DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

ESKİ SAİD-YENİ SAİD1

Bediüzzaman Hazretlerinin şu fasıl hayatı, bu mes'eleyi (Eski Said, Yeni Said mes'elesini) ziyade ilgilendirdiği için, onu Ankara'dan Van'a götürmeden önce, bir nebze temas etmekte fayda vardır tahmin ediyorum. Fakat evvelce de arz etmiştim; Eski Said ile Yeni Said hakikatinin ne olduğunu, yani bu mevzuun ma'nevi yönleriyle, sırlarıyla birlikte, onun künhüne vakıf olarak ortaya koymak, elbette bizim gibi insanların haddi ve hududu dışında bir şey olduğu için, bu noktada söz söylememiz abes olur. Lâkin yine Üstadın bazı ifade ve beyanlarına dayanarak, bu hakikatin zahire sızan bazı köşelerini az da olsa izhar etme niyetiyle bir şeyler yazmaya çalışacağız.

Evvela, Eski Said ile Yeni Said'in birbirinden ayrılma tarihini; Bediüzzaman'ın 1918'de İstanbul'a geldiğinden iki sene sonra, yani 1920'nin son yarısında zuhura başlayıp, 1921'in sonunda kemalini bulduğunu, hayatının o dönemi ile ilgili bazı vesikalara dayanarak arza çalışmıştık. Bu mezkûr tarihi te'yid eden daha bir çok ifade ve beyanlarını da ayrıca sıralamak mümkündür. Ancak biz burada sadece o mes'eleyi te'kid babından iki üç nümune vermekle iktifa edeceğiz.

İşte birincisi: Onyedinci Lem'anın mukaddemesinde: "Şu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said'in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhûd suretinde gördüğü için, tağyir edilmeden mealleri yazıldı..."2 demektedir.

Notalar Risalesi olan Arabi Zehre Risalesi olsun, Mesnevi-i Arabi’deki sair Arabi risaleler olsun, hepsi 1921 yılının son aylarında te'lifine başlanmış ve 1923 yılının Nisan ayında ikmal edilmiştir.3 Öyle ise, Yeni Said faslının başlangıcı 1921 yılının ikinci yarısından sonraki aylardan itibarendir diye kesinlikle hüküm edebiliriz.

Keza, 26. Lem'anın Yedinci Ricası'nın başında: "Bir zaman ihtiyarlığın başlangıcında Eski Said'in gülmeleri Yeni Said'in ağlamalarına inkılâb ettiği hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya, beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim..." 4

Bu hadisede, Üstad Hazretlerinin İstanbul'dan Ankara'ya çağrılışı ve oraya gidişi, 1922 senesi içerisindedir ki; Ankara'ya gelmeden çok önce Yeni Said faslına girmiş olduğu göstermektedir.

Ve keza: Kastamonu Lahikası'nda, yine bütün Arabî risalelerinin Yeni Said'in eserleri olduğunu kaydetmekle birlikte, 1921 Ekiminde te'lif edilip, aynı senede tab' edilen manzum LEMAAT eseri için: "Her iki Said'in iştirakiyle bir tek Ramazan'da iki hilâl ortasında" te'lif edildiğini yazar.5

Ve hakeza bu nümûneler nev'inden, daha çok örnekler vermemiz mümkündür. Fakat bunlar ve bundan önce ilgili yerlerde gösterilen vesikalar, maksadımız olan Hazret-i Bediüzzaman'ın 1921'in son yarısından itibaren, Yeni Said faslına girdiğini göstermeye kâfi gelmektedir tahmin ederim.

ESKİ SAİD, YENİ SAİD NE DEMEKTİR?

Mevzuun başında da, bir iki defa tekraren arz ettiğimiz gibi; bizim gibi insanlar, bu mes'elenin künhünü ihata edip de, ifade edemezler ve haddimizin fevkindedir. Çünki bir Bediüzzaman'a mahsus olarak, onun ruhî ve kalbî terakkiyatlarının unvanları olan o ma'na ve mefhumlar, filhakika son derece yüksek ve engin mazhariyetlerin ifade ve unvanları olsa gerektir.

