RİYA, ŞÖHRET VE TEVECCÜH-Ü NAS’I TERK ETMEK ESASI
Bediüzzaman Hazretleri kendini misal alarak umuma ders olacak irşadında diyor ki:
1- «Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma. ( 1)اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِsırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.» (Sözler sh: 473)
2- «Bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha etmemişim.» (Mektubat sh: 64)
3- «Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebeb ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.» (Mektubat sh: 65)
Ehl-i dalâletin müslümanları kendilerine çekme planının tehlikesine karşı bir ikaz:
4- «İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.
Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar.» (Mektubat sh: 412)
5- «Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasârettir.» (Mektubat sh: 465)
Ehl-i dalâletin galebesinin sebebi:
6- «İnsanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla, riyâkârâne nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misilli şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl‑i hakka galebe ederler.» (Lem’alar sh: 86)
7- «Dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı mesel olmuş.» (Lem’alar sh: 86)
8- «Kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)
Teveccüh-ü nasdan kaçmak:
9- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ü şeref arzusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 149)
10- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i istimale ve dolayısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kanaatsizlik cihetinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârâne vaziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun yanına gidiyorlar? Niçin onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.» (Lem’alar sh: 151)
11- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u câhtan gelen şöhret-perestlik saikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)
Bediüzzaman Hazretlerinin hayat tecrübesinden nazara verdiği bir ikaz:
12- «Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvâkına baktım, hiçbir faydası olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye‑i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.» (Lem’alar sh: 231)
13- Kendini beğenen «Kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, (2 )مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُâyetinin bir tokadını yer.
Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâmelle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştırır.» (Lem’alar sh: 275)
14- «Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen,(3)اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَde, o belâdan kurtul.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 83)
Riyakârlığı şeref gösteren mimsiz medeniyet:
15- «Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle: Riyâyı şan ve şeref ile iltibas etmiş. İnsanları da o pis ahlâka sevk ediyor. Hakikaten insanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi, milletlere, hattâ unsurlara bile yapıyorlar. Gazeteleri o riyâya dellâl, tarihleri de alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ünvanı altında unsurî hayatlara fedâ edilmektedir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 188)
16- «Ey örf-ü nâsta şan u şeref namıyla müsemma olan şöhreti isteyen adam! Gel bu mes'eleyi benden öğren. Zira ben, kat'iyyen gördüm ki, şöhret ayn-ı riyadır ve kalbin ölümü demektir. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmayasın. Eğer sana verilmişse yani içine düşmüş isen (4 )اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَsöyle.»(Mesnevî–i Nuriye sh: 181, Tercüme A. Badıllı)
17- «Ehl-i medeniyetin terakki diye zu'mettikleri şey, ancak bir sukuttur. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaflette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes'ele, nifakî bir riyadır. Ve zekâvet diye gururlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir. Ve insaniyet diye tahmin ettikleri şey, ancak insaniyetin hayvaniyete bir inkılabıdır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 210, Tercüme A. Badıllı)
18- «Cahiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan unsuriyetperverlik taassubunun izahı ve iç yüzü şöyledir ki: Birbirine tesanüd ile katılaşan bir gaflet ve birbiriyle yardımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zulümden ibarettir. Evet bu gaflet, riya ve zulmün belasıdır ki unsuriyet ve milliyeti ırkçılara mabud haline getirmiştir. El'iyazübillah.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 248, Tercüme A. Badıllı)
19- «Şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya meydana getirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kurtulmaları çok müşkilleşmiştir. Çünki medeniyet riyaya şan ü şeref ismini takmıştır.
Evet medeniyetin bu riyası, adamı şahıslara dalkavukluk yapıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve unsurlara riyakâr ve tasniatçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve müraîliğe dellâllar haline sokmuş, tarihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim hamiyet-i cahiliyenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mevtini ona unutturmuştur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 412, Tercüme A. Badıllı)
20- «Ya benim Rabbim ruz-u mahşerde dese ki: “Şu riyakârı nîrana sevkediniz!.” Ne yaparım?
İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 420, Tercüme A. Badıllı)
Riya-yı kelâmî:
21- «Nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannukârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi, başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki onlara riya-yı kelâmî ile tasannu ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 424, Tercüme A. Badıllı)
22- «Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucb, riya ve gösteriş iledir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 443, Tercüme A. Badıllı)
23- «Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.» (Sözler sh: 410)
24- «Ey sapık mağrur, daha sana ittiba nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 493, Tercüme A. Badıllı)
Hayrı şerre çeviren riya:
25- «Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniyledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hakkın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fahir, irae, yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmediğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gururlu oldun.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 45)
Hizmet-i diniye istiğna ile yapılabilir:
26- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)
Tenkidlere maruz kalmak, riyadan kurtulmaya vesile olur:
27- «Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işâalar izhar ettikleri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.» (Barla Lâhikası sh: 200)
Riya sayılmayan hususlar ve riyakârlık sebebleri:
28- «Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı münasebetiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.
Birincisi: Farz ve vaciblerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez. İzharı, riya olamaz –meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevablı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (R.A.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkindeki takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.
İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,
Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan aldıkları kuvvetli iman-ı tahkikî dersiyle esbaba ve nâsa ubudiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.
İkinci sebeb: Hırs ve tamah, za’f-u fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.
Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisad ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.
Üçüncü sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.
Üçüncü nokta:Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfuruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı –meğer o adam, o vazifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.
Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, ismâ eder hiçbir cihette riya olamaz. Fakat vazife haricinde o tesbihatları âşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.
Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesabına vazifedar sayılırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
Riya hissini görüp izale etmek:
29- «Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i mânevîde, benim cephemde, kırk ikilik birtop gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmârenin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atmadım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
Şöhret, ihlâsa zıddır:
30- «Hususan acib bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 195)
Merdumgirizlik ihlâsa vesile olur:
31- «Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 201)
32- «Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfuruşluk, bir enaniyet mânâsını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin ihsanıyla sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 237)
Geylanî Hazretlerinin riyakârlığı tedavi eden şiddetli irşadı:
33- «Fütuhu’l-Gayb kitabında “Yâ gulâm!” tâbir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: “Eyyühe’l-münafık,” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye, diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi iştiyakla o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdü lillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” » (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 144)
Bediüzzaman Hazretlerinin riyakârlıkdan uzak durması:
34- «Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü tekellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefâhur tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)
Riyakârlık yalancılıktır:
35- «Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 45)
Riya, sevabı günaha çevirir:
36- «Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 51)
37- «Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 201)
Merdumgirizlik ihlâsın muhafazasına vesiledir:
38- «İnayet-i İlâhiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ihlâsı kırmamak ve tasannukârâne hodfuruşluk vaziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenlerin karşısında beni tekellüflere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ândan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatlerini bana mâletmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hastalığı vermiştir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 61)
Şöhretli sahalardan kaçmak:
39- «Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirdleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirdlerini tam ihlâsın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 257)
40- «Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.
Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle tenkis ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun.
Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.» (Sözler sh: 230)
41- «Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretperestlik olma-sından, bir enaniyet, bir hodfüruşluk, bir riyakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibilere tam zarardır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 161)
42- «Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve muharrirlerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çevirmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nüfuz –bunların hiçbirisi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 654)
43- «Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh‑ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar sh: 171)
Kısmen tesbit edilen mezkûr ders ve ikazlar, riya ve şöhret gibi hissiyat ve hareketlerin terk edilmesinin lüzumunu açıkça gösteriyor ve Risale-i Nur’da bir esastır.