بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
ENFÜSÎ
Bu tabir, nefse ait ve nefsin iç yapısı manasına gelir. İnsanın kendi maddi ve manevi varlığına, duygu ve hissiyatlarına bakarak, 30. Söz Ene bahsinde izah edildiği gibi, nefsin harikalığından Allah’ın zat, sıfat ve esmasının marifetini kazanmasının yoludur. Bu enfüsî yol afaki yoldan daha sağlam ve isabetlidir. Bunun zıddı olan afakî yol ise ihatası zor olan geniş kâinat dairesi olduğundan, Risalelerde enfüsten afaka bakmak tavsiye ediliyor. Şimdi Risale-i Nur’dan enfüs ile alakalı bazı kısımların dersine geçiyoruz.
Seyr-i enfüsi ve seyr-i afakî tabirleri hakkında deniliyor: “Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi: Akrebiyetin1 inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır,2 cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir.3 Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp,4 dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zahirden hakikata geçmek5 iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp,6 tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zahir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok meratibden seyr-ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.” S:492
“Otuzbirinci Pencere
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ٭ وَ فِى اْلاَرْضِ آيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَ فِى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ
Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitablarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’andan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:
Onbirinci Söz’de beyan edildiği gibi: “İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.7 ” S:686
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Yüz defadan ziyade, gayet kıymetli bir hakikat-ı imaniye bana görünüyor. Te’lif zamanı tamam olması hikmetiyle, ne kadar çalıştım, o çok ehemmiyetli hakikatı avlayamadım.8 Vâzıhan ifade ve ihsas etmek için bekledim, muvaffak olamadım. Şimdi gayet kısa bir işaretle, o çok geniş ve çok uzun hakikattan kısacık bahsedeceğim:
اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ hadîsi; hem cevami-ül kelimden, hem müteşabih hadîslerdendir. Pek büyük ve küllî nüktesi, benim kalbime, Hülâsat-ül Hülâsa ile Cevşen-ül Kebir’i okuduğum vakit zahir oldu. Ben de o acib ve çok güzel nükteyi kaçırmamak için, şifreler, işaretler nev’inden Hülâsat-ül Hülâsa’nın onyedinci mertebesi olan “Kur’an lisanıyla şehadet” ve onsekizinci mertebesi olan “kâinat lisanıyla şehadet” ortasında o şifreli işaretleri şöyle koydum:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَقِيقَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ سَجِيَّاتِهَا وَ مِقْيَاسِيَّتِهَا وَ مِرْآتِيَّتِهَا وَ بِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا وَ اَخْلاَقِهَا وَ خِلاَفَتِهَا وَ فِهْرِسْتِيَّتِهَا وَ اَنَانِيَّتِهَا وَ بِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ وَ عُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ وَ اِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَثِيرَةِ وَ فَقْرِهَا وَ عَجْزِهَا وَ نَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَ اِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ
İşte bu kısa şifreyi, yine gayet muhtasar bir şifre ile tercüme ve izah edeceğim. Bunu Hülâsat-ül Hülâsa’ya bir haşiye yapınız.
Evet ben, Hülâsat-ül Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır ve اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ hakikî bir manasını anlar. Çünki Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.
Evet nasılki ehl-i tarîkat, seyr-i enfüsî ve âfâkî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de: Yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler:
Biri: Kitab-ı kâinatı mütalaa ile, Âyet-ül Kübra ve Hizb-ün Nuriye ve Hülâsat-ül Hülâsa gibi âfâka bakmaktır.
Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-ı insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile, imanın şübhesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki; sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar.” E:146
Aynı mevzuya devam ediyoruz “Ey arkadaş! Bu âyetin cümlelerini birbiriyle nazmeden münasebetler ise: يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا cümlesinde emir ve hitab, geçen her üç fırkayı teşkil eden mü’min, kâfir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını ihtiva eden tabakalara hitabdır. Binaenaleyh اُعْبُدُوا vav’ının merciinde dâhil olan kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا , ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir. Binaenaleyh اُعْبُدُوا nun ifade ettiği ibadet kelimesi, mükellefîne göre müşterek-i manevî hükmündedir.
رَبَّكُمْ Yani: Sizi terbiye eden ve büyüten odur. Ve sizin mürebbiniz odur. Öyle ise siz de, Ona ibadet etmekle abd olunuz!9
Ey arkadaş! Vakta ki Kur’an-ı Kerim ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir. Birincisi: Mabudun mevcud olmasıdır. İkincisi: Mabudun vâhid olmasıdır. Üçüncüsü: Mabudun ibadete istihkakı bulunmasıdır. Kur’an-ı Kerim o üç mukadder suale işaret etmekle beraber şartlarının delillerini de zikrederken, Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır:
Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfâkî denilir.
İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tesmiye edilir. Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî diğeri usûlî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.
Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: Âfâkî, nefsî, usûlî.
Evvelâ, en zahir ve en yakın olan nefsî delile الَّذِى خَلَقَكُمْ cümlesiyle, usûlî delile de وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümlesiyle işaret etmiştir. Sonra, ibadet insanların hilkat ve yaratılışına ta’lik edilmiştir.” İ:94
Enfüsî tabiri hakkında Risale-i Nur’dan tercih edilen az bir kısmın dersinden anlaşılan mana dahi dikkatle okuyanlar için, kâinatın hulasası olan ve alem-i asgar yani küçük âlem denilen insandan marifetullahda terakki yolu açılabiliyor.
1 En ileri derecede yakınlık manasını taşıyan akrebiyet, Risalelerde güneş misaliyle beyan edilir. Yani güneşin hususiyetlerini tanımak için binler sene mesafeden geçip ona yaklaşıp tanımak kurbiyet misalini ifade ederken güneşin aynamızda tecelli etmesi ile onu tanımak yolu akrebiyet manasında misal veriliyor.
2 Yani Allah’ın sevdiği kuluna lütfuyla tecellisi ve kulunu fevkalmekân kendine çekmesidir.
3 Allah tarafından sevilir olmaktır.
4 Ruh zamanla mukayyed değil
“Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.” M:51
5 Yani şeri’atın zahir hükümlerinde, o hükümlerdeki İlahî ve derin hikmetlerini anlayabilmek.
6 Yani hakikatı, İlahi hikmetleri aklen, kalben, ruhen hissedip aşk-ı hakikata erişip.
7 Devamı uzun olduğundan ihtiyaç duyanlar kitaptan okumalıdırlar.
8 Buradaki hikmetleri şimdilik bilemiyorum.
9 İbadet, Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmeyi ifade eder. Allah’ın emirleri, tekvinî ve teşriî olarak ikidir. Tekvinî şeri’at, kâinatı terbiye eder. Teşriî şeri’at ise, itaat edenleri derecelerine göre kâmil kılar. İşte ibadet etmeyen, yani abd olmayan kemalat kazanamaz. Bazı kâfirde görülen terbiye ve kemalatın, İslâm cemiyetinden habersiz ve ıztıraren alındığı şöyle izah edilir:
“Cenab-ı Hak verdiği cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ızdıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.” İşarat-ül İ'caz (164)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.