Bize göre, bu mes'elenin dış keyfiyeti i'tibariyle Eski Said, Yeni Said bir mebde' ve münteha keyfiyetinin hakikatini câmi'dirler. Gerçi Bediüzzaman'ın ibtidasında, intiha da mündemiç ve münderiçtir. Bununla beraber denilebilir ki: Eski Said bir çekirdek ise, Yeni Said onun ağacıdır. Hem eğer Eski Said'de tezahür eden harika haller, acib zekâ, kudsî deha ve yüksek ilmî mazhariyetler, bir velâyet-i suğranın tereşşuhları ise, Yeni Said'de tezahür eden ve bilhassa Risale-i Nur gibi eşsiz bir eser ile kendini gösteren kudsî mazhariyetler ve nur-efşan, feyizdar haller, herhalde bir velâyet-i kübranın bâriz hakikati, nişanesi ve ifadesidir.

Başka bir tabirle; Eski Said'in kırk yaşına kadarki ömrü, ilim ve velâyetle, akıl ve marifetle memzuc olarak, pek büyük ve çok küllî bir velâyetin urucuna merdiven ise; kırktan sonraki ömrü de, yani Yeni Said şeklinde tezahürü; o külli velâyetin seyr ü sülûkünü bitirip, bir mürşid-i mutlak vazifesiyle gelip, Velâyet-i Kübra ile taltif edilmiş olarak halkın irşadı için, yani ehl-i İslâmın iman ve maneviyatının takviye ve muhafazası için, haktan halka rücu'unun ünvanıdır ve hakeza...

Evet, Hazret-i Üstad Bediüzzaman'ın Eski Said faslında te'lif ettiği eserlerine dikkat edilirse; umumiyetle Yeni Said'in te'lifi olan Risale-i Nurların birer çekirdeği, birer habbesi gibidirler.

Mesela, İşarat-ül i'caz tefsirindeki hakikatlar, eğer Risale-i Nur tarzında izah edilebilseydi; aşağı-yukarı bir Risale-i Nur mecmuası olurdu. Hatta değil İşarat-ül İ'caz eseri, bir tahmine göre 1904'lerde te'lif etmiş olduğu Kızıl Îcaz'ın bazı kısımları da bu kabildendir. Keza her iki Said'in iştirâkiyle te'lif edilen Lemaat kitabı da Risale-i Nur kitaplarındaki mufassal hakikatların çekirdekleri tarzında, öz ve muhtasar hakikatlerini müştemil olduğu gibi, Arabi eserleri olan Mesnevi-i Arabi’deki risaleleri de, Nur Risalelerinin birer haritacık enmuzecidirler.

Bu keyfiyetten anlaşılıyor ki; asliyet ve hakikat itibariyle Eski Said’le Yeni Said arasında bir icmal ve tafsil mazhariyeti vardır. Ta'bir-i diğerle, bir cüziyyet ve külliyet kaziyesi mevzu-u bahisdir. Amma bu icmal ve tafsil veya cüz'iyyet ile külliyet gibi ifadeler, Bediüzzaman'ın makamına göre ve ancak ona kıyasla yüksek unvanının tarafımızdan nakıs ve basit bir tarifidir.

Lâkin kemiyet ve zahiriyet i'tibariyle, Eski Said ile Yeni Said arasında yaşayış, hizmet ve içtimaiyyat noktalarında bazı farklar mevcuttur. Bu farklar ise: Gençlik devri, kemal çağı, ilim devri, amel faslı gibi insaniyyetin istikmal kanununa tebean fıtrî olarak uğrayacağı merhalelerdir. Bediüzzaman'ın bu merhalelerdeki te'lifatı da keyfiyet ve hakikat noktasında aynı şeyler olmakla beraber, fakat iki makama göre farklıdır, değişiktir. Şöyle ki:

Eski Said'in te'lifatı olan 1921'in son yarısına kadarki eserlerinde küll olarak Sünûhât ve ilhamât hâkim olmakla birlikte, ilmî ve aklî düsturlar ve kaideler daha gâlibdir. Yeni Said'in eserleri ise, yine ilim ve mantık kaidelerinden hiç ayrılmamakla beraber, tamamen ilhama, sünûhât-ı kalbiyeye ve ihtarlara tabidir. Yalnız 1918 den 1923 yılına kadar yazılan eserlerin, Yeni Said'in olsun, Eski Said'in olsun, Risale-i Nurlara nisbetle icmal ve ihtisar yönüyle Eski Said'in eserlerine benzemektedir. Mesela Eski Said'in eserlerinden olan NOKTA, ŞUAAT ve LEMAAT ile, Yeni Said'in ilk eserlerinden olan Arapça KATRE ve ZERRE risaleleri gibi... Hatta Hazret-i Üstad bu eserlerinden bazıları için: "Eski Said'le Yeni Said'in birbirleriyle münazaraları neticesinde vücuda geldiğini" diye kaydeder.

