DERSLER / Alfabetik dersler

İHTİLAF ÇIKARMAMAK, TESANÜD VE İTTİFAK ETMEK ESASI

Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bu gelen iki sual ve cevabında,  re’y-i cumhuru esas almak; yani bütün müslümanları bağlayan şer’î hükümleri din­lemek ge­rektiğini aksi halde ihtilafın devamına se­be­biyet verile­ceği beyan edilir. Şöyle ki:

1- «S – Âlem-i İslâm ulemasının ortalarındaki müthiş ihtilâ­fata ne dersin? Reyin nedir?

C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya in­tizamı bo­zulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encü­men-i şûrâ nazarıyla ba­kıyorum. Şeriat­tan işiti­yoruz ki, rey-i cumhur budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclis­teki rey-i ekseriyetin nazîre­sidir. Rey-i cum­hurdan mâadâ olan akval, eğer hakikat ve mağz­dan hâli ve boş olmazsa istidâdâtın reylerine bırakılır. Tâ, herbir istidad, terbiye­sine münasip gördüğünü inti­hap etsin.» (Münazarat sh: 78)

2- «S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil edecek çare nedir?

C – Evvelâ: Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âli­yeye nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir… Zaruriyat-ı di­niyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniye­den başka olan tefer­ruat veya tarz-ı telâkki veya ta­rik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsa­maz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tu­tulsa, aşk-ı haki­kat harekâtımızda hâkim olsa –ki za­man dahi pek çok yardım edi­yor– o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.» (Sünuhat Tu­luat İşarat sh: 83)

Bu adavet hissi fiile çıkartılmazsa zarar vermez:

3- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil fıtra­tımda adâ­vet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vaz­geçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösteril­mezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir neda­met, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurta­rır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin hak­sızlığı hak bilmesin, haklı has­mını haksızlıkla teş­hir etme­sin.

Câ-yı dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garazkârâne ta­rafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasî­sine muhalif bir âlim-i salihi, tek­fir derece­sinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir müna­fı­ğı, hür­metkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, Eûzü billâhi mine’ş-şey­tâni ve’s-si­yaseti dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasi­yeden çe­kildim.» (Mektubat sh: 267)

İhtilafların  müsbet ve menfî cihetleri:

4- «Eğer denilse: “Hadiste, (1 )اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌdenil­miş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim ha­vassın şer­rinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, maz­lum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendi­sini kurtarır.

“Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden ha­kikat ta­mamıyla te­zahür eder.”

Elcevap:

Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müs­bet ihti­lâf­tır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise –ki garazkâ­râne, adâvetkârâne birbiri­nin tahribine çalışmaktır– hadi­sin naza­rında merduttur. Çünkü bir­bi­riyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak na­mına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garaz­kâ­râne, nefis he­sabına olan taraf­girlik, haksız­lara mel­cedir ki, on­lara nokta-i is­tinad teşkil eder. Çünkü, ga­razkârâne taraf­girlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şey­tana rahmet okuya­cak. Eğer muka­bil tara­fa melek gibi bir adam gelse, ona –hâşâ– lânet okuyacak dere­cede bir hak­sızlık gös­terecek.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat he­sabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta it­tifakla be­raber, vesâ­ilde ihtilâf eder. Ha­ki­katin her kö­şesini izhar edip hakka ve haki­kate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i em­mâre  hesabına  hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarz­daki tesadüm-ü ef­kârdan bârika-i ha­kikat değil, belki fitne ateş­leri çıkıyor.  Çünkü, maksatta ittifak lâ­zım ge­lir­ken, öylelerin ef­kârının küre-i arzda dahi nokta-i te­lâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam ol­mayan in­şikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şa­hittir.» (Mektubat sh: 268)

Hizmet dava edip ihtilaflara sebeb olanları sukut, vah­şet ve hıyanet vasıf­ları ile tavsif edip zecreden bir ikaz:

5- «Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağla­ta­cak müt­hiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: “Haricî düşmanların zu­hur ve tehacü­münde dahilî adâ­vetleri unutmak ve bı­rakmak” olan bir maslahat-ı içti­maiyeyi en bedevî kavim­ler dahi takdir edip yap­tık­ları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ eden­lere ne olmuş ki, birbiri ar­kasında tehacüm vazi­yetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutma­yıp düş­manların hü­cumuna zemin hazır edi­yorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vah­şet­tir, hayat-ı iç­timaiye‑i İslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)

