بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
EMR
1- Ruh, kanun-u emr-î tekvinîdir:
Evet, “Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti; zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla, dağdağalı inkılablar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.” S:76
2- Eşyanın icadı, emr ile ve def’î olduğunun izahı:
“Ey nefs-i bîhuş! Diyorsun ki: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi âyetler, vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def'î olduğunu ve اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ Hem صُنْعَ اللّٰهِ الَّذِى اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ gibi âyetler; vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san'atla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Kur'anın feyzine istinaden deriz: Evvelâ, münafat yoktur. Bir kısım öyledir: İbtidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi...” S:195
Bu gelen parçada geçen emr-i tekvini Allah’ın sonsuz kudretiyle koyduğu yaradılış kanununun hakikatını anlatır. Şöyle ki:
“Evet insan bir çekirdeğe benzer. Nasılki o çekirdeğe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli proğram verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidad lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemal bulsun. Eğer o çekirdek, sû'-i mizacından dolayı ona verilen cihazat-ı maneviyeyi, toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarfetse; o dar yerde kısa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o manevî cihazatını فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى nın emr-i tekvinîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla küçücük cüz'î hakikatı ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır.” S:321
Emr-i itibarîye ve ademîye tabirleri aslında vücudu olmayıp, düşüncede var sayılan şeyleri ifade eder. Evet, “Küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev'inden olduğu için, cüz'-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir.” S:465
Emr-i itibariyi anlatan diğer bir parça dahi şöyle:
“Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref'etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Şu şerdir, yapma." Evet eğer abd hâlık-ı ef'ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref' olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.” S:467
Bu parçada geçen “illet-i tamme”, bir şeyin meydana gelmesi için gereken sebeblerin varlığı ve kudret-i İlâhinin tecellisini ifade eder.
Kanun-u emrî olan ruh-u beşer meselesini tekrar ele alıyoruz:
“Onuncu Söz'ün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zahirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünki sureti, hadsiz hâfızalarda bâki kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemal-i intizam ile, zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâki kalır. Elbette gayet cem'iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat'iyyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin? Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen proğramını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzeval hakkında "Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder" denilir mi?1 ” S:516
“Ruh, Vücud-u Haricî Giydirilmiş Bir Kanundur
Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.
Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.
Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir.
Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef eder.
Eğer enva’daki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.
Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.” S:702
“Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki en zaîf olan kavanin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar. Çünki dikkat edilse, maruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sabite vardır ki, bütün tegayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor. İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir. Bir nev'e gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi caridir. Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi' bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-ı zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bâkidir.” S:517
“Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır. İşte madem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki ruh dahi Kur'anın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'îdir, lâyıktır. Çünki zîvücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki zîhayattır.” S:518
“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a'zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Cenab-ı Hakk'ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve a'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile herşeyi bilir ve hâkeza...” S:687
“Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler, ancak ilim ile irade ve emrin enva'a olan tecellilerinin isimleridir. Evet kanun emirdendir, namus iradedendir. İşte kâinat müsebbebatın lisanıyla اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ile Hâlık-ı Hakikî'yi ilân ediyor.
Ve keza kâinat sahifesinde pek büyük bir itina ve ihtimam ile hârika bir tarzda yazılan nakışlar, münferiden ve müçtemian, gayr-ı mütenahî bir kudreti iktiza ettiklerinden, kâinat da bir Vâcib-ül Vücud, bir Hâlık-ı Kadîr'in vücuduna bizzarure delalet eder ki, o Hâlık'ın tesir-i kudretine nihayet olmadığından, şeriklerden bilbedahe müstağnidir, şerike ihtiyacı yoktur.” Ms:59
“Esbab denilen şeyler ancak bahanelerdir. Vesait ise ancak zâhirî perdelerdir. Ve eşyanın tabiatlarındaki havass ve hâsiyetler dedikleri şeyler de, ancak birer isim ve ünvandırlar. Veya ezelî ve gayr-ı mütenahî ilim ve iradeye dayanan, belki ilim ve iradeyi tazammun eden nuranî ve gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliye lemaatının tecellilerine birer camid cam parçaları mesabesinde olan şeylerdir.” BMs:101
Yani kavanîn ve nevamis, kâinatta zaman ve mekânları istila ederek tecelli eden esma-i İlahiyenin mukannen, ardısıra zuhurlarına isimler olduğu anlatılıyor.
3- Zerratın “Kün” emrine imtisalen matlub bir şekle girmesi sırrı:
“Cenab-ı Hak kâinatı teşkil eden zerratı, şeriat-ı fıtriyesine müsahhar ve muti' ve evamir-i tekviniyesine de münkad ve mümessil kılmıştır. Bir arı, "Kün" emrine imtisalen matlub bir şekle girdiği gibi, herhangi bir hayvan da aynı emre imtisalen irade edilen vaziyetlere girer.” Ms:190
4- Emr-i vehmîden ibaret olan câzibe-i umumiye:
“Ey arkadaş! Cenab-ı Hakk'ın pek ince âsâr-ı san'atından ve pek yüksek acaib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek, yalnız tabiat denilen şu âsâr ve esbabdan, en zahir olan in'ikas ve irtisam keyfiyetine bak. Meselâ: Bir âyineyi semaya karşı tuttuğun zaman semayı irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıyla celbedip âyinede in'ikas ve irtisam ettiren illet-i müessirenin, âyinenin yüzündeki hasiyet olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Hâşâ! Veyahut hakikatta bir emr-i vehmîden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, Arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telakki ve kabul edebilir misin? Hâşâ! Bunlar ancak şart ve sebeb olabilirler, illet-i müessire olamazlar.
Hülâsa: İnsan sathî ve gayr-ı kasdî bir nazarla bâtıl ve muhal bir şeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatına veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat talib ve müşteri sıfatıyla kasden ve bizzât dikkatle bakacak olursa, onların hikemiyat dedikleri o bâtıl mes'elelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak bütün siyasîlerin hikmetini ve hükemanın akıllarını zerrelerde farzetmekle eblehane kabul eder.” İ:90
Burada esma-i İlahiyenin kayyumiyetle tecellisine dikkat çekiliyor. Yani illet-i müessire yalnız Vâcib-ül Vücuddur.
5- Emr-i tekvinînin külliyetinden bir cihetinin izahı:
“وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ Bu cümledeki emir, iki kısımdır:
Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahm ile tabir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen muvasala hattıdır.
Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Meselâ ilmin i'tası, manen ameli emrediyor; zekânın i'tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.
İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları marifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi; akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.” İ:174
Hülâsa: Risale-i Nur’da çokça geçen (emr) tabiri ve terkiblerinden bir kısım seçme izahattan alınan bilgi ve bu tabirin ifade ettiği hakikatler dikkatle okunduğunda ciddi bir neticeye varılır. O halde dikkatle okunup dinlenmeli.
Bu dersde: Emr, kanun-u emri, emr-i tekvini, emr-i itibari ve ademi, emr-i Rabbani, emr-i kün feyekün, kün emri, emr-i vehmi ve emsâli tabirlerin kısmen mükerrer izahları verildi.
Muhteva:
1- Ruh, kanun-u emr-î tekvinîdir.
2- Eşyanın icadı, emr ile ve def’î olduğunun izahı
3- Zerratın “Kün” emrine imtisalen matlub bir şekle girmesi sırrı
4- Emr-i vehmîden ibaret olan câzibe-i umumiye
5- Emr-i tekvinînin külliyetinden bir cihetinin izahı
1 Yani emrî kanunlar ebedidirler.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.