Yeni Said'in hayat safhası, Eski Said'inkinden -bize göre- en önemli farklı yönleri; ruhanî ve kalbî ve manevî taraflarıdır. Eski Said'den Yeni Said'i ayıran gerçek yön ve hakikat da bu tarafı olsa gerektir. Bu yönde tecelli ve tezahürlerin, inkılâblı ve müterakkî hâlâtını tasvir etmeyi haddimizin bin kere fevkinde biliriz. Ya'ni manevî mertebelerin hangisinden hangisine nasıl atladığına.. Veya Ruhanî âlemlerin hangisinden hangisine geçtiğine dair malûmat, bizim tamamen ilmimizin ve ihatamızın dışında olan bir keyfiyettir. O büyük ve azim terakkî inkılâblarının veya ma'nevî yükseliş merhalelerinin estirdiği hidayet meltemlerinin; veya o umman-ı rahmet merkezlerinden mevcelenip gelen dalgalarının onun hayatının dış sahillerine vurarak husule getirdiği tesirlerle; Bediüzzaman Hazretlerinin maddî hayatında gerçi bazı değişiklikler göstermiştir. Ancak bu noktadan diyebiliriz ki; Onun içtimaiyyat mes'eleleriyle alâkasının kesilmesi bu ma'nevî inkılâb ve merhalelerin cüz'lerinden ve onun tamamlayıcı işaretlerinden değil, belki olsa olsa zahiri ve dış keyfiyetinin bazı işarat ve alâmetleri olabilir.

Evet, Bediüzzaman Hazretleri esaretten döndükten sonra, ta Van'a belki Burdur'a gidinceye kadar olan (1918-1926) yedi-sekiz senelik hayat faslı, öyle muazzam terakkiyat, öyle küllî feyz ve nurlara ve son derece yüksek ma'nevî mukaddemata mebde' ve mazhar olmuş.. Ve onun ruh-u münevverlerinin merkezinde çeşitli ma'nevî inkılâb ve hâlât tezahüre başlamıştır ki; ilerde çok ağır ve pek büyük hizmetlere kabiliyet ve tahammül için.. Ve o Kur an ve iman hizmeti yolunda başına gelecek pek azim belâ ve imtihanlara sabır için lâzım ve zaruridir. Hatta kendisinin de ifade buyurdukları gibi; Eski Said’den Yeni Said’e geçiş belirtileri olarak tezahür dalgaları 1918'in başlarında, ta Rusya'daki esaretinin, Kosturma vilâyetinin, Volga nehri kenarındaki Müslüman Tatar mahallesinin mescidinde başlamıştır.

Evet, Hazret-i Bediüzzaman'ın hayatının bu safhasında ruhunda mevcelenen çok garib hâlâtın tezahür ve inkişaflarının dışa vuran dalgalarının en garibi budur ki: Esaretten firar edip İstanbul'a geldiğinde, artık şanlı Osmanlı Hilâfet Saltanatı vefat sekeratını geçirmekte ve pek çok dağdağalı siyasî ahval ve keşmekeşlikler birbirini takib etmektedir. Bu keşmekeşlikler, bu siyasî buhran ve dağdağaların -hususiyle onu belki herkesten daha çok ilgilendirdiği halde- ortasında, bakıyoruz ki; Bediüzzaman Hazretleri nefsiyle olan cihad-ı ekberinden bir an dahi fâriğ kalmamıştır. O acib siyasî dağdağalar, buhranlı fırtınalar onu şaşırtmamış, ruhî ve kalbî iç âlemiyle olan muamelelerinden asla geri bırakmamıştır. Herkesi ve bütün dünyayı kendiyle meşgul eden o siyasi buhran ve çalkantılar içerisinde, bir taraftan dinin cihadı adına, İngilizlerin tüm şeytanetlerini çürüten makaleler neşrederken; öbür tarafta Sarıyer'de ve sonra Yuşa' tepesinde ma'nevî ve ruhî âlemiyle başbaşa kalmak için inzivalara çekilmektedir. Üstadın, bu acib keşmekeşli hâlât içinde, manevî ve ruhanî tefekkürler için inzivaları, Ankara kal'asında da.. Ve sonra Van'a gittiği zaman onun kal'ası başında ve Erek dağındaki inzivagâhı olan mağarasında da devam etmiştir.

