DERSLER / Alfabetik dersler

RİYA, ŞÖHRET VE TEVECCÜH-Ü NAS’I TERK ETMEK ESASI

Bediüzzaman Hazretleri kendini misal alarak umuma ders olacak irşa­dında diyor ki:

1- «Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gurur­lanma. ( 1)اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِsırrınca, mü­zekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiye­tini, geçen ni­met­lerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hil­kat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.» (Sözler sh: 473)

2- «Bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârâne, ha­karetli sözler söy­lemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla mütees­sir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana he­lâl ettirdi. O ha­kikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan et­tiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nef­simin ayıplarını söyler. Eğer doğru söyle­mişse, beni nefsimin terbi­yesine sevk eder ve gu­rurdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer ya­lan söylemişse, beni riya­dan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtar­maya yardım­dır. Evet, ben nef­simle musalâha etmemi­şim.» (Mektubat sh: 64)

3- «Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihe­tiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra ha­vale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebeb ve ihlâsı kıracak bir şöh­ret-i kâzi­beyi kır­mak için teveccüh-ü âmmeyi hak­kımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te­vec­cüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların na­za­rında şöh­ret kazanmak, benim gibi adam­lara zarardır zannederim. Benimle te­mas edenler beni bi­lirler ki, şahsıma karşı hür­met istemiyo­rum, belki nef­ret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tek­dir etmi­şim.» (Mektubat sh: 65)

Ehl-i dalâletin müslümanları kendilerine çekme planı­nın teh­likesine karşı bir ikaz:

4- «İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u câh de­nilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe­ref denilen riyâ­kâ­râne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sa­hibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret­pe­restlik hissi onu sevk eder.

Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı sey­yi­enin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarı­dır. Yani, bir in­sanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşa­makla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihti­malidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Ha­kikî olmayan bazı biçare dost­larımı o suretle çektiler, mânen on­ları teh­li­keye attı­lar.» (Mektubat sh: 412)

5- «Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, ken­dimi ken­dime be­ğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve ku­surlarını bana gös­termiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kal­mamış. Kabir kapı­sında bekle­yen bir adam, arkasındaki fâni dün­yaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakat­tir ve dehşetli bir hasâret­tir.» (Mektubat sh: 465)

Ehl-i dalâletin galebesinin sebebi:

6- «İnsanın mahiyetinde muzır madenler hük­münde bulu­nan fena isti­datları işlettirmekten ve şan ve şeref na­mıyla, ri­yâkârâne nefsin firavuniye­tini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkma­sından geli­yor. Ve o misilli şeytanî desi­seler vasıtasıyla muvak­katen ehl‑i hakka galebe eder­ler.» (Lem’alar sh: 86)

7- «Dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmi­yetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hod­furuş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az bir­şeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki ka­zanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ gö­rün­sün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve ikti­dar ve kud­retle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet ver­diği tahribat ona isnad edilip ondan bah­sedil­sin. Nasıl ki böyle şöh­ret divanelerinden birisi namazgâhı tel­vis et­miş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lâ­netle de bahse­dilmiş de, şöhretperest­lik da­marı kendi­sine bu lâ­netli şöhreti hoş gös­termiş diye darb-ı mesel ol­muş.» (Lem’alar sh: 86)

8- «Kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek ci­hetinde, tevec­cühle­rini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)

Teveccüh-ü nasdan kaçmak:

9- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri­lir. Verilse de onunla hoş­lanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ü şeref ar­zusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs­sızlık yüzün­den gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın za­rarına tevec­cüh-ü nâs ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvak­kat olan bir lezzet-i cüz’i­yeye mukabil, kabrin öbür tara­fında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te­veccüh-ü nâsı arzu etmek de­ğil, belki on­dan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref pe­şinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 149)

10- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti­male ve dola­yısıyla ih­tilâfa ve rekabete sevk eden, âhi­ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kana­atsizlik cihe­tinden ileri geli­yor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, kar­şı­sındaki hakikî kar­deşi ve cidden muhabbet ve muave­netine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabet­kârâne va­ziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun ya­nına gidi­yorlar? Niçin onun kadar şakird­lerim bulun­muyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bu­lup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha tema­yül ettirir, ih­lâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.» (Lem’alar sh: 151)

11- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u câh­tan gelen şöhret-perestlik saikasıyla ve şan ü şeref per­desi al­tında tevec­cüh-ü âm­meyi kazanmak, nazar-ı dikkati ken­dine celb etmekle enâniyeti okşa­mak ve nefs-i emmâ­reye bir ma­kam ver­mektir ki, en mühim bir ma­raz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfu­ruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)