Adavetli ihtilaflara kapı açmak düşmana yardım olur:

6- «İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı te­cavüz va­ziyetini al­mış ne kadar aşiret hükmünde düşman­lar olduğunu bi­lir misiniz? Bir­biri içindeki da­ireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti al­maya mecburken, onla­rın hücu­munu teshil etmek, on­ların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgir­lik ve adâvet-kârâne inat, hiçbir ci­hetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve il­haddan tut, tâ ehl‑i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâ­ibine ka­dar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yet­miş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve si­perin ve kalen, uhuv­vet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi kü­çük adâvetlerle ve bahane­lerle sars­mak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf‑ı maslahat-ı İslâmiye oldu­ğunu bil, ayıl.» (Mektubat sh: 269)

İttifaktaki kuvveti düşünmeyenler, yani dâva adamı şu­urunda olmayanlar, ihtilafa düşerler:

7- «İşte, ehl-i hak, ittifaktaki hak kuvvetini düşün­medik­lerinden ve ara­madıklarından, haksız ve muzır bir netice olan ihti­lâfa düşerler. Hak­sız ehl-i dalâ­let ise, ittifak­taki kuvveti, aczleri va­sıtasıyla hissettikle­rin­den, ga­yet mühim bir vesile-i makasıd olan ittifakı elde etmişler. İşte, ehl-i hakkın bu haksız ihtilâf ma­ra­zının merhemi ve ilâcı, (2 )وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ âyetindeki şid­detli nehy-i İlâhî, (3 )وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَىâyetinde,    hayat-ı    içtimaiyece    gayet hikmet­li emr-i İlâhîyi düstur-u hareket etmek ve ih­tilâ­fın İslâmiyete ne de­rece zararlı olduğunu ve ehl-i da­lâletin ehl-i hakka galebesini ne derece tes­hil ettiğini dü­şünüp, kemâl-ı zaaf ve acz ile, o ehl-i hak­kın kafile­sine fedakâ­râne, samimâne iltihak etmektir, şahsiyetini unutmakla riyâ ve tasannudan kurtulup ihlâsı elde et­mektir.» (Lem’alar sh: 154)

Biribirinin kusurlarını görmeye çalışmak, İslâm dün­yasının kuvvetini dar­beleyen ihtilafa sebebiyet ve­rir:

8- «Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tari­kat! Bu müthiş maraz-ı ihtilâfa karşıbirbirinizin ku­surunu görmeye­rek, yekdi­ğe­rinizin ayı­bına karşı gözünüzü yumunuz.  

(4 )وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًاedeb-i  Furkanî  ile  edepleniniz. Ve ha­ricî düş­manın hücu­munda dahilî münakaşâtı terk et­mek ve ehl-i hakkı su­kut­tan ve zilletten kur­tar­mayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhre­viye telâkki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle em­rettikleri uhuvvet, muhabbet ve te­avünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir su­rette meslektaşlarınızla ve dindaşla­rınızla it­tifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz. “Böyle küçük me­seleler için kıy­met­tar vaktimi sarf et­mektense, o çok kıy­metli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf ede­ceğim” deyip çekilerek ittifakı zayıflaş­tırmayı­nız.» (Lem’alar sh: 155)

İttifak zarurîdir:

9- «Bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimle­rinin itti­fakına ve mü­nakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik te­ferruattaki ihtilâfı bırak­maya ve medar-ı mü­nakaşa etme­meye mecburuz.» (Şualar sh: 403)

Nur Talebelerinin arasına ihtilaf sokma planına karşı ikaz:

10- «Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın düs­turlarını ve hakikî ihlâsın sırrını mâ­beynimizde ve birbirimize karşı isti­mal etmek, vü­cub de­recesine gelmiş. Kat’î ha­ber aldım ki, üç aydan beri bura­daki has kardeşleri birbirine karşı meşreb veya fikir ihti­lafıyla bir so­ğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin Nurcuları usandır­makla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evham­landırmak ve hizmet‑i Nuriyeden vazgeçirmek için se­bepsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın, sa­kın! Şimdiye kadar mâbeyninizdeki fedakârâne uhuvvet ve sami­mâne mu­habbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize bü­yük za­rar olur.» (Şualar sh: 500)

İhtilaflar, ihlas düsturlarına riayetsizliğin netice­si­dir:

11- «Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten mu­hafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her va­kit göz önünüzde bu­lundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.» (Kastamonu Lâ­hikası sh: 236)

