DERSLER / Alfabetik dersler

MEŞVERET VE ŞÛRA ESASI

Meşveret ve şûrâ-i şer’î, dinin esasat ve müselle­mat gibi ka­t’i ve sabit hü­kümlerinin hâricinde ve şer’î usûlüne göre yapılır.

Meşverette iyi niyet ve ihtisas şarttır. Yani meş­verete katı­lanlar, istişa­rede ele alınacak meselenin isa­betli olan ci­hetini ve tercihi gereken maslahat-ı umu­miyesini keş­fetmek niyet ve gay­retine sahib olmalıdır. Yoksa kendi mak­sadlarını veya bağlı ol­duğu şahsın veya cemaatin men­faatini tahak­kuk ettir­mek niyetini taşıyan­larla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı bulmaktan daha çok karışık­lıklara ve inşikaklara sebeb olur.

Bu meşveret, meşveret-i şer’îye değildir ve ibadet ma­hiye­tini taşımaz.

Risale-i Nur’un muhtelif  yerlerinde meşveret-i şer’î­yeye çok ehemmiyet verilir. Şöyle ki:

1- «Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadet­lerinin anahtarı, meşveret‑i şer’iye­dir. (1 )وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak em­rediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki “telâhuk-u efkâr” ün­vanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla bir­biriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünu­nun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalma­sının bir sebebi, o şûrâ-yı ha­ki­kiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şû­râdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder ta­ifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapma­ları lâzım­dır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına ko­nul­muş çe­şit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirle­rini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şeha­met ve şefkat-i imaniyeden te­vellüd eden hürri­yet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süs­lenip garb medeni­yet‑i sefihanesindeki seyyiatı atmak­tır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 60)

2- «Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmi­yet veriyor­sun? Ve be­şerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?

Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü ne­tice verdiğin­den, üç elif, yüz on bir ol­du­ğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü ha­kiki ile, üç adam, yüz adam kadar mil­lete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesa­nüd ve meşveretin sır­rıyla, bin adam kadar iş gördükle­rini, çok vukuat-ı tari­hiye bize haber veri­yor. Madem be­şerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î hususan dinsizlikle ca­navarlaşmış, tahri­batçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düş­manlara ve o niha­yetsiz hâ­cetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayan­dığı gibi, hayat-ı iç­timaiyesi de yine imanın ha­kaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşaya­bilir, o düş­manları durdurur, o hâcetlerin te­minine yol açar.» (Hutbe-i Şamiye sh: 62)

Ümmetin itimad edeceği mu’temed bir tefsirin ya­zıl­ması da bir meclis-i ilmiye ile olmasını lüzumlu gö­ren Bediüzzaman Hazretleri şu ehemmiyetli hu­susları nazara ve­rir:

3- «Bu mukaddemeden maksadım, efkâr-ı umu­miye bir tef­sir-i Kur’ân istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfes­sirdir. Ah­val ve vu­kuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve isti­naden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riya­setinde, herbiri bir fende mü­tehassıs, mu­hak­kikîn-i ule­madan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşki­liyle, meşveretle bir tef­siri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan me­hasin ve kemâlâtı mühezzebe ve mü­zeh­hebe ola­rak cem etmelidirler. Evet, meşruti­yettir; her­şeyde meşveret hü­küm­fermâdır. Efkâr‑ı umu­miye dahi dide­bandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.» (Muhakemat sh: 22)

4- «Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat ol­malıdır. Bil­hassa bu zaman­larda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir he­yetin tesanüdüyle ve o he­yetin telâhuk-u efkâ­rından ve ruhlarının tenasü­büyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassubların­dan âzâde olarak tam ihlâsla­rından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulu­nur.» (İşarat-ül İ’caz sh: 8)

5- «Saltanat-ı efkârın icrâa-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla­rın­dan kurtulmuş, her yeri tenvire başla­mıştır. Hattâ dinsiz­lik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o zi­ya ile isti­fa­deye başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rab­tey­lemesi­dir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giy­mekle efkârı al­datmaz.» (Muhakemat sh: 37)

Meşveret-i şer’iyenin idare sistemine ve efkâr-ı milli­yeye bakan hikmet­leri:

6- «Meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer sa­adetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürri­yet­teki irade-i cüz’i­yeyi istibdat ve tahakkümün be­lâsından kur­taran meşve­ret-i şer’iyenin maya­sıyla mayalandıran meşrutiyet-i meş­rua sizi her­kes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülû­ğu­nuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mev­cudiyetinizi ittihadla göste­riniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteri­niz. Yoksa, sıfır çe­kecek ve şehadetnâme-i hürriyeti eli­nize vermeyecektir.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 52)

7- «S – Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müt­hiş ihti­lâfata ne dersin? Reyin nedir?

C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya inti­zamı bozul­muş bir meclis-i meb’usan ve bir encü­men-i şûrâ nazarıyla bakıyo­rum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cum­hur budur, fetvâ bu­nun üzerinedir.» (Münazarat sh: 78)

8- «S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâmî, şu ser­gerdan küre şeh­rinde bir intizamı daha bulamayacak mı­dır?

C – İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, mil­let-i insa­niyede ve Âdem kavminde bir mec­lis‑i meb’usan-ı mu­kaddese hükmüne geçe­cek­tir. Selef ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp ma­beynle­rinde bir encümen-i şûra teşkil edecek­lerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar ba­balar, sâki­tane ve si­tayişkârane dinleyeceklerdir.» (Münazarat sh: 80)

Bediüzzaman Hazretleri hem Osmanlı Devletine hem gele­cekteki  ce­mahir-i müttefika-i İslâmiyyenin si­yaset eh­line, şûrâ’­nın ehemmiyet ve lüzû­munu beyan eden yazı­sının bir kısmında şu hususa dikkat çeker:

9- «Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifa­yet etmi­yor. Halbuki böyle inceleşmiş ve ço­ğal­mış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeni­yetin tedahülüyle ah­lâktaki müthiş te­denniyle be­ra­ber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edil­miş.

Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı harici­yeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şû­raya, lâakal Kazdıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl ki­fayet eder?

Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Me­şihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir mües­se­se-i celiledir. Bu sönük va­ziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yal­nız İs­tanbul’un irşadına da kâfi gel­miyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad ede­bilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i di­niyesini hakkıyla ifa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u ce­maat­ten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûra­lar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs‑ı mânevî olmak gerek­tir. Tâ ki, sözünü ona işitti­rebilsin.  Dine taal­lûk eden noktalardan, sırat‑ı müstak­îme sevk edebilsin. Yoksa, ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i ma­nevîsine karşı siv­risi­nek kadar kalır. Şu mü­him mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i ha­yatiyesini teh­likeye maruz bı­rakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevzâ, Meşihatın zaafından ve sönük ol­masın­dan meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdi­yete istinad eden Me­şihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şû­raya istinad eden bir Şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçi­rir, ya o içtihadı ona münhasır bıra­kır.

Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içti­hadı o vakit düsturü’l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine ik­tiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garrâda daima icma’ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lü­zum-u kat’î vardır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 37-40)

10- «Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve mu­habbe­timin se­bebi şu­dur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istik­balde terakkisinin birinci kapısı meşruti­yet-i meş­rua ve şeriat dairesindeki hürriyet­tir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşruti­yetteki şûrâdır.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 48)

11- «Eski Said de, eski zamanda böyle acib bir is­tib­dadı his­setmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istib­dâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meş­ru­ayı bir vasıta-i necat görü­yordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalış­mış.» (Kastamonu Lâhikası sh: 78)

Bediüzzaman Hazretleri şurâ’ya verdiği aynı ehem­mi­yeti,  Risale-i Nur dairesindeki hizmet faaliye­tinde de meş­verete ihtiyaç duyduğunu söyler. Me­sela der ki:

12- «Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret sure­tiyle reyinizi al­mak için gönderdik. Münasip midir? »  (Emirdağ Lahikası-II sh: 104)

وَ شَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِemriyle, kardeşlerimle bir meş­verete muhta­cım.»  (Emirdağ Lâhikası-I sh: 24)

13- «Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye ke­mal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damar­larınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i da­lâlet istifade edip, birbirinizi ten­kid ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reyleri­nizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bu­lundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)

14- «Nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mü­him bir niyetimi, hizmet‑i Kur’ân’daki kardeşlerimin na­zarlarına arz edip meş­veret etmek ve on­ların fikirlerini is­timzac etmek ve beni ikaz et­mek için şu kısmı yazdım, onlara müra­caat ediyorum.» (Mektubat sh: 405)

15- «Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet samimâne ve uhuvvetkâ­râne gö­rüşmeleri ve meşve­ret­leri bizleri çok mesrur ey­ledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 199)

16- «Risale-i Nur dairesindeki şakirdler, istişare sure­tinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri gör­meye başlamalarıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 129)

17- «Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâ­zım­dır.» (Şualar sh: 535)

18- «Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh iki defa "Sırran tenevverat"  demesi, Risale-i Nur perde altında tenev­vür ve tenvir eder diye işa­ret edi­yor. Mümkün olduğu kadar ge­çici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bak­ma­yınız. Zaten mabeyninizde samimî tesanüd ve meş­veret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muha­faza eder. İçinizdeki şahs-ı mâ­nevi­nin fikrini, o meşve­retle bildi­rir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 130)

19- «Hem şimdi nazar-ı dikkati Risale-i Nur şakirdle­rine celb etme­mek münasiptir diye düşünüyo­rum. Fakat yedi sene Harb-i Umumîye bakmayan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan, din­lemeyen bu karde­şinizin fikri, bu meselede sorulmaz. Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve mü­dakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 109)

20- «Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)                    

21- «Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşve­ret ediniz. Çok sıkı tutma­yınız herkes bir meşrepte ol­maz. Müsamahayla bir­birine bakmak şimdi el­zemdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

22- «Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki, kar­deş­lerin, zi­yade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyor­lar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkân­ların meşve­ret­lerine bıraktın ve isabet et­tin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî iş­lerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mâ­nevîle­rini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mâ­nevîleri sen­den çok mü­kemmel o vazi­feni kendi vazi­feleriyle bera­ber yaparlar.» (Şualar sh: 492)

23- «Nur fabrikasının sahibiyle kahraman Tâhirî bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar, hem bazı mesele­leri soruyorlar. Sizlerdeki erkâ­nın verdikleri ka­rar ve mü­nasib gördüğü tarzlar, benim reyimin fev­kinde inşaallah isabet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdi­lik, evvelce nazlanan matbaacı­lara lü­zum yok..» (Kastamonu Lâhikası sh: 222)

24- «Şakirdlerin tensibiyle ve meşveretiyle inti­hab edilecek bir yeni kah­raman bulununcaya kadar o vazife­leri taksimü’l-a’mâl suretinde herbir şakird bir va­zifesini yapmaya başlasın.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 189)

Görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifa ve icra et­menin mu­kaddemesi mâ­nâsında olan meşveret, istişare ve şûrâ, mezkûr beyanat ve tavsiyelerin ne­ti­cesi olarak bir esas ve düstur olduğu zâhir oluyor.

 

1    Şûrâ Sûresi, 42: 38.

download
Yukarı Çık