DERSLER / Alfabetik dersler

MENFÎ MİLLİYETÇİLİĞİ TERK ETMEK, İSLÂM MİLLİYETİNE DAYANMAK ESASI

Irkçılığın verdiği zararlar:

1- «Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadele­leri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milli­yeti üzerine is­ti­nad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bı­raktık­larından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmedi­ğin­den, zulmeder, adalet üzerine git­mez. Çünkü, unsuri­yetperver bir hâ­kim, millet­ta­şını tercih eder, adalet ede­mez.        

اْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لاَ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا (1 )

ferman-ı kat’îsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta‑i mil­liye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkani­yet gi­der.

İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik ola­rak on­lara karşı mücadele etmiş, tâ makam‑ı şe­hadeti ihraz et­miş.» (Mektubat sh: 54)

2- «Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var, o işimize gelmiyor” ben de derim:

Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdık­ları meydanda. Şahit gösteriyorum  ki,  benاْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَferman-ıkat’îsiyle, eski zaman­dan beri menfi milliyet ve unsuriyetperver­liğe, Av­rupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil naza­rıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parça­lasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk il­le­tine karşı eski­den beri tedaviye ça­lıştığımı, talebele­rim ve bana temas eden­ler biliyorlar.» (Mektubat sh: 63)

3- «Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandı­rıyorlar, tâ ki parçala­yıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gaflet­kâ­râne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i mil­liyeti bırakınız” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kı­sımdır:

Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yut­makla besle­nir, diğerlerine adâvetle de­vam eder, mü­teyakkız dav­ranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebebtir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte fer­man etmiş:

اِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِى قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَا وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمً

İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir su­rette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuri­yeti kabul etmi­yorlar. Çünkü müsbet ve mukad­des İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırak­mıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmi­yet yerine o unsuriyet fikri, fikir sa­hi­bine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazan­dırsın?

Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları gö­rülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti si­ya­setlerine karıştır­dıkları için, hem âlem-i İslâmı küs­türdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.

Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şe­âmetli ebedî adâvetle­rinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi mil­liyetin nev-i beşere ne kadar za­rarlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin ha­rabiyeti zama­nında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen te­şâub-u akvam ve o te­şâub sebe­biyle dağıl­maları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muh­telif mülte­ciler cemiyet­leri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin bo­ğazına gidenle­rin ve peri­şan olan­ların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirin­den mazlum ve birbi­rinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve  kabâil-i  İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbi­rini düşman telâkki etmek öyle bir felâ­kettir ki, ta­rif edilmez. Adeta bir si­neğin ısırmaması için, müt­hiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı muka­bele et­mek gibi bir divanelikle, bü­yük ejderha­lar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bil­mez hırslarını, pençelerini açtık­ları bir za­manda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mâ­nen on­lara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vi­lâyetlerindeki vatandaş­lara veya cenup tara­fındaki din­daşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok za­rarları ve mehâli­kiyle bera­ber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenup­tan gelen Kur’ân nuru var İslâmiyet zi­yası gelmiş o içimizde vardır ve her yerde bu­lu­nur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a do­kunur.

İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatan­daşla­rın hayat-ı dünye­viye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtima­iyeye hizmet ede­yim diye iki haya­tın temel taşlarını ha­rap etmek, hamiyet de­ğil, hamâkattir!

DÖRDÜNCÜ MESELE

Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı da­hilî­sinden ileri geli­yor. Teâvüne, tesanüde sebebtir men­faatli bir kuvvet temin eder, uhuv­vet‑i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı yerine geç­memeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir per­desi hük­müne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kale­nin taş­larını kale­nin içindeki elmas hazi­nesinin yerine koyup, o el­masları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cina­yet­tir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin se­nedir Kur’ân-ı Hakîmin bayrak­tarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yap­tınız. Bütün dünyayı sus­turdunuz, müt­hiş te­hâ­cümâtı def ettiniz. Tâ يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللّٰهِâyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelin­deki hitaba mâsadak ol­mak­tan çe­kinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kes­-retli olduğu halde, dünyanın her ta­rafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etme­miştir. Nerede Türk ta­ifesi varsa Müslümandır. Müslü­manlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklük­ten dahi çıkmışlar­dır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük un­surlarda dahi hem müs­lim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milli­yetin İslâmiyetle imtizaç etmiş on­dan kabil-i tefrik de­ğil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhi­rin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yü­zünde hiçbir kuv­vetle si­linmediği halde, sen şeytanla­rın vesveseleriyle, desise­leriyle o mefâhiri kalbinden silme.» (Mektubat sh: 322)

4- «Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır.

Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, “Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini milli­yet toprağında dik­mek, kuvvetleştirmek istiyo­ruz” diye, dine taraftar vazi­yeti gösteriyorlar.

İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsu­riyete kuvvet ver­mek fikrine binaen, “Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyo­ruz” diye, bid’aları icad edi­yorlar.

Birinci kısma deriz ki:

Ey “sâdık ahmak” ıtlakına mâsadak biçare ule­mâü’s-sû’ veya mec­zup, akılsız, cahil sufîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâ­inata kökler salmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mev­hum, muvak­kat, cüz’î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zul­manî unsu­riyet toprağına dikilmez. Onu oraya dik­meye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne, bid’akârâne bir te­şebbüs­tür.

İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:

Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabi­lirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosya­lizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kı­rıyor, un­suriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâ­miyet milli­yeti, muvakkat, dağdağalı unsu­riyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad et­tiği gibi, unsu­riyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka ede­mez.

Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir mu­vak­kat kuvvet görünü­yor fakat pek muvakkat ve âkı­beti ha­tarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i ilti­yam ol­mamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvve­tini kır­dığı için, hiçe ine­cek. İki dağ birbi­rine karşı bir miza­nın iki gözünde bu­lunsa, bir batman kuvvet, o iki kuv­vetle oynayabilir, yu­karı kaldırır, aşağı indirir.» (Mektubat sh: 439)

5- «Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yar­dım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zul­metten mürekkep bir mâ­cundur. Bunun için mil­li­yetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyor­lar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikâs edip dalgala­nan bir ziyadır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 112)

6- «İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kar­deşin hergün اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِdua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek ye­rine, ırkçılık 400 milyon mü­barek kar­deşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiri­yor.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 174)

7- «Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medre­semde hami­yetli ve ga­yet zeki o talebem ulûm-u dini­ye­den aldığı hamiyet der­siyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, ba­bamdan bana daha zi­yade kar­deş ve akrabadır.” Sonra aynı talebe talih­sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk ho­casına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne ka­dar bozulmuş­sun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski ha­ki­katli hamiye­tine çevirdim.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 184)

8- «Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir teh­like ver­diği ve hürri­yetin başında “kulüpler” sure­tinde büyük zararı gö­rülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mü­barek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edile­bilir ve istira­hat-i umumiye düşmanları gizli dinsiz­ler, yine o ırk­çılıkla büyük zarar vermeye çalış­tıklarına emare­ler görünüyor. Halbuki, menfî ha­reketle baş­kasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dün­yanın her ta­rafında Müslüman olduğundan onların ırkçı­lık­ları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arap­lık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mez­colmuş ve olmak lâ­zımdır. Ha­kikî milli­yetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîm­dir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh:  222)

9- «Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek is­tiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya ni­yet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahme­tiyle bir fikir ru­huma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye ol­duğu gibi, Asya Af­ri­ka’dan ne kadar büyük ise, daha bü­yük bir darülfünun, bir İslâm üni­versitesi Asya’da lâ­zımdır. Tâ ki İslâm ka­vimlerini, me­selâ: Arabis­tan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki mil­letleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i haki­kiye olan İslâmiyet mil­liyeti ileاِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ (2 )Kur’ân’ın bir ka­nun-u esasî­sinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musa­lâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i med­rese bir­birine yardımcı ola­rak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarki­yenin merke­zinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkis­tan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslû­bunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese ola­rak bir üniversite için, tam elli beş sene­dir Risale-i Nur’un ha­ka­ikine ça­lıştığım gibi ona da çalış­mı­şım.» (Emirdağ Lâhikası-II sh:  223)

10- «Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, ha­kikî milliye­timizin hâki­miyetini gösterdi. Hakikî milliyetimi­zin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o mil­liyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet mil­li­yetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nö­bettar­ları­dırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de bir­birine uhuv­vet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen –lüzum olsa mad­de­ten– yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile bir­birine bağlıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 54)