Teferruata bakan ihtilafları bırakmamak, İslâm düş­manları lehine netice ve­rir:

12- «Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ih­tilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuv­vet­li cereyanları var elbette bu müthiş düş­mana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşa­ların kapısını açmamak gerektir.» (Emir­dağ Lâhikası-I sh: 204)

Dinsizlik cereyanı, Nurcular arasında biribirine su-i zan verdirmekle ifsad etme peşindedir:

13- «Kardeşlerim, sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesa­nüdünüz hakkında nasihatime ihtiyaç bırak­mı­yor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Ri­sale‑i Nur şakird­lerinin tesanüdlerine zarar ver­mek için birbirinin hak­kında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbi­rini itham etsin. Belki “Filân ta­lebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözü­nüzle görse­niz dahi perdeyi yırtma­yınız. Fenalığa karşı iyilikle muka­bele ediniz. Fa­kat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyi­niz. Zaten sırrımız yok fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiye­lik edi­yor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Sizin, hususan Isparta medresesindeki tesanüdü­nüz, hem Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, hem bu mem­leketin yüzünü ak etmiş. Ve her ta­rafta Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebep, tesanü­dünüz­dür ve şevk ve gay­retinizdir. Cenab-ı Hak, siz­leri bu hizmet-i imaniyede dâim ve muvaffak eylesin. Âmin, âmin.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 108)

Şer’îatın temel kitabları dairesinde olmak şartiyle mevcud farklı anlayış­lara hak tanımak gerekirken, ena­niyet tarafgirliği ile ihtilafa gitmenin mes’uliyeti var:

14- «Sebeb-i ihtilaf-ı muzır, “Bu haktır” düs­turu ye­rine “Yalnız hak bu­dur” ve “En güzeli budur” hükmü ye­rine, “Güzeli budur” hükmü ikame edilmiş­tir.

El-hûbbu fillah esas-ı merhametkârı yerine, el-buğzu fillah ikame edil­miştir. Kendi mesleğinin mu­hab­beti yerine, başka mes­lekten nefret, harekâ­tında hâ­kim kı­lınmıştır. Hakikate muhabbet yerine, ene taraf­gir­liği mü­dahale etmiştir. Vesail ve delâil, makasıd ve gàyât yerine ikame edilmiştir. Halbuki, fâsid bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir bâtıl bir ve­sile ile hak bir gaye, fikirde tespit edilir. Madem gaye ve mak­sat haktır; delil ve vesi­lelerdeki fesad, böyle inşikak-ı kulûba sebebi­yet verme­meli.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 82)

Hakkın, faziletin ve dinin ehemmiyetli neticeleri:

15- «Hakkın şe’ni ise ittifaktır. Faziletin şe­’ni, tesa­nüddür. Tea­vünün şe’ni, birbirinin imda­dına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizab­tır.» (Sözler sh: 408)

Şahsî kusuratı sebebiyle mü’mine adavet eden, iman ve İslâmiyet sıfatla­rına değer vermeyen kimsenin akılsız, insafsız ve zâ­lim durumuna düşeceği hakkında ehemmiyetli bir ikaz:

16- «Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kar­de­şine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsız­lık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud aza­me­tinde olan İslâmiyet gibi çok ev­sâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü­’mine karşı adâ­vete sebebiyet veren ve âdi taşlar hük­münde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih et­mek, o derece in­safsızlık ve akılsızlık ve pek bü­yük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlar­sın.» (Mektubat sh: 263)

17- «Adalet-i mahzâyı ifade eden (5 )وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَىsır­rına göre, bir mü’minde bu­lu­nan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sı­fat­larını mah­kûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne dere­ce hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus bir mü’mi­nin fena bir sıfa­tından  darılıp,  kü­süp,  o  mü’minin  akraba­sına  adâvetini  teşmil et­mek, (6 )اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ   sîga-i  mübalâğa  ile gayet azîm bir zulüm etti­ğini, haki­kat ve şeriat ve hik­met-i İslâmiye sana ih­tar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?» (Mektubat sh: 264)

18- «Acaba birgün adâvete değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf ka­bul eder, bozulmamış hangi vicdana sı­ğar?

Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fena­lığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıka­rıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek ge­rektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûb olduğundan, acımak ve nedamet edece­ğini bekle­mek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya gör­mek isteme­diğin ku­su­runu gör, bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en se­lâ­metli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenap­lıkla mukabele et­sen, zu­lüm­den ve za­rardan kurtulur­sun. Yoksa, sarhoş ve di­vane olan ve şişe­leri ve buz parçalarını elmas fiya­tıyla alan cevherci bir Ya­hudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle,mütemadiyen bir adâvetle mu­kabele et­mek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoş­luk­tur, bir nevi divaneliktir.» (Mektubat sh: 266)

Ehl-i hakla, yani şeriat dairesinde olanlarla ittifak edip bir cemaat olma­nın lüzumu:

19- «Ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki iz­zetin bir medarı oldu­ğunu düşünmekle,

Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su­re­tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâ­sıyla hücumu zama­nında, o şahs-ı mâ­ne­vîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü an­layıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çı­karıp, o müt­hiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek...» (Lem’alar sh: 151)

20- «Dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mânevi­yeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve it­tihad-ı hakikîye muhta­cız ve mecburuz.

Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr‑ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve itti­fak-ı vazife ile teva­fuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verse­ler, o va­kit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıy­metinde ol­duğu gibi, ha­kikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fe­da­kâr kar­deşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geç­tiğine, pek çok vu­kuat-ı tari­hiye şehadet edi­yor.

Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir itti­fakta herbir fert, sair kar­deşlerin gözüyle de bakabilir ve kulak­larıyla da işitebi­lir. Güya on ha­kikî müttehid adamın her­biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünü­yor, yirmi ku­lakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. (7) » (Lem’alar sh: 161)

21- «Hem mûcib-i taaccüb, hem medâr-ı teessüf­tür ki, ehl-i hak ve ha­kikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ih­ti­lâfla zayi ettikleri halde, ehl-i ni­fak ve ehl-i dalâlet, meşreb­lerine zıt olduğu halde itti­faktaki ehemmi­yetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı mağlûb ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)

22- «Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisad Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mâbeyninizde bera­ber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fev­kalâde sebat ve me­tanet ve tesanüd ve itti­fa­kınız, bu memlekete medâr-ı ifti­har olacak ve istikbalini kurtara­cak derecededir. Dikkat edi­niz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü boz­ma­sın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)

23- «Risale-i Nur’un İhlâs Lem’alarında denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın din­dar ruhânîle­riyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etme­mek ge­rektir. Çünkü küfr-ü mutlak hü­cum ediyor. Senin, hami­yet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanız­dan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen mace­rayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi ka­fasıyla konuşmamış eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lü­zumsuz münakaşa ile söy­lemiş. Bilirsin ki, büyük bir ha­sene ve iyilik, çok gü­nahlara kefaret olur.

Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatâ­sını affettirir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)

24- «S – Belki birbirleriyle adâvetleri, birbi­rin­den gör­dükleri nâmeşrû bazı ef’al içindir?

C – Acaba ne cihetle, ne insafla, ne suretle, Subhan Dağı ka­dar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve in­saniyet ve cinsi­yet sebebiyle hasıl olan muhabbet, şöyle çocuğun bahanesiyle bazı nâmeşrû harekât vesile­sin­den mütehassıl olan adâvete karşı hafif ve mağlûp olmuştur? Evet, muhab­beti iktiza eden İslâmiyet ve in­sa­niyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adâ­veti intaç eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adâvete mağ­lûp et­tiren adam, na­zar-ı hakikatte Cebel-i Uhudu bir çakıl ta­şından aşağı derece­sine indirmek kadar ahma­kane hareket etmiştir. Adâvetle muhab­bet, ziya ile zulmet gibi, içtima edemez. Adâvet galebe çalsa, mu­habbet mü­mâşaata inkılâb eder. Muhabbet galebe çalsa, adâvet te­rahhum ve acımaya inkı­lâb eder. Benim mez­hebim, mu­habbete muhabbet et­mek­tir, husumete hu­sumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhab­bet ve en darıldı­ğım şey de husumet ve adâvet­tir.» (Münazarat sh: 76)

Siyaset ve zendeka cereyanlarının ifsadına aldanıp, tef­ri­kaya alet olmak gibi feci mesuliyete düşmemek için bir ikaz:

25- «Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan si­yaset cere­yanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefri­kaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırka­larına karşı perişan etmesin! اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِdüstur-u Rahmanî yerine, el'iyazü billah اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِdüstur-u şeytanî hük­medip, melekgibi bir hakikat karde­şine adâvet ve el­hannâs gibi bir siyaset arkadaşına mu­habbet ve taraftar­lıkla zul­müne rıza gösterip cinayetine mânen şerik ey­lemesin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