Malûmdur ki; siyasi çalkantılar, -Harbler gibi büyük ve câzib hadiseler şöyle dursun- çok basit bir particilik tarafgirliği dahi bizim gibi insanların nazarını kendine tamamen çeker, mest eder, boğar. Halbuki Bediüzzaman ise; en müthiş hadiseler, hayat-memat mes'eleleri, en kızgın harb meydanları dahi onu hiç bir zaman şaşırtmamış, gaflete atmamış, ubudiyet vazifesinin, hatta te'lifat tefekkürlerinin en ince esrarından alıkoyamamış, hatta Kur'anın en ince nükte ve ma'nalarını düşünüp kaydetmekten geri çevirememiştir. Bu hal ise, kadir-şinas insanların yanında; çok büyük ve ulvî bir ruhun kemalâtına delildir ve çok ender insanlarda rastlanan hasletler ve meziyetlerdir.

İşte bütün bu inzivalar, tefekkürler, münacât ve tazarru'lar neticesinde kapısını ona açan dergâh-ı rahmet-i İlâhi, artık kimbilir nasıl ve ne derece azim ve küllî feyiz ve nurlar, bereket ve rahmetler bahşetmiş, ihsan etmiş!.. Yine ancak Allah bilir.

Eski Said'den Yeni Said'e geçiş keyfiyeti, yahut da ruhanî âlemdeki terakkî merhalelerinin ve inkılâblarının mahiyeti hakkında, bir derece tasvirini yine Hazret-i Üstad'ın bilâhare yazdığı bazı risalelerinde bazı köşelerini gösterdiği tarzda burada kaydetmek belki faydalı olur diye düşündük. İşte bazı misaller:

"...Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini bir vakı'a-i hayaliyede Eski Said görmüş, onu Yeni Said'e döndürmüş olan şu vakı'a-i temsiliyyeyi dinle:

Gördüm ki; ben bir yolcuyum, uzun bir yola gidiyorum. Yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altını kumara-mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiç para kalmadı, bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. Birden ben o hazin halette iken, orada bir adam peyda oldu. Bana dedi: "Bütün bütün sermayeni zayi' ettin, tokata da müstehak oldun.. Gideceğin yere de müflis olarak, elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa, tövbe kapısı açıktır. Bundan sonra sana verilecek bakî kalan onbeş altından, her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et! Yani gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al!.."

Baktım, nefsim razı olmuyor.

"Üçte birisini" dedi.

Baktım, nefsim mübtelâ olduğu adetini terk etmiyor. o adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.

Birden o hal değişti.. Baktım ki; ben, tünel içinde sukût eder gibi bir sür'atle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim, fakat ne çare ki hiç bir tarafa kaçılmaz. Garaibden olarak, o şimendiferin iki tarafında pek câzibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler dikenli-mikenli.. Mülakatında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı. Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: "Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla, yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın:”

Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım, gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm, İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş.. Merak ile dikkat ettim,o mezar taşında büyük harflerle SAİD ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden eyvah! dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zatın sesini işittim, dedi:

- "Aklın başına geldi mi?" dedim:

- "Evet geldi, fakat kuvvet kalmadı.. çâre yok! dedi:

- "Tövbe et, tevekkül et!" dedim:

- "Ettim!.."

Ayıldım, Eski Said kaybolmuş.. Yeni Said olarak kendimi gördüm..." 6

Hazret-i Üstad, bu ruhanî vak'ıayı hakikat âlemine tatbik ederken yaptığı izahda, ömrünün kırkbeşinci yılında gördüğünü yazıyor ki, 1922 senesidir. Belki de Yuşa' tepesinde inzivada iken görmüş olabilir.

Yine aynı sıralarda, daha böyle ruhanî, manevi ve misalî bir çok vak'alarla karşılaşmış.. Kimisi yine Eski Said- Yeni Said hakikatlarıyla alâkadar, kimisi de meslek-i Kur'an ile, felsefe mesleğinin mahiyetini ve hakikatını aydınlatan mes'elelerle ilgilidirler. Mesela Yirmi Üçüncü Söz'ün Birinci Makamı'nda Otuzuncu Söz'ün İkinci Mebhası'nda ve Yirmi Altıncı Lem'a'daki hatıralarında ve hakeza, bazı risalelerde yer almışlardır.

