بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
RİSALE-İ NUR’UN EDEBÎ CEPHESİ
Mana ve hakaika müteveccih olmayan ve heyecan ve hislere hitab eden edebiyat, makbul değildir:
“Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me'nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric'iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vakta ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz... Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba' etmiyor. Bürhan isteriz.” (Mu:36)
Evet, nazım ve ifadeler manaya bakıp mana-yı lafza feda etmemek gerektir. Muhakematta bu incelik hususu şöyle ifade edilir:
“Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a'cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî'nin melekesi denilen belâgat-ı Kur'aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san'atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:
Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab'dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma'kesidir... Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır'av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.
Zira acemîler sû'-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir... Yani ne kadar bir mesafe kat'ederse önlerine çok müşa'şa' sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.
Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san'atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat'ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ'caz ve Esrar-ül Belâgat'ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır...
Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.”(Mu:86)
“Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in'ikas eden hakikatın şualarını temessül eder. Güya kendi san'at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder. Evet kelâmda hakikat olmaz ise de, en ekall şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sünbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi'e hayretten başka bir faide vermez.” (Mu:102)
“Beyanın selâmet ve sıhhatı ise; hükmü, levazım ve mebadisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla isbat etmektir. Şöyle ki: Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadisinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevab olan kuyudatıyla tekallüd etmek gerektir. Demek kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pekçok muhakematın zübdesi olduğundan, gayet ulvî olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem' edemezler; eğri nazar ile bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp, etrafına bir sur çekmiştir. Yani mevzu veyahut mahmulü takyid ile.. veyahut tavsif ile.. veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsaid noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevab hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir. Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.” (Mu:108)
“Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil'at-ı üslûbu tevzi' ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh'a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif'in ve Nasıruddin-i Tûsî'nin sade olan ma'rez-i kelâmları gibi...
İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir'in "Delail-ül İ'caz" ve "Esrar-ül Belâga"sındaki müşa'şa' ve parlak kelâmı gibi...
Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina'nın bazı muhteşem kelâmları gibi... Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lasiyyema Makale-i Sâlise'deki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san'atımın tesiri cüz'îdir.
Elhasıl: Eğer İlahiyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zînet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu' ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.
Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile cemal-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.” (Mu:109)
“Eğer istersen ulûm-u âliyenin آلِيَه kitablarının dibacelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu san'at-ı belâgat çok dakik ve latif olmazsa da; fakat ondaki beraat-ül istihlal, bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu'cizata işaret yolunda Peygamberimizin zâtı, nübüvvetine mu'cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makale'nin dibacesinde kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirine şahid gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddeme'de, inşikak-ı Kamer'e yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu'cizenin kamerini münhasif ve Şems gibi bürhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebeb oldunuz. Buna kıyasen şu hakikate, şu kitabda birçok nümune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice boykotajdır. Hattâ zaruret olmazsa, efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalîbde harice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır olabilir. Zira hakikat birdir. Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.” (Mu:111)
“Bildiğime göre edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumî böyle karmakarışık olsa; şahid olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.” (D:46)
“Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belig-i mukni' olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olmaları da şarttır.” (D:80)
“Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât.. veyahut hikmetin ebatîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: "Budur mana, geliniz, alınız" dediğin vakit alacağın cevab şudur: "Yahu!. İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, nekkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i'caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen âyet ve hadîsin nizamlarına taarruz ettiğinden âyet şikayet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.” (Mu:21)
“Elhasıl: Şeriatın herbir hükmünde Şâri'in bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o hüküm herşeyden müstağnidir. Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma'-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer'î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif!. Bu sözlerinle şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.” (Mu:33)
“Edebî Cephesi:
Eskidenberi; lâfz ve mâna, uslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece uslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini ençok şiirde gösterir.
Diğer zümre ise; en çok mâna ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.
Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir "mücahid", pek tabiidir ki, fani şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan. mehtablardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar lâtif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.
İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur Talebesi "Risale-i Nur Külliyatı" nı mütalâası ile - üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa - hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânasiyle tatmin edilmiş oluyor.