Pek çok tefrika sebeblerine rağmen, tefrikalardan uzak du­ran ve tesanüde kuvvet veren  talebeler:

26- «Evet, kardeşlerim, sizler, ihlâs sırrını tam muha­faza ediyorsu­nuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdeti­nizi muha­faza, hakikaten bir ha­rikadır. Hâfız Ali’nin ha­kikaten müs­tesna bir mahviyet ve te­va­zuu içinde ihlâsı ve fena fil’ihvan düs­turunu mu­hafaza etmesi ve Hüsrev’in hakika­ten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir dere­cede ted­bir ve di­rayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlâsı ve mahviyeti, Hâfız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sada­kati ve fedakâ­râne tesli­miyeti ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali mânâsını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizme­tini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük mak­sadı yapması ve sebeb-i ihtilâfa karşı kuvvetli mu­kavemeti bu­lunduğunu bu dört mektu­bunuz bana bil­dirdi.

Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tâhirî ve kah­raman Rüştü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ah­lâkta bulundukla­rını hiç şüphe etmiyoruz. Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntı­dan, hakikî bir tesanüdle birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz, belki altı bin kıymet-i mâne­vi­yeyi alıyor diye, Cenab-ı Hakka Risale-i Nur hesa­bına hadsiz şü­kür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyo­ruz.» (Kasta­monu Lâhikası sh: 242)

Hükümet merkezindeki başların ha­tâları ce­ma­ate te’sir eder:

27- «Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti güzel tahay­yül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukad­dem Dersaadete geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve te­nafur‑u ku­lûb se­bebiyle medenî libası giymiş vahşî bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, me­denî adam, fakat yarı medenî, yarı vahşî liba­sında bize arz-ı dîdâr ediyor. Evvel şarkta fenalı­ğın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih et­tim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa si­rayet eder. Tedavisine ça­lıştım bir divanelikle taltif edil­dim.» (Di­van-ı Harbî Örfî sh: 79)

28- «Aziz kardeşlerim,

Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muha­faza enâniyet, benlik, re­kabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ih­tiyattır.» (Şualar sh: 312)

Tesanüdü muhafaza edenin kazanacağı yüksek ma­kam:

29- «Temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir velî, kü­çük bir Ashâb ka­dar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, (bu za­manda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velî­den ziyade mevki alıyor diye ka­naatim gelmiş.» (Şualar sh: 317)

Münafıkların hizmet ehli aleyhindeki bir planına dik­kat:

30- «Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşle­rin te­sanü­dünü ve bir­birine karşı hüsn-ü zan­larını bozmak için derler: “İşte o kadar ehem­miyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardır.” Her ne ise...» (Ş: 320)

Tesanüdü bozan, avam-ı ehl-i imanı ehl-i dalâlet tara­fına iter:

31- «Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmi­yet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah­kikî imanın dai­resinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cema­atin kat’î bul­duk­ları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cere­yanlarına karşı yıl­maz, çekilmez, bozulmaz, aldat­maz bir merci, bir mür­şid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanü­dünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i da­lâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâne­viyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefa­hete iltihaktan kurtu­lur.» (Şualar sh: 320)

Tesanüdü bozan, Nur’un en kuvvetli nokta-i isti­nadına za­rar verir:

32- «Sobamın ve Feyzi’lerin ve Sabri ve Hüsrev’in iki su bar­dakları parça parça olması, dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakikî tesanüd ve bir­biri­nin ku­suruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanın­dan –benim ye­rim­de ve Nurun şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili ol­masın­dan– hiçbir cihetle gü­cenmemek elzemdir. Ben kaç gün­dür dehşetli bir sı­kıntı ve meyu­siyet hissettiğimden, “Düşmanlarımız bizi mağ­lûp edecek bir çare bulmuşlar” diye çok telâş eder­dim. Hem sobam, hem hayalî ayn-ı hakikat mü­şahedem doğru ha­ber ver­mişler. Sakın, sakın, sa­kın! Ça­buk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdü­nüzü tamir ediniz. Vallahi, bu hadisenin bi­zim hapse girmemizden daha zi­yade Kur’ân ve iman hizmeti­mize –hususan bu sırada– zarar vermek ihtimali kav­îdir.» (Şu­alar sh: 499)

