15-ADAVETİ TERK DÜSTURU
Ehl-i iman arasında adavetsizlik yani düşmanlık etmemek sarih beyanların getirdiği bir esastır.
1- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adâvet ederler.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı aman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.
Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer.» (Lem’alar sh: 88)
2- «Mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.» (Mektubat sh: 265)
3- «Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı
(1 )اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.
Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, (2 )اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.» (Mektubat sh: 270)
4- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.» (Mektubat sh: 267)
Haksızlık veya haklılık, şeriatın sarih hükümlerine göre tesbit edilir. Beşerî düşünceler ve şahsî kanaatler ölçü olamaz. Meselâ, gıybetin haram ve caiz olan kısımları şer’î kaynaklarda açıkça kayıdlıdır. O hükümlere göre hareket etmek mecburiyeti var. Demek 3. parağrafta nazara verilen fena haslet yani kötü ahlâk eserleri ve haksız gıybet gibi amelî ve fiilî tezahürler, zâhir ölçülerdir ki, görülemeyen düşmanlık hissinin varlığını isbat eder.
5- «Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf‑ı mâsumeyi muhtevî bir mü’mine adavet edilmez.
Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan imân ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adâveti, o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adâvet, yalnız acımak mânâsında olabilir.
Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 144)
6- «Düşmanlarımızın seyyiatı –tecavüz olmamak şartıyla– adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…» (Hutbe-i Şamiye sh: 52)
7- «Muhabbet adâvete zıttır ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak. Onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.
Evet, muhabbetin sebebleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 53)
8- «Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 86)
9- « (3 )وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’ânî. اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً Bir şahıs çok evsafa câmidir. Onların içinde bir sıfat, adâveti celb etse, birinci âyetteki kanun-u İlâhî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 27)
10- «Benim mezhebim, muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adâvettir.» (Münazarat sh: 77)
11- «Meselâ, mü’minler mâbeyninde husûmet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor.» (Osmanlıca Lem’alar sh: 684)
12- «İstanbul’da malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
13- «O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 247)
14- «Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesinاَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ (4 ) düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
15- «Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebtir bâki kalmalı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 133)
16- «Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın.
Cenuptan gelen Kur’ân nuru var İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!» (Mektubat sh: 323)
17- «ÜÇÜNCÜ MEBHAS
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا
Yani:
لِتَعَارَفُوا مُنَاسَبَاتِ الْحَيَاةِ اْلاِجْتِمَاعِيَّةِ فَتَعَاوَنُوا عَلَيْهَا لاَ لِتَنَاكَرُوا فَتَخَاصَمُوا
Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”» (Mektubat s. 321)
Risale-i Nur Külliyatından kısmen nakledilen mezkûr sarih beyanlar, mü’minler arasında adavetin kat’iyetle caiz olmadığını gösteriyor.
Ancak bazı mü’minlerin hatalı anlayış ve hareketlerinden doğabilecek zararların önlenmesi bakımından bunların tashihi için yapılan müsbet ve meşru olan hatırlatma, ikaz ve kardeşliğin gerektirdiği üslûb içinde ve adavet hissinin karıştırılmadığı tenkid bir vazifedir. Bu tarz ikazat ve tenkidle adavet iltibas edilmemelidir.