11- «Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebe­tiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendife­rimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir müba­hase oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa ha­mi­yet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâ­zım?” O za­man dedim:

Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet biz­zat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrı­lık var. Belki din, mil­liyetin ha­yatı ve ruhudur. İkisine birbi­rinden ayrı ve farklı ba­kıldığı zaman, ha­miyet-i diniye avâm ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine (yani, menâfi-i şahsiyesini mil­lete feda edene) has kalır. Öyleyse, hukuk-u umu­miye içinde ha­miyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i mil­liye, ona hâdim ve kuvvet ve ka­lesi olmalı. Hususan, biz şarklılar, garblılar gibi deği­liz. İçimizde kalblere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbi­yayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terak­kiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmi­yet vermek lâzım geldiğini soran bu şi­mendifer denilen medrese-i seyya­rede ders arka­daşla­rım! Ve şimdi, zamanın şi­mendiferinde istikbal tara­fına bi­zimle beraber giden bütün mektep­liler! Size de de­rim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tama­mıyla mezc olmuş ve ka­bil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gel­miş bir zincir-i nu­ranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrib edil­mez, mağlûp ol­maz bir kudsî kal’adır”» (Hutbe-i Şamiye sh: 64)

12- «Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millette­dir. Mevcudiyet-i mil­leti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli re­vâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir. Nasıl ki az ih­mal ile te­vâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahi­liyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gör­dük…» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)

13- «Fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin him­meti, mecmu-u millet­tir. Güya onun milleti küçül­müş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne ka­dar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki, şimdi­kilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidi­niz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milleti­nin na­musunu bil­me­miş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir ada­mın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda et­mez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyet­le (3) onlar gibi te­mâşâ etseydiniz, kahramanlığı­nızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil ola­caklardı. Haki­katen sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi kü­çük emirlere ha­ya­tını istihfaf eden veya ağasının namu­sunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyan­salar, hazi­nelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz mil­yon İslâmın uhuv­vetlerini ve mânevî yardım­larını kazandıran İslâmi­yet milliye­tine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat et­mezler mi? Elbette haya­tını on paraya satan, on li­raya binler şevkle satar.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, gü­zel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müs­limler çalmışlar. Güya bir kısım içti­maî ahlâk-ı âli­yemiz yanımızda revaç bulmadı­ğından, bize darılıp on­lara git­miş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bul­madığın­dan cehaletimizin pazarına geti­rilmiş.

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, te­rakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din‑i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ah­baplarım sağdırlar” gibi kelime‑i beyza ve has­let-i ham­râyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü on­ların bir fe­dâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun içinde bir ha­yat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şah­si­yatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa ol­sun. İsterse tûfan ol­sun” veyahut وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ olan olan kelime-i hamka ve seciye-i avrâ, himmetimizin elini tutmuş, reh­berlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, di­nimizin muktezasıdır: Biz ruhu­muzla, canımızla, vic­da­nımızla, fikrimizle ve bü­tün kuvvetimizle deme­liyiz ki: “Biz öl­sek, mille­timiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ ol­sun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfi­dir. Milletin hayatındaki ha­yat-ı mâneviyem beni yaşattırır âlem-i ul­vîde beni mütelezziz eder.» (Münazarat sh: 59)

14-وَ جَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَ قَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا

(اَىْ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا لاَ لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا ...)

Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, bi­rer vazi­fesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içti­ma­iyede müteselsil, re­vabıt ve vezaifi var­dır. Halita şek­linde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün ol­maz.

Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsi­ye ile inti­aşe gelir ki, tearüfle teavüne sebebdir. Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, te­nakürle te­anüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 8)

15- «Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Av­ru­pa, âlem-i İslâmı par­çalamak için içimize bu frenk illetini aşıla­mış. Fa­kat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibe­dar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlike­leriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 163)

16- «Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırk­lar, hava gibi muh­te­littir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye ha­raretiyle kuvvet tevlid ede­rek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 49)

Tercihli yapılan bu nakillerden bedahetle anlaşılı­yor ki, Risale-i Nur menfî ırkçılığı kat’iyyen kabul et­miyor.

 

 

1 Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.

2 Hucurât Sûresi, 49:10.

3 Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır. (Müellif)

 

download
Yukarı Çık