Bediüzzaman Hazretlerinin hayat tecrübesinden na­zara verdiği bir ikaz:

12- «Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaf­lete sokmak için, İs­tanbul’da haddimden çok fazla gör­düğüm makam-ı içtima­înin ezvâkına baktım, hiçbir faydası ol­madı. Bütün onların tevec­cühü, iltifatı, tesel­li­leri, yakı­nımda olan kabir kapısına kadar gele­bilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye‑i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi al­tında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruş­luk, muvakkat bir sersem­lik suretinde gör­düğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu iş­ler, hiçbir te­selli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.» (Lem’alar sh: 231)

13- Kendini beğenen «Kusuru  nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, (2 )مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُâyetinin bir tokadını yer.

Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ­melle istiskali celb eder, so­ğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştı­rır.» (Lem’alar sh: 275)

14- «Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi ben­den al. Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldü­ren zehirli bir baldır. Ve in­sanı in­sanlara abd ve köle ya­par. O belâ ve musibete dü­şer­sen,(3)اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَde, o belâdan kurtul.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 83)

Riyakârlığı şeref gösteren mimsiz medeniyet:

15- «Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, in­sanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle: Riyâyı şan ve şeref ile iltibas etmiş. İnsanları da o pis ahlâka sevk edi­yor. Hakikaten in­sanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıs­lara yaptıkları gibi, millet­lere, hattâ unsurlara bile yapıyor­lar. Ga­zete­leri o riyâya del­lâl, ta­rihleri de alkışçı yapmış­lardır. Bu yüzden şahsî hayat­lar “hamiyet-i cahiliye” ün­vanı altında unsurî ha­yatlara fedâ edil­mektedir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 188)

16- «Ey örf-ü nâsta şan u şeref namıyla müsemma olan şöh­reti isteyen adam! Gel bu mes'eleyi benden öğ­ren. Zira ben, kat'iy­yen gördüm ki, şöh­ret ayn-ı riya­dır ve kalbin ölümü demek­tir. Öyle ise aman  ona  talib  olma  ki,  insanlara  abd  ve  köle  olmaya­sın.  Eğer sana verilmişse yani içine düşmüş isen (4 )اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَsöyle.»(Mesnevî–i Nuriye sh: 181, Ter­cüme A. Badıllı)

17- «Ehl-i medeniyetin terakki diye zu'mettikleri şey, ancak bir sukut­tur. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır ve inti­bah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaf­lette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes'ele, nifakî bir riyadır. Ve zekâvet diye gu­rurlan­dık­ları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir. Ve insa­niyet diye tahmin et­tikleri şey, an­cak insani­yetin hayvani­yete bir inkılabıdır.» (Mesnevî–i Nu­riye sh: 210, Tercüme A. Badıllı)

18- «Cahiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan un­suriyet­perverlik ta­assubunun izahı ve iç yüzü şöyle­dir ki: Birbirine tesa­nüd ile katılaşan bir gaflet ve birbi­riyle yar­dımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zu­lüm­den ibarettir. Evet bu gaflet, riya ve zul­mün be­lasıdır ki un­suriyet ve milliyeti ırkçılara mabud haline ge­tirmiştir. El'iyazübillah.» (Mesnevî–i Nu­riye sh: 248, Tercüme A. Badıllı)

19- «Şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya mey­dana ge­tirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kur­tul­ma­ları çok müşkil­leşmiştir. Çünki medeni­yet ri­yaya şan ü şe­ref ismini tak­mıştır.

Evet medeniyetin bu riyası, adamı şahıslara dal­ka­vukluk ya­pıp müraî­lik ettirdiği gibi, milletler ve un­sur­lara riyakâr ve tasni­atçı kılmıştır. Gaze­teleri de, o riya ve mü­raîliğe dellâllar haline sokmuş, ta­rihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim hamiyet-i cahili­yenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mev­tini ona unuttur­muştur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 412, Tercüme A. Badıllı)

20- «Ya benim Rabbim ruz-u mahşerde dese ki: “Şu riya­kârı nîrana sevkediniz!.” Ne yaparım?

İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.» (Mes­nevî–i Nuriye sh: 420, Tercüme A. Badıllı)

Riya-yı kelâmî:

21- «Nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannede­rek, onunla tasannukârane ferahlana­cak kıymettar bir malı olmadığı gibi, baş­kasının ena­niyetle tekeddür etmiş ne­fislerine de bir kıy­met ver­miyorum. Tâ ki onlara riya-yı ke­lâmî ile tasannu ve ubudiyetkâ­rane tekellüf ya­pa­yım.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 424, Tercüme A. Badıllı)

22- «Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet ile­dir. (Yani li­vechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucb, riya ve gös­teriş iledir.» (Mes­nevî–i Nuriye sh: 443, Tercüme A. Badıllı)

23- «Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mü­te­haccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i müteces­simdir ki, beşeri zulme ve riyâ­ya ve he­vâya, he­vesi kamçılayıp teş­vik eder.» (Sözler sh: 410)

24- «Ey sapık mağrur, daha sana ittiba nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şa­rab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya ri­yakârlık iştihası, ya­hut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındık­lığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şey­lerle sarhoş bulunması lâzım­dır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 493, Tercüme A. Badıllı)

Hayrı şerre çeviren riya:

25- «Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniy­ledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hak­kın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fa­hir, irae, ya­ni gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu ha­kikati bilmedi­ğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gu­rurlu oldun.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 45)

Hizmet-i diniye istiğna ile yapılabilir:

26- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş­mez, haki­kat muka­bilinde dünya malını almaz, ta­sannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i haki­kat elmas kıymetinde ise, sadaka al­maya mecbur olmuş, ehl-i ser­vete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş gö­rünmek için riyakâr­lığa temayül et­miş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstad­dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)

Tenkidlere maruz kalmak, riyadan kurtulmaya ve­sile olur:

27- «Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıra­cak derecede, hak­kında işâalar izhar ettik­leri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sü­rur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.» (Barla Lâhikası sh: 200)

Riya sayılmayan hususlar ve riyakârlık sebebleri:

28- «Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı mü­na­se­betiyle ve bir iki küçük hadise cihe­tiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

Birincisi: Farz ve vaciblerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez. İzharı, riya olamaz –meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıt­raten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye te­mas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevablı ol­duğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (R.A.) gibi zat­lar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevablı ol­duğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bi­d’alar zamanında ittibâ-ı sünne­tin şera­fetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haram­ların ter­kindeki takvâ­yı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.

İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,

Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, es­baba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Ri­sa­le-i Nur’dan al­dıkları kuv­vetli iman-ı tahkikî der­siyle esbaba ve nâsa ubudiyet nok­tasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudi­yetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

İkinci sebeb: Hırs ve tamah, za’f-u fakr noktasında te­veccüh-ü nâsı cel­bine medar riyâkârâne vaziyet al­maya sevk ediyor.

Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisad ve kanaat ve te­vek­kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersin­den aldık­ları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri­ya­dan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluk­tan men eder.

Üçüncü sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sa­hibi ol­mak, emsa­line tefevvuk etmek gibi hisler ve in­san­lara iyi görün­mek, tasannukârâne (haddinden fazla ken­dine ehemmiyet verdir­mek) ve tekellüfkârâne (lâyık ol­madığı yüksek makamlarda gö­rünmek) tarzını ta­kın­makla riya eder.

Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et­tik­leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he­sabına ça­lışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma­reyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu za­manda bi­risi de fenâ fi’l-ih­van, yani şahsiyetini kardeş­lerinin şahs-ı ma­neviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, in­şaallah, ehl-i hakika­tin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulur­lar.

Üçüncü nokta:Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavır­lar ve vaziyetler, hod­furuşluk ve riya sayılmaz ve sa­yılmamalı –meğer o adam, o va­zifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.

Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları iz­har eder, ismâ eder hiçbir cihette riya olamaz. Fakat va­zife haricinde o tesbi­hatları âşikâre halkla­ra işittir­meye riya gi­rebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.

Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini­ye­le­rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâ­irdeki takvâla­rında, Kur’ân hesa­bı­na vazifedar sa­yı­lırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha ya­zı­lacaktı, fa­kat bir tevakkuf hali kesti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)

Riya hissini görüp izale etmek:

29- «Hem on dakika zarfında, büyük bir müca­hede-i mânev­îde, be­nim cephemde, kırk ikilik birtop gibi düş­manlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmâ­renin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i te­fevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his­siyle, büyük bir şükür ve teşek­kür yerine, “Niçin ben atma­dım?” diye, en çirkin bir riya ve re­kabet da­marını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür edi­yorum ki, Risale-i Nur ve bil­hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların aç­tığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ­far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtul­dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

Şöhret, ihlâsa zıddır:

30- «Hususan acib bir riyakârlık olan şöh­retperest­lik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geç­mek ve insanlara iyi gö­rün­mek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 195)

Merdumgirizlik ihlâsa vesile olur:

31- «Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara za­rar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ih­lâs için bu has­ta­lık verilmiş. Çünkü bu za­manda şan, şeref perdesi altında riya­kârlık yer al­dı­ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enani­yeti terk lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 201)