Nasıl tatmin edilmez ki, "Risale-i Nur Külliyatı", Kur'an-ı Kerimin cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, O'nda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır..”(T:19)
“İfade-i meram
Ey bu kitabıma nazar eden zât, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:
Birincisi: Evvelâ işkalat cihetindeki itabıma acele edip hemen kızma. Zira benim bizzât muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler birer silâh-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitab içinde benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım, kitabda olmayan fakat zamirde müstetir elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silâh ve zevk-i hak ise, ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünki lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.
Şu halde nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannukârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi, başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki onlara riya-yı kelâmî ile tasannu ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben şu gördüğünüz müşevveş üslûblarımdan başka lâyık bir libası, âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki, mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum. Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki, bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzât müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-i sabiteden gelip alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarîkından ve sâlihînden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif birşey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip tahlis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın beni mazur görürdün.
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem." Acaba sen bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen hepsini terkedecek misin? Hâyır.
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ $ denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerim'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek muhafaza edilmiş mes'elelerdir.” (Bms:424)
Belâgatın Tarifi:
“Belâgat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur'anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tamim için hazf yapıyor; çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.” (İ:47)
Kinaî ve mecaz ifadeler:
“Malûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikîsi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lafz-ı kinaî" denilir. Ve "kinaî" tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise, o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse; mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misallerinden: (Filanün tavîl-ün necad) denilir. Yani: "Kılıncının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mana-yı aslîsi, maksud değil.” (S:616)
Kim demiş, kime demiş kaidesi:
“Kur'an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur'anın menbaına dikkat edilse, Kur'anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.” (S:430)
Risale-i Nur’un edebî hususiyetlerinden bazıları:
“Edebî Cephesi:
Eskidenberi; lâfz ve mâna, uslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece uslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini ençok şiirde gösterir.
Diğer zümre ise; en çok mâna ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.
Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir "mücahid", pek tabiidir ki, fani şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan. mehtablardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar lâtif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.” (T:19)
Risale-i Nur, fevkalâde müstesna bir edebî üstünlüğe maliktir:
“En meşhur eserlerle bile kabil-i kıyas olmayan ve başlıbaşına bir hususiyeti haiz olan üslûbunda yüksek bir belâgat, fesahat ve selâset ve îcaz vardır. Hattâ Bediüzzaman'ın eserlerini Âlem-i İslâmın ısrarla arzu etmesiyle Arapçaya tercüme ettirmek için büyük İslâm âlimlerine "Asâ-yı Mûsa Mecmuası" götürüldüğü vakit, okumuşlar ve demişlerdir ki: "Bediüzzaman'ın eserlerini ancak kendisi tercüme edebilir. Risale-i Nur'daki yüksek belâgatı ve misilsiz olan fesahat ve îcazı tercümede muhafaza etmekten ve Onun ilmini ihata etmekten âciziz!" Bu suretle o yüksek âlimler, Üstadımızın faziletini ve Risale-i Nur'un kemalâtını göstermişlerdir.
Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak lâfızdan ziyade mânaya ehemmiyet vermiştir. Mânayı, lâfza feda etmemiş; lâfzı mânaya feda etmiştir. Üslûpta okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikatı ve mânayı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risale-i Nur'daki aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı celbeden ve hakikata râmeden o İlâhî cazibedendir ki; çoluğu - çocuğu, genci - ihtiyarı, avâmı - havassı o Nur'a koşuyorlar ve o câzibedar Nur'un pervanesi oluyorlar. Bu hakikatın parlak bir misali olarak geniş bir talebe kütlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.” (T:696)
“Risale-i Nur'da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, nazirsiz, cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman'ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur'la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.
Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, "Viktor Hügo'lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler." demiştir.
Edib ve şâirler, zeval ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ dünyaca meşhur Arab edibleri "Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi" manasında لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلَى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.
