بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
ESÎR
Bütün kâinatta her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık, hararet, cazibe ve dafia gibi kuva-i seyyalenin yayılmasına vasıtalık eden çok ince madde. Teknik cihazlarla dahi görülmeyecek kadar ince, lâtif, rakik, elastikiyeti haiz, seyyal maddedir. Esîr maddesi hakkında Risale-i Nur’dan tercih edilen bazı parçalara geçiyoruz. Şöyle ki:
“Evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür'atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu'lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.” S:195
Bu kısımda esîr gibi lâtif maddelerin ruhaniyata ayine oldukları beyan edildi.
1- Zemin ve yıldızlar esîr denizinde yüzerler:
“Eğer desen: "Madem Kur'an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?"
Elcevab: Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur'anîde o kadar olabilir. Zira Kur'anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beşer Kur'ana dese: "Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver." Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur'an namına diyecekler: "Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin." Eğer beşerin taht-el bahrleri, âyât-ı Kur'aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahrleri (yani, bahr-ı muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: "Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır."” S:265
Yani küreler, esîr dairesinde mazrufturlar.
2- Adem, esîr ve sema perdelerinin açılışları:
“اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ (81:1) Şu kelâm; "Tekvir" lafzıyla, yani sarmak ve toplamak manasıyla, parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi îma eder.
Evet Cenab-ı Hak tarafından adem ve esîr ve sema perdelerini açıp, Güneş gibi, dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.” S:426
Burada esîrin, ilk yaratılan müstevli bir madde olduğu anlaşılıyor.
“Madem kudret-i ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i latifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder.” S:507
Bu kısım dahi, esîr gibi lâtif maddelerden zihayat mahlukların yaratıldığı ve bütün âlemlerin zihayatla dolu olduğu anlaşılıyor.
Evet, “Feza-yı ulvî, bilittifak "esîr" ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delalet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi bizzarure menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Madem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise o ahkâmların menşe'leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır. Hem melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymetdar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesabsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir. Pek kat'î bir surette İşarat-ül İ'caz namındaki tefsirimde ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ (2:29) âyetinde, semavatın hem vücudu, hem taaddüdü isbat edildiğinden ve melaike hakkında Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder kat'iyyetinde, melaikelerin vücudunu isbat ettiğimizden, onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.
Elhasıl: Esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyalat-ı latifenin medarı olmuş ve hadiste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsaid olmuş ve Samanyolu denilen "Mecerret-üs Sema"dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.” S:569
Bu kısımda da, şecere-i hilkatin iç içe alemler olarak Allah nazarında mahdud, insan nazarında gayr-ı mahdud, yani beşerî anlayışının ihata edemeyeceği kadar büyük olduğu anlaşılıyor.
“Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud
Sutur-u kâinat-ı dehrdir a’sar-ı nâma’dud
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta
Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.
Hoca Tahsin’in nâma’dud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakikî lâ-yetenahîlik değildir.” Mu:134
3- Esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyineler hükmündedirler:
“Birinci Temsil: Şöyle ki: Onaltıncı Söz'de isbat edildiği gibi: Birtek zât-ı müşahhas, muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesbeder. Bir cüz'i-yi hakikî iken, şuunat-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup, cismanî birtek şey, o âyinelerde bir külliyet kesbeder. Öyle de: Nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhanîler, hayal sür'atiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.” S:609
4- Esîr maddesinin varlığı hakkında:
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki "esîr" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.
Üçüncüsü: Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasılki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.” L:67
“Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni'-i Zülcelal'in gayet latif, nazenin, muti', müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan "esîr" maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.” L:343
“En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan "vücub"un ve vücudun en sebatlı derecesi olan "maddeden tecerrüd"ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan "mekândan münezzehiyet"in ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan "vahdet"in sahibi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un en has hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaîf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddid cüz'lerinde kat'î bürhanlarla gösterilmiştir.” L:344
“Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün azâsıyla, cevarihiyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delalet eder. Yani bu kâinat, ihtiva ettiği bütün enva'ıyla لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ ve o âlemlerin erkânıyla لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ve o erkânın azâsıyla لاَ صَانِعَ اِلاَّ هُوَ ve o azânın eczasıyla لاَ مُدَبِّرَ اِلاَّ هُوَ ve o eczanın cüz'iyatıyla لاَ مُرَبِّىَ اِلاَّ هُوَ ve o cüz'iyatın hüceyratıyla لاَ مُتَصَرِّفَ اِلاَّ هُوَ ve o hüceyratın zerratıyla لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ve o zerratın tarlası olan esîriyle لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ söyleyerek; bütün enva'ıyla, erkânıyla, azâsıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla, esîriyle (ellibeş lisan ile) vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ve delalet eder.” Ms:54
“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilâlsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.”Ms: 138
“Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve enva'ıyla "Lâ İlahe İllâ Hu" diye tevhidi ilân ediyor. Çünki aralarındaki tesanüd böyle iktiza ediyor. Ve o tabakatla enva', bütün erkânıyla "Lâ Rabbe İllâ Hu" diye ilân-ı şehadet ediyor. Çünki aralarındaki müşabehet böyle istiyor. Ve o erkân bütün a'zasıyla "Lâ Mâlike İllâ Hu" diye şehadetlerini ilân ediyorlar. Çünki aralarındaki temasül böyle iktiza eder. Ve o a'za bütün eczasıyla "Lâ Müdebbire İllâ Hu" diye şehadet eder. Çünki aralarında teavün ve tedahül vardır. Ve o ecza bütün cüz'iyatıyla "Lâ Mürebbiye İllâ Hu" diye olan şehadetini ilân eder. Çünki aralarındaki tevafuk, kalemin bir olduğuna delalet ediyor. O cüz'iyat bütün hüceyratıyla "Lâ Mutasarrıfe Fil-Hakikati İllâ Hu" diye şehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratıyla "Lâ Nâzıme İllâ Hu" diye ilân-ı şehadet eder. Çünki cevahir-i ferd arasındaki haytın bir olduğu böyle iktiza eder. Ve o zerrat bütün esîriyle "Lâ İlahe İllâ Hu" cevheresiyle ilân-ı tevhid eder. Çünki esîrin besateti, sükûnu, intizamla emr-i Hâlıka sür'at-i imtisali, böyle iktiza eder.” Ms:192
5- Esîr maddesi yaratıldıktan sonraki durum:
“Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu Arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:
"İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik" manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile Arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَ كَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte Arz'ın -hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat Arz'ın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binaenalâhâzâ o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.”İ:188
“Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zahirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden, semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadîs ise, semanın مَوْجٌ مَكْفُوفٌ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, altı mukaddeme ile tahkikatını yapacağız.
Birinci Mukaddeme: Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir….
“Üçüncü Mukaddeme: Madde-i esîriyenin yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.”İ:189
Bugün teknik gelişmelerin hızlandığı devrede dahi esîr maddesi hakkında ciddi malumat verilemezken, Risale-i Nur’da bu şekilde emin bilgilerin verilmesi, esîrden başlayarak bütün kâinatı yaratan zâtın gönderdiği Kur’anın feyzine istinad etmektedir. Evet yapan bilir ve eserleri hakkında isabetli bilgiler verir.
Muhteva:
1- Zemin ve yıldızlar esîr denizinde yüzerler
2- Adem, esîr ve sema perdelerinin açılışları
3- Esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyineler hükmündedirler
4- Esîr maddesinin varlığı hakkında
5- Esîr maddesi yaratıldıktan sonraki durum
Bu dersi indirmek için tıklayınız.