DERSLER / Alfabetik dersler

MÜSBET HAREKET ETMEK ESASI

Müsbet hareketin tarifi:

1- «Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mes­le­ğinin mu­habbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkaları­nın tenkîsi, onun fik­rine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.» (Lem’alar sh: 151)

Muarızlarla meşgul olmayıp müsbet hareket etmek:

2- «Sandıklı tarafından, kemâl-i şevkle ve ciddi­yetle faaliyette bulu­nan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektu­bundan anladım ki, orada, perde altında faaliye­tini dur­durmak için bazı hocalar, bir kısım tarikata mensup adam­ları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hare­ket etmek­tir. Değil mü­bareze, belki başka­ları düşünmeye de mesle­ğimiz müsa­ade etmiyor.

Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yal­varmalı. O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sâdık kalemi gibi kalbi, ruhu da gü­zel fakat bir­den herşeyi mükemmel ister, onun için bıraz sıkıntı çeker. Müm­kün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem mübtedi’ hocalara müba­reze kapısını açmasın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)

3- «Kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubundan anla­dık ki, haki­katen tam çalışıyor. Kendi tâbiriyle, Risale‑i Nur’un mücahidleri­nin ve efelerinin ka­lem yadigârla­rını bize he­diye olarak irsal etti­ğine mukabil deriz: Cenab-ı Hak, ebe­den onlardan razı olsun. Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid’aya şiddet gördüm. Zaman, ze­min, Risale-i Nur’un müsbet mesleği, ehl-i bid’a ile değil fi­ilen, belki fikren ve zih­nen dahi meşgul ol­maya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâ­lis kardeşimiz, inşaallah oralarda kendi gibi çok hâlis şakird­leri yetiştirecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)

4- «Hem, belki karşımıza aldanmış veya alda­tılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakî­ler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğ­raşmamak lâzımdır, müna­kaşa etmemek ge­rektir.» (Şualar sh: 315)

5- «Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber, bir taar­ruz olduğu vakitte münakaşa etmesin­ler, aldırmasın­lar. Aldanan ehl‑i ilim ve imansa, dost olsunlar,  “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kar­de­şiz” deyip yatıştırsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 103)

6- «Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davra­nınız. Enaniyetlerine do­kunma­yınız. Bid’at ta­raftarı da olsa ilişmeyi­niz. Karşımızda deh­şetli zendeka varken, mübtedi’lerle uğra­şıp, on­ları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerek­tir. Eğer size iliş­mek için gön­derilmiş hocalara rastgel­seniz, mümkün olduğu ka­dar mü­nazaa kapısını aç­mayı­nız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların elle­rinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdi­ğini bilirsiniz. El­den geldiği kadar Risale-i Nur lehine çe­virmeye çalışınız.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 133)

Mecburiyet karşısında tedafüî (müdafaa) vaziye­tini almak:

7- «Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur’a ka­nunla, adliye ile ve âsâyiş ve idare noktasından hü­kûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet hareket ettiği­miz için mecburiyet olduğu za­man tedâfüî vaziye­tinde idik. Şimdi plânları akîm kaldı. Bilâkis tecavüz­leri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 102)

Müsbet hareket etmek tavsiyeleri:

8- «Bizim vazifemiz müsbet hareket et­mek­tir. Menfî hareket de­ğildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karış­mamaktır. Bizler âsâyişi mu­hafazayı netice ve­ren müsbet iman hizmeti içinde her­bir sıkın­tıya karşı sabırla, şükürle mü­kellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahak­küme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir­çok hadise­lerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalk­ma­mak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam teh­didine karşı mah­kemedeki paşala­rın suallerine beş para ehemmi­yet ver­mediğim gibi, dört kuman­danlara karşı bu tavrım, tahak­kümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz se­nedir müsbet hareket etmek, menfî ha­re­ket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışma­mak hakikati için, bana karşı yapılan muamele­lere sabırla, rıza ile mukabele ettim.  Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çeken­ler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede isbat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aley­hi­mizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahriba­tına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvveti­mizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâ­yişi muha­faza etmek içindir.وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَىdüs­turu ile –ki “Bir câni yüzün­den onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul ola­maz”– işte bu­nun için­dir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâ­yişi muhafazaya ça­lışmı­şım. Bu kuvvet dahile karşı de­ğil, an­cak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düstu­ruyla vazife­miz, dahil­deki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım et­mek­tir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat an­cak binde bir olmuştur. O da aradaki bir iç­tihad far­kın­dan ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviye­nin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim va­zifemiz hizmettir netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazi­femizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazi­fem hizmet-i imani-ye­dir muvaffak etmek veya etme­mek Cenab-ı Hakkın vazife­sidir” de­yip ihlâs ile hareket et­meyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düş­manın malı, çoluk çocuğu ganimet hük­müne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki ha­reket, müs­bet bir şekilde mânevî tahribata karşı mâ­nevî, ihlâs sır­rıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana ver­miş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muha­faza için müs­bet hareket edeceğiz. Bu za­manda dahil ve hariçteki ci­had-ı mâneviyedeki fark pek azîm­dir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 241)