Bediüzzaman ise, "Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatta firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmağa vesiledir. Hem hakikî vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm'in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Azrail Aleyhisselâm bugün gelse, hoş geldin, safa geldin diye gülerek karşılayacağım." diyor.” (S:764)
“Duanızın cümlemiz muhtacı ve duanızda bulunmak hepimizin borcudur. Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur'an'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman, üstadımı temsil eder bir hâl alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyor telakki ediyorum.” (B:62)
“Aziz Üstad! Hizmetin göklerde gezsin........ve siz destanlarda geziniz. Fedakâr Üstad! Diyanetten meded almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müdhiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sayesinde mündefi' oluyor.(B:78)
Risale-i Nur'un üslûbu emsalsiz ve hiçbir üslûbla kabil-i kıyas olmayan cazib bir üslûbdur. Bediüzzaman Said Nursî, bir müfessir-i Kur'an olmakla beraber asrımızın en büyük edibi ve kuvvetli bir beligidir. Fakat lafzın gösteriş ve tantanasına değer veren ediblerden değildir. Bilakis en fazla manaya ehemmiyet ve kıymet verip, lafzın hatırı için manadan fedakârlık yapmayan, elbise için vücuddan kesmeyen bir müelliftir. O, zâtına has ve gayet müessir ve gayet cazibedar bir üslûb-u beyana sahibdir.
Bunun için Nur Risalelerinde Kur'an ve iman hakikatları en berrak ve en mükemmel, en cazib ve en müessir bir tarzda izah ve isbat edilmiştir.” (G:260)
“Risale-i Nur Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ kavl-i şerifinin îma ve işaratından şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, "Risale-i Nur", Türkçe'de, lisan üzerinde de imam olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur'un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedeceklerine dair işaret-i Kur'aniyedendir demiş olsam hata etmemiş olurum zannederim.” (E:99)
“(Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi'nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi, neşrine lüzum görülmedi.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَ
لاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ َتْمسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ
âyeti on vecihle Risale-i Nur'a işaret ettiği için biz dahi onu şöyle tarif ediyoruz:
Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı, Hakk'ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te'lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu'cize-i Kur'an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilm ü irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur'andan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahatı seninle dilimizde görüyoruz.
Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başlamasıyla, Kur'an nuru karşısında üdeba ve bülegânın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi, senin de o hududsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve belig ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak u sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.
İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlahî ve arşî bir Nur'un, tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır u hayalinden geçerdi? Bu ne büyük nimet, bizler ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık ya Rabbî!
Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin herbirisine tercüme ve nakil olunan Mevlâna Câmî ve Mevlâna Celaleddin'in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddin'lerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp "Bârekâllah, zehî saadet sana ey Risale-i Nur, hepimize baştacı oldun!" diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlukatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar.” (Ko:83)
“Bugünlerde bana hizmet eden üç arkadaşımızın muvakkaten birkaç gün benden ders almak iştiyaklarına binaen ve eski zamanda talebelerime verdiğim kıymetdar bir hatırayı hayatlandırmak iştiyakına binaen, matbu' Lemaat'ı hergün bir sahifesini ders veriyordum. Hem ben, hem onlar çok hayretle ve takdirle karşılıyorduk. Fikrimize geldi ki: Bu matbu' risalenin, sair matbu' risaleler gibi nüshalarının kalmadığının sebebi, bunun çok kıymetdar olduğunu bilen düşman kısmı intişarına mani' olduklarına ve dost kısmı, kıymeti için elinden çıkarmadığına kanaatımız geldi. Hem gördük ki: Bu Lemaat, Risale-i Nur'un mühim bir kısmının çekirdekleri, tohumları hükmünde gayet güzel vecizelere ve hiçbir edibin ve mütefekkirin muvaffak olamadığı bir tarzla sehl-i mümteni' gibi taklid edilmez, büyük bir hakikat-ı içtimaiyeyi küçük bir vecizede ve manzum bir kitabı mensur gibi, aynı nesirli bir kitab gibi, hiç nazmı hatıra getirmeden kolayca okunacak bir tarzda bulunması, otuzyedi sene evvel Ramazan-ı Şerifin yirmi gününde her gün bir-iki saat iştigaliyle bir tarzda koca bir kitab kadar uzun bir nevi mesnevî yazılması ve içinde yirmi yerde, bir ihtar-ı gaybiye nev'inde haber verdiklerinin otuz-kırk sene sonra aynen meali çıkmış gibi o noktalara elimize geçen bir nüshada işaret koyduk. Gösteriyor ki: Bu Lemaat, Risale-i Nur'un bir müjdecisi ve fihristesi ve bir fidanlık nümunesidir kanaatımız geldi.” (Em:46)
“Dördüncü Âyetin: وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, risalet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında naibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mana-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyeti yapan Risale-i Nur'u efradı içine hususî bir iltifatla dâhil edip lisan-ı Kur'an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.” (Ş:726)
“Dördüncü İşaret: Elli-altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa'y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda te'lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler "tefhim edilmez" deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû'-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâşübhe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'an-ı Kerim'in i'caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur'aniyenin bir temessülüdür ve in'ikasıdır.