32- «Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hod­furuşluk, bir enaniyet mânâsını verip halk­larla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin ihsa­nıyla sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mec­bur olmasın ve hatır­ları da kırıl­masın.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 237)

Geylanî Hazretlerinin riyakârlığı tedavi eden şid­detli irşadı:

33- «Fütuhu’l-Gayb kitabında “Yâ gulâm!” tâbir et­tiği bir ta­lebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye ya­pı­yor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: “Eyyühe’l-münafık,” “Ey di­nini dünyaya satan riyakâr” diye, diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin ar­kasından bir lezzet geldi işti­yakla o mübarek eseri acı tir­yak gibi veya sulfato gibi iç­tim. Elhamdü lillâh, kaba­hatlerimi anladım, yaralarımı his­settim, gurur bir de­rece kırıldı.” » (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 144)

Bediüzzaman Hazretlerinin riyakârlıkdan uzak dur­ması:

34- «Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoş­lanmaz ve talebeleri­nin dahi tekellüf kaydından âzade ol­malarını emreder. Ve buyururlar ki: “Te­kellüf, şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü te­kellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olan­lar, bazan hodbinane bir te­zahür ve tefâ­hur tavrı ve muvakkat so­ğuk bir riya­kâr vaziyeti takın­mak­tan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zede­ler.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)

Riyakârlık yalancılıktır:

35- «Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı iç­ti­maiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve ta­sannu, alçakça bir ya­lancılıktır. Nifak ve müna­fıklık, mu­zır bir ya­lancı­lıktır.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 45)

Riya, sevabı günaha çevirir:

36- «Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı se­vaba, se­vabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gös­teriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbe­der.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 51)

37- «Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî ola­rak vicdanda şu­urla biz­zat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 201)

Merdumgirizlik ihlâsın muhafazasına vesiledir:

38- «İnayet-i İlâhiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ih­lâsı kır­mamak ve tasannukârâne hodfuruşluk va­ziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenle­rin karşı­sında beni tekellüf­lere ve gösteriş­lere mecbur etmemek ve bu za­manda çok tesir eden şahsıma karşı te­veccüh, mu­habbet ve hizmete zarar veren kendini ma­kam sahibi gös­termek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ândan gelen Risale-i Nur’un el­mas gibi hakikatle­rini bana mâletmekle cam parçalarına indir­memek hikmetle­riyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hasta­lığı vermiş­tir.» (Emir­dağ Lâhikası-I sh: 61)

Şöhretli sahalardan kaçmak:

39- «Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöh­retperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zama­nında in­sanlara kendini satmaya çalış­mak ve beğendir­mek, bir anda Nur şakirdleri böyle bü­yük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mev­kilere kendilerini göstermek bir nevi göste­riş olması cihe­tiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirdle­rini tam ihlâsın mu­ha­fazası için şimdilik müsaade etmi­yor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 257)

40- «Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düş­kün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei olan kü­çü­cük bir çe­kirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün si­yah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çu­buğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâ­zım ol­duğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimet­ler için fahre, gu­rura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çe­kirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimet­lerin kıymetle­rini fahrinle tenkis edi­yorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfra­nınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasp edi­yorsun.

Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöh­ret değil, te­vazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmet­tir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâ­binliktedir.» (Sözler sh: 230)

41- «Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretpe­restlik olma-sın­dan, bir enaniyet, bir hod­fü­ruşluk, bir ri­yakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibi­lere tam zarardır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 161)

42- «Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve mu­harrir­lerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çe­virmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nü­fuz –bunların hiçbi­risi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 654)

43- «Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u ima­niye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ih­san etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lil­lâ­hil­hamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin men­faa­tine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i ta­hakküm ve tagallüb ol­ma­dığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan te­veccüh‑ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim men­fû­rumdur, on­lardan ka­çıyorum. Yirmi sene eski haya­tımı zayi ettiği için onları ken­dime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyo­rum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar sh: 171)

Kısmen tesbit edilen mezkûr ders ve ikazlar, riya ve şöhret gibi hissiyat ve hareketlerin terk edilmesinin lüzu­munu açıkça gösteriyor ve Risale-i Nur’da bir esas­tır.

 

 

 

1 Buhari, Cihad: 182, Meğâzî: 38, Ka­der: 5; Müslim, İmân: 178; İbn-i Mâce, Fiten: 35; Dârimî, Siyer: 73; Müsned, 2:309, 5:45.)

2 Furkan Sûresi, 25:43.

3   Bakara Sûresi, 2:156.

4   Bakara Sûresi, 2:156.9

download
Yukarı Çık