Bu mes'eleyi yani, Eski Said, Yeni Said mevzuunu daha iyi ve daha geniş anlamak isteyenler, Hazret-i Üstadın 1918-1923 arasında mazhar olduğu inkılab merhalelerini dile getiren Mesnevi-i Arabi'yi dikkatlice okumalarına havale ederek, burada bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

SİYASETİ BIRAKMASI

Yeni Said-Eski Said mes'elesiyle ilgili olarak, hayatının aynı faslında içtimaî mes'elelere, dünyevî sohbetlere ve gazetelere karşı birden kesin bir içtinabı vaki' olduğu için; siyaseti bırakması mevzuu, Yeni Said merhalesiyle bağlantılı sayılmasına sebeb olmuştur. Az üstte arza çalıştığımız gibi, Bediüzzaman Hazretleri Eski Said merhalesinden, Yeni Said âlemine geçişinin hakikatini anlamak, anlatmak idrak ve ihatamızın dışında bir keyfiyettir demiştik. Lâkin zahire sızan ve dış hayatına sirayet eden onun maddî te'siri, kendini dünyevî hadiselerden ve içtimaî, siyasi ahvalden ve dünyaya ait sohbetlerden çekmek tarzında göstermiş olduğunu ve bunun başlangıcı da 1921 yılının ortalarında görünmeye başlandığını söylemiştik.

Fakat ilk evvela, Hz. Üstadın çekilip bıraktığı veya o yolla, o sırada dine hizmetin mümkin olamıyacağını anlaması, mümkin olsa da, ihlâslı ve samimi bir hizmet olamıyacağını derkederek terk ettiği siyaset hususunun mahiyeti vuzuha kavuşturulması Iâzım ve zaruridir tahmin ediyorum. Şöyle ki:

Üstad Bediüzzaman'ın da bir çok risalelerinde sık sık yazmış olduğu gibi, Şu terk ettiği siyaset, ne tür ve nasıl bir siyaset idi? Veya önceleri hangi cins bir siyaset takib ediyordu? Gerçekten eskiden bir siyasî tavrı ve hali var mıydı? Vardı ise nasıldı? neidi?..

İşte mevzuun etrafındaki bu istifhamları evvel-emirde aydınlığa kavuşturacak bir tahlilin mutlaka vapılması gerekli görülmektedir. Ve bu mes'eleyi iyice mülâhaza ederek neticesini bulmak için, Üstad Bediüzzaman'ın Eski Said dönemindeki hayatına dönüp tetkikat yapmak icab ediyor. Oraya dönmeden önce de; "Siyaset" kelimesinin veya teriminin ma'na ve mefhumunun ne olduğunu lügat ve ıstılah ve örf taraflarını öğrenmek üzere i'timada şayan bazı merci' ve kaynak kitaplara müracaat etmek istiyoruz:

İşte Mısır'lı büyük bir ulema hey'etinin hazırlamış olduğu "El Mu'cemül Vasit" Lügatında: "SİYASET" kelimesinin masdarı, yani aslı ve kökü Arapçada (Sevese) kelimesidir. Bu masdardan yapılan ism-i fâil SÂİS'dir.

Bunun manası ise, özetle: terbiye eden, idare eden, ıslâha çalışan demektir.7

Siyaset kelimesi, ticaret işinde olursa, manası: "Serbest pazarlarda iktisadi ve malî işleri düzenlemek" demektir. Sair işler için de siyaset kelimesi uygulanabilir ve kıyaslanabilir.

KAMUS-U TÜRKİ kitabı ise, SİYASET kelimesini bir kaç ma'na ile izah etmektedir. Özetle ve mealen:

1- Hükûmet işleri ve memleket idaresi

2- Cezaya müstahak olanların cezasını vermede alınan tedbirlere dair proğramlar.

3- Halkın işlerini düzenliyen hükûmetin hikmeti ve icraatı.

4- Devletler arasında ekonomî ve kültürel alanda münasebetlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi...8

SİYASET kelimesinin Lügat itibariyle manası öyle olduğu gibi, ıstılahî manasıyla da; müdarâlık ve idarecilik mefhumunun tüm çeşitlerine şamil olabilir.

Örfi manasıyla olsa, bugünkü tüm parti idarecilerine, siyasî gazete yöneticilerine, hatta partilerle sıkı şekilde ilgilenenlere ve günlük siyasî gazeteleri merak ile ta'kib edenlere de verilebilir. Fakat bütün bu örfî manaların içerisinde en hakiki siyasetçi o kimseye denilir ki: Memleketin idaresini ele almayı hedef alan herhangi bir partinin yöneticileri, idarecileri ve saire gibi harekete yönelik faaliyetlerde bulunan kişilerdir.