Beşinci İşaret: Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur'aniye olduğu gibi, çok tedkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür'atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.
Evet ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki; Ondokuzuncu Mektub'un beş parçası, birkaç gün zarfında hergün iki-üç saatte ve mecmuu oniki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç-dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış; ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış; ve Yirmisekizinci Söz, Süleyman'ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir hakikatları dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te'liften men'etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'aniye olmazsa nedir?
Hem hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise, alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için, her mes'ele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise; şimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduğum halde- sû'-i tesir ve aks-ül amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.” (M:373)
“İhtar
اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye'yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitabda en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim. Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum. Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim. Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi. Fakat ey kari'! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!..
İfade-i meram
Ey kari'! Peşinen bunu itiraf ederim ki: San'at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birdenbire zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi. Sahabelerin gazevatına dair Kürdçe قَوْلِ نَوَالاَسَيِسَبَانْ namında bir destan vardı. Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim. Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat'iyyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, tâ mana anlaşılsın. Her kıt'ada ittisal-i mana vardır. Kafiyede tevakkuf edilmesin. Külâh püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur. Zannımca lafz ve nazım, san'atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.
Şu eserimde üstadım, Kur'andır. Kitabım, hayattır. Muhatabım, yine benim. Sen ise ey kari' müstemi'sin. Müstemi'in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek Ramazanın feyzi olduğundan, ümid ederim ki inşâallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fatiha okur.” (S:693)
Kur’an’ın belâgatı, marifetullah cihetinden varlıklara bakar ve baktırır:
“İkinci Nükte-i Belâgat: Kur'an, beşerin nazarına san'at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincinin misallerinden meselâ:
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّٰهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ
İşte başta der: "Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah'tan başka koca sema ve zemini iki muti hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır."
İkinci fıkrada der ki: "Sizin âzalarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latif kıymetdar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab odur, Mabud da o olabilir."
Üçüncü fıkrada der: "Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak'tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette o yapar. O ihya eder. Madem Hak'tır, hukuku zayi' etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir."
Dördüncü fıkrada der: "Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah'tan başka kim olabilir? Madem Allah'tan başka olamaz; koca kâinatı bütün ecramıyla gayet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlukatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez "Allah" diyeceksiniz." İşte, birinci ve dördüncü fıkra "Allah" der, ikinci fıkra "Rab" der, üçüncü fıkra "El-Hak" der. فَذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ ne kadar mu'cizane düştüğünü anla. İşte Cenab-ı Hakk'ın azîm tasarrufatını, kudretinin mühim mensucatını zikreder. Sonra da o azîm âsârın, mensucatın destgâhı
فَذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ der. Yani "Hak" "Rab" "Allah" isimlerini zikretmekle o tasarrufat-ı azîmenin menbaını gösterir.” (S:416)
“Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur'an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki; sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır. Şu esma onun manaları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْ عظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
İşte Kur'an, hilkat-i insanın o acib, garib, bedi', muntazam, mevzun etvarını öyle âyine-misal bir tarzda zikredip tertib ediyor ki; فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. "Acaba bana da mı vahy gelmiş" zannında bulunmuş. Halbuki evvelki kelâmın kemal-i nizam ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.