Hizmet müdebbirini çürütmekle hizmet cemaatini da­ğıtmak olan gizli mü­nafıkların iki planına alet olan­lar, hizmete büyük hı­yanet etmiş olurlar:

33- «Gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip, biri beni ihanetlerle çü­rütmek, ikincisi mâ­beynimize bir so­ğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücen­mekle bizi birbi­rimizden ayırmak­tır. Ben size ilân ederim ki, Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aley­hinde bulun­maktan korkarım. Çünkü şimdi onun aley­hinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aley­hinde ve benim aleyhimde ve bizi peri­şan edenle­rin lehinde bir azîm hıyanettir ki, be­nim soba­mın par­çalan­ması gibi acîb, sebebsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son iş­kence dahi bu mânâsız ve çok za­rarlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine ka­naatim var. Dehşetli bir parmak bu­raya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bay­ramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.» (Şualar sh: 517)

Tesanüdü bozmak, kaderin tokadına vesile olur:

34- «İttihad-ı ehl-i iman cemaatindeki uhuvvet-i İslâmiye, Nurcularda pek hâlisâne, fedakârâne inkişaf et­tiği gibi ve eski ec­datlarımızın kemâl-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikate Nur şakirdleri o milyonlar kahra­man ecdatlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailikle o ha­kikata bağ­lanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve âşikâr cemiyetler ve komite­ciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, ka­der-i İlâhî onları bize musallat ediyor. Onlar mev­hum bir cemiyet isna­dıyla zul­me­derler. Kader ise, “Neden tam ihlâsla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?” diye bizi onların el­le­riyle tokatladı, adalet etti.» (Şualar sh: 533)

Tefanî sırrını bozmak, cemaatin manevî kuvvetini, şevkini ve tesanüdünü kırma neticesini doğurur:

35- «Uhuvvet için bir düsturu beyan edece­ğim ki, o düs­turu cidden na­zara almalısınız:

Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne itti­had gittiği vakit, mânevî ha­yat da gider. وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ işâret ettiği gibi, tesa­nüd bo­zulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elifayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle iç­tima etse, yüz on bir kıymetinde ol­duğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mâl ol­mamak ci­hetiyle hare­ket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuv­vetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir te­sanüdle, birbirinin aynı olmak dere­cede bir te­fâni sır­rıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuv­ve­tinin kıy­metindedirler.» (Barla Lâhikası sh: 124)

Ehl-i dalâletin tesanüdümüzü bozmak planına karşı, tesa­nüdü korumada tam fedakârlık yapmak gerek­tir:

36- «Ehl-i dalâlet, Risale-i Nur’un elmas kılıçla­rına muka­bele edeme­dikleri için, şakirdleri içinde, derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gaf­letinden isti­fade ederek, meşrepler veya hissiyatları muhale­fetinden zayıf damar­ları bulup, şakird­leri içindeki tesanüdü sarsmak istedikle­rini hissettim ve an­ladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübaye­net düşmesin. İnsan hatâdan hâli olamaz fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı ola­rak ten­kide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysi­yetimizi ve dünyevî saade­timizi Risale-i Nur’un en kuv­vetli rabıtası olan tesanüde feda et­meye mükel­lefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazife­mizdir” de­yip nefsinizi sustu­runuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız her­kes bir meşrepte olmaz. Müsa­mahayla birbirine bakmak şimdi elzem­dir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

37- «Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sada­kat ve sar­sılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musi­betler, hizmet-i imaniye­miz nokta­sında bü­yük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve ha­yale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 123)

38- «Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın be­kası imanın ve sıdkın ve tesanüdün deva­mıyladır?» (Münazarat sh: 64)

Tercihen nakledilen yukarıdaki ders, tavsiye, emir  ve îkazlar, hizmet-i diniyede ihtilafları terk etmek ve tam ihlas üzere tesanüd etmek lüzumunu sara­hatla ifade eder ve bu­nun sabit  bir esas olduğunu ortaya koyar.

 

 

 

1   el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212.

2 Enfâl Sûresi, 8:46.

3 Mâi­de Sûresi, 5:2.

4 Furkan Sûresi, 25:72.

5 En’âm Sûresi, 6:164.

6 İbrahim Sûresi, 14:34.

7Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve itti­had, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i isti­naddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri öl­se, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gü­lerek karşılar. Ve “O ruhlar vasıtasıyla sevab cihetin­de yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, ra­hatla yatar. (Müellif)

 

download
Yukarı Çık