İşte SİYASET anlamının geniş olan alanını böylece tesbit ettikten sonra; dönüp Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin gençlik devresindeki hayatının bir hülâsasını harita gibi çizerek bakacağız. Onun yaptığı veya takip ettiği siyasetin, hangi tür bir siyaset olduğunu görmeye çalışacağız:

Evet, Hazret-i Bediüzzaman ilk olarak 1895 tarihinde Mardin'e geldiği zaman -ki henüz yaşı onsekizdir- Osmanlı memleketinde ve İslâm âleminde neler lup bittiğini öğrenmeye başlamış.. ona göre kendi anlayış ve düşünceleri istikametinde fikirler beyan etmeye, sohbetler tertib etmeye mübaşeret etmiştir. O sıralarda Jön Türklerin başlatmış oldukları Hürriyet mücadeleleri onun nazar-ı dikkatini çekmiş, Namık Kemal Bey'in Hürriyet hakkındaki edibane tasvirli rü'yasının metni de eline geçmişti. Böylece Jön Türklerin başlattıkları Hürriyet mücadelelerinin asıl mahiyetini ve hedefini anlamış, o da bunların hareketlerini meşru' bularak benimsemişti.

Üstad o günlere kadar, yalnız medreselerde okutulan din ilimlerinin kaideleriyle, meseleleriyle uğraşmakta ve bunların ma'na ve mefhumları üzerinde ilmî mübaheselere katılmakta idi. Yani dünya ahvali, içtimaî ve siyasî durumlarla o ana kadar hiç ilgilenmiş değildi. Mardin'de bu yeni ve ilk hayatının bu davranışından kuşkulanan Mardin mutasarrıfı Nadir Bey eliyle, Mardin'den Bitlis'e nefyedilmesine sebeb olmuştu. Bitlis'e geldikten sonra,dünya içtimaiyyatı ve siyasî ahvaliyle olan alâkası biraz daha ilerlemişti. Çünki Bitlis Valisi Ömer Paşa'nın konağında ikamet etmekte, Vali ve memurlarla ihtilât içinde olmaktaydı. Ayrıca Vali Bey'in konağındaki kütübhanesinde bulunan, her çeşit kitap, gazete ve mecmualardan, istifade etmekteydi. Bununla beraber Bitlis'teki hayatı, umumiyetle içtimaî ahval ile alâkadar olmaktan çok, din ilimlerine ait metin kitapları ezber

etmekle de geçiyordu. Bitlis'te iki sene kaldıktan sonra, 1897'de Van'a gitti. Burada yine Vali Beyin konağında kalmaya başladı. Üstadın Van'daki hayatı, daha biraz içtimaiyat ve dünya hadiseleriyle, hususan İslâm âleminin ahvaliyle ve bilhassa Osmanlı memleketinde cereyan eden hadiselerle ilgisi artmıştı. Gazeteleri ta'kib etmeye ve içtimaî mes'elelere dair haberlerle alâkadar olmaya başlamıştı.

Van'a gittikten üç sene sonra, yani 1900 senesinde İngiliz Müstemlakat Nazırı'nın Kur'an hakkındaki meş'um konuşmasını duyunca; İslâm Âleminin, hususan Osmanlı Devletinin geleceğiyle, kurtuluşu ve bekası hususunda ön görülecek tedbirlerle çok ateşli bir sûrette meşgul olmaya başladı. Zihninde plân ve proğramlar çizdi. Bu projelerden en büyüğü olan Van'da bir İslâmi ûniversite manasında bir medrese vücuda getirmekti. Haliyle bu iş büyük mali kûlfet isteyen bir proje idi. Devlet ve hüknmet eliyle ancak tahakkuku mümkün olabilirdi. Bundan dolayı bu cihan-şümul gayesini ve niyetini fiile çıkarmak emeliyle 1907 yılı sonunda İstanbul'a gitti. Buradaki ilk yedi ayı, Sultan Abdülhamid'in Mabeyin Hükûmetiyle pençeleşmekle geçti. Mabeyne Medreset-üz Zehra'sının şu'belerinin açılması için bir dilekçe verdi. Fakat maalesef bu dilekçe kâle alınmadı. O da Padişahın ve Mabeynin nazar-ı dikkatini Şark vilâyetlerine çekmek için, her çeşit suale cevab verebilme imtihanını açtı. Bu müthiş bir meydan okumaydı... Derken 24 Temmuz 1908 inkılâbı zuhura geldi.