Hem meselâ:
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
İşte Kur'an şu âyette azamet-i kudret-i İlahiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki: Güneş, Ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyya; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve arş-ı rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelal'i gösterdiğinden, her ruh işitse بَارَكَ اللّٰهُ مَاشَاءَ اللّٰهُ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ demeye hâhişger olur. Demekتَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.” (S:419)
Yedinci Sırr-ı Belâgat: Kâh oluyor ki âyet; zahirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki; sebeb, yalnız zahirî bir perdedir. Çünki gayet hakîmane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, camiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki; sebebler çendan nazar-ı zahirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulû' eder. Matla'ları, o mesafe-i maneviyedir. Nasılki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki daire-i ufk-u cibalîden semanın eteğine kadar, umum yıldızların matla'ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i maneviye var ki, imanın dûrbîniyle, Kur'anın nuruyla görünür. Meselâ:
فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلَى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَائِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ لاَنْعَامِكُمْ
İşte şu âyet-i kerime, mu'cizat-ı kudret-i İlahiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebata rabtedip en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lafzıyla bir gayeyi gösterir ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takib eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu ve esbab, onun perdesi olduğunu isbat eder. Evet مَتَاعًا لَكُمْ وَ لاَنْعَامِكُمْ tabiriyle bütün esbabı, icad kabiliyetinden azleder. Manen der: "Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su semadan geliyor. O suda, size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebatatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm'in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerim gibi çok esmanın matla'ları görünüyor.” (S:422)
“Ben görüyorum ki: Kur'an-ı Hakîm'in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me'hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me'hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur.” (M:319)
Kur’an’ın edebiyatına karşı medeniyet-i hâzıra edebiyatının mağlubiyeti:
“Nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur'anın ilmî ve amelî i'cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur'anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş'e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur'anın verdiği hüzündür. Amma neş'e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neş'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın verdiği neş'edir. İşte قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ifade ettiği azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalağalı bir belâgat için muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalağa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vaki' bir surettedir.
O suretin bir vechi şudur ki; yani, Kur'andan tereşşuh etmeyen ve Kur'anın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'anı tanzir edemez, demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor. İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur'anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.” (S:411)
اولاشماز دست أدب غرب هوسبار هواكار دهادار
دأب أدب أبد مدت قرآن ضيابار شفاكار هدادار
Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur'anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlahî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalaletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz."
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'andaki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sani'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.
Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.
Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
Kur'anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem'iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istinas, o cem'iyet içinde mahzunu vaz'ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
Kur'anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.
Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur'anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.” (S:736)
“Ey kardeş bil ki! Maksud-u hakikî olan tevhide biaynelyakîn ulaştıran kapılar, yollar ikidir. Birisi: Geniştir, afakîdir. Bir nebi veya bir resule kesbsiz İlahî bir davetle açılmasından başka, gayrilere kapalı ve mesduddur. Bu kapıdan kesb ile afak meydanında ve Zâhir isminin daire-i tecellisi altında girip onda yürümek isteyen adam, eğer bürhanî vusul üzerinde âfâk ve kesreti iktisar etse ve matlubun tecellisini bulmak üzere nazarını bürhanlarda hasretse ve tavr-ı aklının mâfevkinde olan nübüvvet tavrına inkıyad ve teslimi de rehber ittihaz ederse ona bir beis yoktur. Fakat terakki ettikçe maksuddan uzaklaşacaktır. Şayet o şartları tecavüz etse, ضَلَّ ضَلاَلاً بَع۪يدًا tokadını yiyecektir.
Hususan aklıyla beraber kalbini dahi o meydanlara gönderir ise ve ecnebilerin şirk ve ta'til üzerine müesses olan edebiyatının memesini emen zevk-i nefsiyesiyle beraber, şirk-i hafîyi tazammun eden nefsin enaniyetini de o yoldaki terakkisine merdiven ve basamak yaparsa, elbette dalalet derelerine yuvarlanıp, şeytanların pençesine düşecektir.
