikiye ayrıldığı izah edilir.
Mecmua, roman, sinema, radyo ve televizyon gibi neşir vasıtaları, edebiyatın bu üç sahasının menfi kısmında çok büyük manevi tahribat yapabilir. Çünki aşağıda izah edilen ve üç sahada hükmeden menfi edebiyat, milli bünyeye ancak bu vasıtalarla ve bilhassa televizyonla yayılır.
İşte edebiyatın mezkûr üç menfi ciheti, televizyon gibi neşir vasıtalarıyla yayıldığı için, bu âletlerin şer’î hükmünü sonunda beyan eden yazı şöyle başlıyor:
“Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez.4 Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvarî nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.5
Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefislerde zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata sanat-ı İlahî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbde de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakiki fayda vermez.
Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fıstanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.6
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred7 aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sani’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.
Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvi hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.
Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile8 kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
Kur’anın edebi ise: öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı ilahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tehabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istinas, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvi verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediyye (A.S.M.) lehviyatı istemez.
Bazı âlat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.” S:736-738
İşte burada umumi bir ifade ile (âlat-ı lehvin tahrimi) yani günah ve sefahete âlet edilen cihazların haramiyeti kat’iyetle beyan ediliyor.
Bu kısım yukarıdaki parçanın ifade ettiği hakikatı özetleyen bir bahistir. şöyle ki:
“Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur'anın ilmî ve amelî i'cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur'anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş'e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur'anın verdiği hüzündür. Amma neş'e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neş'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın verdiği neş'edir. İşteقُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ifade ettiği azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalağalı bir belâgat için muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalağa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vaki' bir surettedir.” S:411
Yine Kur’anın edebiyat mu’cizeliği hakkında Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“O suretin bir vechi şudur ki; yani, Kur'andan tereşşuh etmeyen ve Kur'anın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'anı tanzir edemez, demektir.9 Hem edememiş ki, gösterilmiyor. İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur'anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.” S:412
Merhum Hulusî Ağabey mektubunda lafzî edebiyata atfen diyor ki:
“Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur'an'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman, üstadımı temsil eder bir hâl alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyor telakki ediyorum.” B:62
Osmanlının son devrelerinde edebiyatın su-i istimal edildiğini anlatan Hz.Üstad, şu ikazı yapar:
“Mutaassıblara hücum eden Avrupa'nın kâselisleri herbiri yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde mutaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh-i Geylanî (K.S) medhinde etse idi, tekfir olunacaktı.
Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?!.
Esefa! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus şâirane, müfritane, edebşikenane, hodpesendane olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.
(49:12) وَ لاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا 10
Te'dib-i hakikîye karşı edebsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyet'e karşı olan ta'rizat-ı zımniyelerini o kâselislerin yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmek ile iktifa ederiz.
Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betra tesir etmiştir. Bence en müdhiş maraz asabiliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle, aks-ül amel yaptırır.” STİ:70
Hz.Üstadın edibler hakkındaki şu ikazları çok ibretlidir. Şöyle ki:
“Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı fasidle, yani taşrayı İstanbul’a ve
İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifbâ okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz.” D:17
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır.
Bildiğime göre edibler edebli olurlar.
Edebsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumî böyle karmakarışık olsa; şahid olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.
Muarradır feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan
Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna
Çekildik neşve-i ümidden, tul-i emellerden
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leyladan istiğna...” D:46
Netice olarak deriz ki edebiyat, hakaik-ı Kur’aniyeyi ve meşru düşünceleri iyi beyan etmek vesilesidir. Hodfüruşluk vasıtası değildir.
1 H. G.hadis: 6 ve K.H. hadis: 160
2 Manzum yazılan satırların ses bakımından aynı olması
3 “Suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aittir.” Mu:45
“Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan’da “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya raci’ değildirler.” Mu:15
4 Yani kâmil insanların hoşlandığı manevî zevklerden, sefih insanlar hoşlanmaz. Bu durum ise, fıtrî bir kanundur. Yani Avrupaî müziklerden hoşlanan kalbde manevî his gelişmez.
5 Evet, Kur’andan hoşlanmadığı gibi onun hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’dan da sıkılır.
6 “Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor.” diye Gençlik Rehberinde hatırlatılıyor.
7 Güzelliği zatında bulunup başka şeylere bağlı olmayan güzellik. Mesela: vücud, hayat ve iman gibi ki bunlara hüsn-ü mücerred deniliyor.
8 Allah’ın kâinatı yaratmasından sonra kâinattan alakası kesildiği şeklindeki batıl bir felsefî anlayıştır.
9 Kur’an sonsuz ilim ve hikmet-i İlâhiyeden geldiği için, dinden kopuk beşerî anlayış ve düşüncelerin o sonsuz hikmetin gayelerine uygun söz söylemesi imkânsızdır.
10 Bu ayetin tamamı, meşru olmayan gıybet ve gizli halleri araştırmak olan tecessüs ve su-i zan etmeyi haram kılar.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.