İşte, Bediüzzaman'ın 1908 Meşrutiyyet inkılâbından sonraki bu günleri en çok içtimaî meselelerle ilgilenmeye başladığı dönemin başlangıcıdır. Bu tarihten i'tibaren 1921, hatta 1923 tarihine kadar üç safha ve devre tarzında içtimaî ve siyasî meselelerle alâkasının şekli vardır:

Birinci Safha; İkinci Meşrutiyet'in ilânıyla birlikte, Hürriyet ve Meşrutiyetin İslâmî şeklinin tahakkuku için nutuk ve makaleleriyle yaptığı hizmetleri ve ileri sürdüğü fikirleridir. Bunların yanında, o sıra teşekkül etmiş parti ve cemiyetlerin çekişmelerini bir derece önlemek ve din, millet ve vatanın müşterek menfaatlarında birleştirmek için var gücüyle gösterdiği gayret ve yaptığı çalışmalar...

İkinci Safha: 31 Mart vak'asından sonra, 1910 baharında İttihad ve Terakkî'nin yaptıkları zulümlü ve intikamlı icraatlarından küserek İstanbul'dan ayrılması.. İstanbul'dan ayrıldıktan ve Şark'a geldikten sonra da, âşiretleri dolaşarak, inandığı ve kabul ettiği şekliyle meşru' bir meşrutiyet tarzını millete telkin etmek için yer yer konferanslar tertib etmesi ve bir çok suallere ilmi ve hakikatli cevablar vermesi.. Daha sonra Şam'a gelip İslâmın umumî mukadderat proğramını ve istikbalini ilgilendiren bir muazzam dersi olan meşhur Hutbe-i Şamiye ismiyle, 1911 baharında Emeviye Camii'nde irad ettiği hutbe.. Oradan İstanbul'a avdet edip, Sultan Reşad'la tanışıp dost olması ve Van'da kuracağı Medreset-üz Zehra'sı için yirmi bin altın lira tahsisat va'dini alması.. Ve medresesinin inşası için İstanbul'dan Şark'a dönmesi ve medresenin temelini Van'da attırması... Nihayet Birinci Cihan Harbi'nde gönüllü talebeleriyle birlikte bir alay teşkil ettirerek, harbe iştirak etmesi.. iki sene kadar Harb-i Umumi'de cansiperane pek büvük başarılı hizmetler ifa etmesi ve aynı harbte yaralanarak esir düşmesi.. Esaretten firar ederek İstanbul'a dönmesi...

Üçüncü Safha: 1918 Temmuzunda esaretten kurtulup İstanbul'a döndükten sonra, iki buçuk sene kadar, yani 1921 ortalarına kadar, yine bazı millî ve vatanî hizmetlerin ifası yolunda, o sıra te'lif ettiği eserlerinin bazılarında içtimaî dersler dercetmesi ve bazı beyanlarda bulunmasıdır. Fakat 1921'in ikinci yansından sonra, artık hep imanî, tefekkürî, ahlâkî ve manevî ilâçları taıammun eden eserler te'lif etmeye başlamış ve artık Yeni Said âleminin hududundan içeri girmiştir. Bu tarihten sonra, zaten kendisinin de müteaddit beyanlanyla, içtimaî ve siyasî mes'elelerle alâkasını kesmiş olduğunu yazmaktadır. Ankara'daki yedi buçuk aylık hayatında ise, tafsilen kaydettiğimiz gibi, orada hep İslamî şeair, namaz ve dine karşı irtibatları kuvvetleştirmek için, irşad ve ikazlarda bulunmuştur. Bunun yanında Millî Hükûmetin yeni atılmakta olan temelleri sağlam ve metin bir zemin üzerinde atılmasını te'mine çalışmıştır. Medreset-üz Zehra'sının inşası hususunda da giriştiği faaliyetler de, hep yine dinî ve millî mes'elelerdir.

Şimdi, acaba Bediüzzaman Hazretleri mezkûr tarihe kadar ilgilendiği siyaset cinsinin az yukarda nevilerini yazdığımızın hangisidir veya hangisini ta'kib etmiştir?