9- «Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannede­rek bazı hocaların bid’alara taraftarlı­ğın­dan dolayı onlara hücum etmeyi­niz. Bil­meyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vur­ma­yınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmi­yo­ruz. Biçare, zaruret dere­cesine girmiş, bize muhalif olanlar­dan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek ba­şımla daha evvel aley­him­deki o kadar muarızlara karşı da­yan­dığım, zerre kadar fü­tur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak oldu­ğum halde, şimdi milyon­lar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet ha­reket et­mekle onların bütün tahkiratla­rına, zu­lümle­rine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de on­lara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafa­zaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikat­ler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş gör­me­liyiz.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 243)

10- «Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmak­tan –bazan men olduğum gibi– men edile­ceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı bi­çare yanlışçıların hatâlarına hücum et­mesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket men­f­îce olmaz. Madem siyasetçi­lerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar ver­miyor, az müsaade­kârdır “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kur­tulmak için, onlara zararınız dokun­masın, onlara fayda­nız dokun­sun.

Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tah­ribata karşı çalışmak­tır ki, maddî değil, mâ­nevî hizmetler lâ­zımdır. Onun için, ehl-i siya­sete ka­rışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul ol­maya hiçbir hakları yok...» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 245)

11- «Bediüzzaman, ömrü boyunca müsbet hareket etmeyi düstur edinmiş, “Birkaç adamın hatâsıyla yüzer adamların zarar görmesine sebeb olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler es­nasında birtek hadise mey­dana gelmemiş ve Bediüzzaman Said Nursî, tale­be­lerine daima sabır ve ta­hammül ve yalnız iman ve İslâmiyete çalışmayı tavsiye etmiştir. Ve bu gibi evham­ların, din­sizlik hesa­bına, mak­sad-ı mahsusla husule ge­tirildiğini herkes anlamıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 216)

12- «Zamanın en büyük dâvâsının Kur’ân’a sarıl­mak oldu­ğunu, Ri­sale-i Nur bütün kuvvetiyle bu me­se­leye hasr-ı nazar etti­ğinden, vatan ve millet düşman­ları, gizli dinsizler, bahanelerle hü­cuma geçip aleyhte tah­rik­lerde bulunduklarını “Fakat biz müsbet hare­ket et­meye mec­buruz. Elimizde Nur var, siya­set to­puzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi gelir” diyerek Nurun din düş­manlarını mağlûp edece­ğinden, müsbet hareket et­menin atom bombası gibi tesiri bu­lunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını mesleğimi­zin en bü­yük esa­sının ihlâs oldu­ğunu, rıza-i İlâhîden başka hiç­bir mak­sat ittihaz edile­meyeceğini, Nurun kuvvetinin işte bu ol­duğunu ihlâsla, müspet hareket etmekle ina­yet ve rah­met-i İlâhiyenin Risale-i Nur’u himaye ede­ceğini, ilâ âhir, beyan ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)

13- «Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanları­nın bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın ta­hammülü ve maddî kuv­vetle ve menfî cihette mukabele et­memesinin hik­meti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyo­rum ki, yüzde on zın­dık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuv­vetiyle da­hildeki em­niyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersle­riyle her­kesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi se­kiz senelik zâlim düşmanlarımdan in­tikamımı ala­bilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumla­rın hatırı için muha­faza yo­lunda hay­siye­tini, şerefini tahkir eden­lere karşı müdafaa et­miyor ve di­yor ki: “Ben, değil dün­yevî hayatı, lüzum olsa âhiret ha­yatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.”» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 167)

14- «Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafım­dan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Siz­ler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk et­meyi­niz. Hattâ tecavüz edilse de beddu­ayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşi­mizdir. Bize düş­manlık da etse, mes­leğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yı­lanlar var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 247)

Hakkın müsbet tarzda ve merdane müdafaası:

15- «Biz Nur talebeleri, o cebbar gaddarlardan hak­kımızı ko­layca alabilirdik. Fakat İslâmiyetin asır­lardır bay­raktarlığını ya­pan kahraman Türk milletinin mâsum çoluk çocuk ve ihtiyarla­rına karşı Risale-i Nur’un biz­lerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itiba­rıyla ve Kur’ân-ı Hakîmin biz­leri maddî müca­deleden men edip elimizde topuz ye­rinde Nur ol­ması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mes­leğimizin icabı olan âsâ­yişi te­min etmek esa­sıyla, o zâlimlere maddeten mukabele ede­me­dik. Yoksa, Allah göstermesin, bir mecburiyet-i kat­’iye olursa, komünist ve masonlar hesabına ona sebe­biyet verenler bin defa piş­man olacaklardır.» (Emirdağ Lâhi­kası-II sh: 27)

16- «Beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakiki­yeye karşı büyük ku­surlarım var. Eğer sormak müna­sipse, so­runuz, cevap vereyim.

Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef oldu­ğum büyük bir vazi­feyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affo­lunmaz bir suç oldu­ğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hap­sinde kanaatim geldi.» (Şualar sh: 392)

İbrahim Suresinin 5. âyetinin mezkûr meseleye  bir işa­reti:

17- «Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iz­nim ol­ma­yan ehemmiyetli va­zi­fesinin ve bu evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına te­va­fuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye kari­ne­siyle ve kıssadan hisse almak münasebât-ı mefhu­miye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar.» (Şualar sh: 726)

18- «Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka su­retle ara­maya Cenab-ı Hak mecbur et­mesin. Âmin.» (Emirdağ Lâhikası sh: 277)

19- «İhvanlarıma da tavsiyem budur ki:

Zaruriyet-i kat’iye olmadan bunlarla uğ­raşmayı­nız. Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût nev’inden, te­nez­zül edip on­larla konuş­mayınız.  Fakat buna dikkat edi­niz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf gös­ter­mek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dal­kavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öy­leyse dostlar mü­teyakkız davranmalı, tâ dost­ların lâkaydlıklarından ve gafletle­rinden, zendeka taraf­tarları istifade etmesinler.» (Mektubat sh: 361)

20- «Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur’a karşı çevri­len plân­lar ve hücumlar inşaallah bozulacak­lar. Onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttı­rıl­maz, vazgeçi­rilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağ­lûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men et­me­seydi, bu mil­letin can damarı hükmünde umu­mun te­veccühünü kaza­nan ve her tarafta bu­lunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve netice­siz hadise­lerle bu­laşmazlar. Allah etmesin, eğer mecbu­ri­yeti kat’iye derecesinde on­lara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münâfıklar bin derece piş­man ola­caklar.» (Şualar sh: 362)

Risale-i Nur, müsbet hareketle asayişi muhafaza eder:

21- «Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vic­dan, bizleri şiddetle siyasetten ve ida­reye ilişmekten men et­miş. Çünkü to­kada ve belâya müs­tehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize mü­teal­lik, yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, mâ­sumlar bu­lunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husûlü meş­kûk ol­duğu halde, siyaset yo­luyla idare ve âsâyişin za­rarına ha­yat‑ı içtimaiyeye ka­rışmaktan şiddetle men edilmişiz.» (Şualar sh: 349)

22- «Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat iti­ba­rıyla, bir mâsuma zarar gel­memek için, bana zulme­den cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyo­rum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulme­den bazı fâ­sık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâ­lim gaddarın, ya peder ve vali­desi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların ha­tı­rına bi­naen o zâlim gad­dara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı he­lâl ediyorum.» (Şualar sh: 372)

23- «Herbir hükûmette muhalifler var. Âsâyişe iliş­memek şartıyla, ka­nunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünya­dan küsmüş ve yal­nız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli se­nede, ecdadımızın mesle­ğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiye­sinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis et­tiği düsturlarının müsa­ade ettiği tarzda ha­yat-ı bâkiye­sine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desisele­riyle, fâni ve kı­sacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihâne bir mede­niyetin ah­lâksız­casına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanun­lara, düs­turlara tarafdar olup onları meslek kabul et­mekliğimiz hiç müm­kün müdür? Ve dünyada hiç­bir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiç­bir in­san bunları onlara kabul ettirmeye cebret­mez. Yalnız o mu­haliflere deriz: Bize ilişme­yiniz, biz de iliş­memişiz.

İşte bu hakikate binaendir ki Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızla­rın li­sesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fik­ren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esare­timde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siya­sete karışma­dık, idareye ilişmedik, âsâ­yişi bozmadık. Yüz bin­ler Nur ar­ka­daşım varken, âsâ­yişe dokunacak hiç bir vukuatımız kay­dedilmedi.» (Şualar sh: 394)

24- «“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siya­setten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşer­ler onlara zul­metmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş­’et eden hod­gâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâ­letten çıkan merhamet­sizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibda­dat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i mad­diye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahane­siyle çok bîçare­leri yakacak o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla ha­reket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hata­sıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vu­ranı vursa, otuz zayiata mukabil yal­nız biri ka­zanır, mağlûp vaziye­tinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil ka­ide-i zâlimâ­nesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin ha­tasıyla yirmi otuz biça­releri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık eder­ler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle si­yasetten ve ida­reye karışmaktan kaçındığımızın ha­kikî hikmeti ve sebebi bu­dur. Yoksa bizde öyle bir hak kuv­veti var ki, hakkımızı tam ve mükem­mel müda­faa ede­bilirdik.» (Şualar sh: 292)

25- «Kur’ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve ta­le­belerine verdiği ders şudur:

Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batır­ma­sını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yü­zün­den mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o ge­miyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir oldu­ğundan, dahilî âsâyişi ihlâl sure­tinde, yüzde on cani yü­zünden doksan masumu teh­like ve za­rarlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şid­detle men edildiği için, biz bü­tün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.» (Emirdağ Lâhi­kası-II sh: 158)

Mezkûr kısmî tesbitte açıkça görülüyor ki, hak ve ha­kikatı medenî cesa­retle ve tavizsiz tebliğ ve müdafaa et­mekle beraber fiilî mübareze ve menfî ha­reketler terk edilip müsbet hareketin tercih edilmesi Risale-i Nur mes­le­ğinde bir esastır.

 

download
Yukarı Çık