İkinci kapı ise: Daima açıktır ki, ism-i Bâtın canibinden ve enfüs dairesi içinde kalb tarafından başlanır. Bunun anahtarı yalnız mahviyet ve terk-i enaniyettir.
İşte ey fâsık ve mağrur edibler! Nereye gidiyorsunuz? Yol orada değil, dalalete gidiyorsunuz. Dalalete götürüyorsunuz.” (Bms:182)
Kur’an’da hata zannolunan bazı ayetlerin harikalığının izahı:
“Sual: Belâgat ve hidayetten maksad, hakikatı vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken; müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?
Cevab: Malûmdur ki, Kur'an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci'dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur'anın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev'-i beşer derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden, öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.
Hülâsa: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz'etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usûle mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur'anın i'caz vecihlerinden biri odur ki; nazmı, öyle bir üslûbdadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.” (İ:39)
“Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım. وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا ilââhir olan âyet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri'in cumhuru irşad etmekte takib ettiği maksaddan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur'an hakkında çok şek ve şübhelere maruz kalmışlardır. O şek ve şübhelerin menşei üç emirdir.
1- Diyorlar ki: Kur'anda "müteşabihat ve müşkilât" denilen, hakikî manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i'cazına münafîdir. Zira Kur'anın i'cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.
2- Diyorlar ki: Yaratılışa ait mes'eleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafîdir.
3- Diyorlar ki: Kur'anın bazı âyetleri zahiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ı vaki' oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur'anın sıdkına muhaliftir.
O heriflerin zu'mlarınca Kur'ana bir nakîse ve şek ve şübhelere sebeb addettikleri şu üç emir, Kur'an-ı Kerim'e bir nakîse teşkil etmez. Ancak Kur'anın i'cazını bir kat daha isbat etmeye ve irşad hususunda Kur'anın en belig bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadık şahid ve kat'î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir, hâşâ Kur'an-ı Kerim'de değildir.
Evet وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ آفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ şâirin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta'yib ediyorlar veya ayı gibi elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur'anın o yüksek i'cazına yetişemediğinden, ta'yib ediyorlar.
Kur'an-ı Kerim'de müteşabihat vardır dedikleri birinci şübhelerine cevab: Evet Kur'an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev'-i beşerdir. Nev'-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ Cenab-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir.
Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'an-ı Kerim'in ince hakikatları, اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk'ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'an-ı Kerim'in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dûrbîn veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.” (İ:115)
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Bugünlerde Sure-i Ankebut'ta, مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ âyetini okurken birden şiddetli bir vehim geldi ki: "En zayıf hane örümceğin hanesidir. Allah'a şerik yapanlar faraza bilseler yani, imana gelmeyen Kureyş rüesaları eğer bilseler..." manasında olan bu âyetin belâgatına münasib bir vaziyet görülmedi.
Birden aynı zamanda Zülfikar Mu'cizat-ı Ahmediye'yi tashih için açtım. Birden şu satırlar nazarıma ilişti: "Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir şöhret ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-i Sıddık ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassün ettikleri Gâr-ı Hira'nın kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi, hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir.
Hattâ rüesa-yı Kureyş'ten, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın eliyle Gazve-i Bedir'de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: Mağaraya girelim. O demiş: "Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Muhammed (A.S.M.) tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir."
Birden bu âyet-i kerimenin iki harfinde yani لَوْ harflerinde bir mu'cize gördüm ki, benim vehmim yerine yüksek bir lem'a-i i'caz bildim. Şöyle ki:
Sure-i Ankebut Mekke'de nâzil olduğu için Kureyş'in imana gelmeyen reisleri Peygamber (A.S.M.)a sû'-i kasd edeceklerini ve o sû'-i kasdın içinde en zayıf ve en küçük bir hayvan olan bir örümcek o reislerin o şiddetli hücumlarına karşı mukabele edip galebe edecek. Yani örümceğin hanesi olan ağ en zayıf bir perde iken o kuvvetli reisleri mağlub edeceğini göstermekle âyet diyor ki: "En zayıf bir hayvana mağlub olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve bu sû'-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi." İşte الْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ âyetinde bir kelime ile bir mu'cize-i tarihiye gösterildiği gibi Mekke'de nâzil olan bu surenin de, bu لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ âyetinde görülen remz ile Gâr-ı Hira hâdisesinde hârika bir hıfz-ı İlahîye ve ihbar-ı gaybî neviden bir mu'cize-i Nebeviyeye işaret ile bir lem'a-i i'caz gösterip o sureye Ankebut namı vermek ve onun ehemmiyetsiz ağına ehemmiyet vermek tam yerinde olup, bu âyete gelen şübhe ve evhamları esasıyla reddettiğini gördüm. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükrettim ki, Kur'anın surelerinde ve âyetlerinde hattâ cümlelerinde ve kelimelerinde de i'caz lem'aları olduğu gibi, harflerinde de vardır bildim.” (Em:127)
“BEŞİNCİ SEBEB: Ehl-i hidayetin ihtilafı ve adem-i ittifakı za'flarından olmadığı gibi; ehl-i dalaletin kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin ittifaksızlığı, iman-ı kâmilden gelen nokta-i istinad ve nokta-i istinaddan neş'et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin ittifakları, kalben nokta-i istinad bulmadıkları itibariyle za'f ve aczlerinden ileri gelmiştir. Çünki zaîfler ittifaka muhtaç oldukları için, kuvvetli ittifak ederler. Kavîler ihtiyacı tam hissetmediklerinden, ittifakları zaîftir. Arslanlar, tilkiler gibi ittifaka muhtaç olmadıkları için ferdî yaşıyorlar. Yabanî keçiler, kurdlardan muhafaza için, bir sürü teşkil ederler. Demek zaîflerin cem'iyeti ve şahs-ı manevîsi kavî olduğu gibi, kavîlerin cem'iyeti ve şahs-ı manevîsi ise zaîftir. Bu sırra bir işaret-i latife ve zarif bir nükte-i Kur'aniyedir ki ferman etmiş: وَ قَالَ نِسْوَةٌ فِى الْمَدِينَةِ Müenneslerin cemaatine, iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan قَالَ buyurması; hem قَالَتِ اْلاَعْرَابُbuyurmakla müzekkerlerin cemaatine, müennes fiili olan قَالَتْ tabiriyle, latifane işaret ediyor ki: Zaîf ve halim ve yumuşak kadınların cem'iyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi reculiyet kazanır. Müzekker fiilini iktiza ettiğinden وَ قَالَ نِسْوَةٌ tabiriyle, gayet güzel düşmüş. Kavî erkekler ise, hususan bedevi a'rab olsa; kuvvetlerine güvendikleri için cem'iyetleri zaîf olup hem ihtiyatkârlık, hem yumuşaklık vaziyetini aldığından, bir nevi kadınlık hasiyeti takındıkları için, müennes fiilini iktiza ettiğinden قَالَتِ اْلاَعْرَابُ müennes fiiliyle tabiri tam yerindedir. Evet ehl-i hak gayet kuvvetli bir nokta-i istinad olan iman-ı billahtan gelen tevekkül ve teslim ile, başkalara arz-ı ihtiyaç edip, muavenet ve yardımlarını istemez. İstese de gayet fedakârane yapışmaz. Ehl-i dünya, dünya işlerinde hakikî nokta-i istinadlarından gaflet ettiklerinden, za'f ve acze düşüp, şiddetli bir surette yardımcılara ihtiyacını hisseder; samimane, belki fedakârane ittifak ederler.”(L:153)
“İkinci Mes'ele: ثُمَّ hakkındadır.
Ey arkadaş! Bu âyet, Arz'ın semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder veوَ اْلاَرْضَ بَعْدَ ذلِكَ دَحَيهَ âyeti de semavatın Arz'dan evvel halkedildiğine dâlldir. Ve كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırdedilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip "zebed" köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızlarıiçine zer'etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in'ikad etmiş, vücuda gelmiştir.
Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu Arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:
"İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik" manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile Arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَ كَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte Arz'ın -hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat Arz'ın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binaenalâhâzâ o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.” (İ:187)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.