Evet görüyoruz ki: Bediüzzaman Hazretlerinin içtimaî ve siyasî mes'elelerle uğraştığı en hararetli devresi ki; İkinci Meşrutiyet inkılâbından sonraki döneminde bile, bir çok siyasî ve dinî cemiyetler kendisine ısrarla reislik, liderlik teklif etmelerine karşı müstağni kalmış, kabul etmemiştir. Meselâ, ilk başta İttihad ve Terakkî hükûmeti ve partisi kendisine meb'usluk teklif ettikleri halde, kabul etmemesi.. Daha sonraları Kürt Teavün cemiyeti tarafından da reislik teklifleri varid olduğu söylenir. Keza İttihad-ı Muhammedî cemiyeti de yine kendisine reislik teklif ettiği, Daha sonraları Darül Hikmet-il İslâmiye a'zaları tarafından yine reislik teklif edildiği.. ve sonra Ankara’ya geldiği zaman,en cazip tekliflerle meb'usluk v.s. ayağı önüne serildiği halde, Üstadın bunların hiç birisini kabul etmemiş olması, gösterir ki; O, hayatının bu en heyecanlı dönemlerinde dahi bir reislik, bir başa geçme veya idareyi ele geçirme düşüncesiyle hareket eden bir siyaset tarzının fersah fersah dışındadır. Amma gâyet hür ve son derece hürriyet içinde maddî-manevî hiç bir te'sir altında kalmadan bir mürşid-i ümmet olarak bildiği en doğru yolu, en istikametli hareketi idarecilere, siyaset erbabına gösterme tarzında fikirlerini çekinmeden beyan etme şeklinde olmuştur. Aynı zamanda siyasî kulüpleri, cemiyet ve partileri, basını ve saireyi i'tidale, ittihada getirmek, yani hiç olmazsa vatan ve memleketin müşterek menfaati etrafında toplatmak için; şahsen, kelamen çalışmış ve çabalamıştır. İşte Bediüzzaman'ın o dönemlerdeki siyaseti de yalnız budur. O ise bir mürşid, bir muslih sıfatıyla irşad ve ıslâh yollarını göstermekten ibarettir, başka bir şey değildir. Bu kitabın ilgili yerlerinde bu davamız delilleriyle ispat olunmuş, tekrara hacet yoktur...

Ve netice olarak; Bediüzzaman Hazretleri hayatının, Eski Said devresindeki siyasî ve içtimai tavırlarının cinsi ve nev'i de, sadece ve sadece millet ve memleket için, fakat bin seneden beri İslâm an'anesiyle, İslam ahlâkıyla yoğrulmuş, seciyelenmiş bir toplumun bünyesine en uygun, en hayırlı hizmetleri ve o milletin izzet ve şehametine en muvafık hareketleri telkin etmek üzere, bildiği hizmetlerin yollarını, metodlarını göstermekten ibaret olmuştur. Zaman ve zeminin çok müsait olduğu bir ortamda, ki o sıra idarecilerle diyalog ve fikir teatisi ve onların söz dinlemeleri mümkin hatta her zaman vaki' olduğu bir zamanda, hem konuştuğu ve ihtilât ettiği kimseler idare adamları olduğu için; dolayısıyla kendisini doğrudan doğruya içtimaî ve idarî mes'eleler ilgilendirmekteydi. Öyle de olduğu için, ilgili siyaset adamlarıyla icab ederse bizzat görüşmüş, fikirlerini telkin etmişti. Görüşme mümkin olmadığı zaman da, nutuklarıyla, makaleleriyle, kitaplarıyla siyası tabiblere teşhis-i illet için yol gösteriyordu.

Fakat vakta ki, esaretten döndü, tüm siyasi hareketlerin uçları ecnebî elinde olduğunu sezdi. Artık Osmanlı Devleti olarak ve hür bir millet olarak, müstakil ve kendinden çıkan bir siyasetin mümkin olamıyacağını anladı... Ve artık dahilî parti ve cemiyetlerin hareket ve davranışları yalnız ecnebi menfaatine yaradığını.. Ve tam o sıralarda da umum milletçe farz-ı ayn olan ittihad ve ittifaka o gibi siyasetlerin en muzır bir zehir gibi zararlı olduğunu anladı.. Hatta bu gerçeğin tipik bir misali olarak mütedeyyin bir ilim adamının, partisinden olmayan bir diğer müttakî âlimi la'net edercesine kötülediğini, fakat kendi partisinden olan şeytan gibi bir münafığı rahmet okurcasına medhettiğini gördü. İşte o zaman bütün kuvvetiyle böylesi şeytanî bir siyasetten nefret ederek yüzüne tükürdü.. Ve o zamandan beri siyasi mes'elelere sırt çevirdi. Hatta o tarihten beri gazeteleri, dünyevi ve siyasi sohbetleri ve sigarayı birlikte bıraktı. Başka bir sahaya girdi. Müslümanların imanını, itikadını, ahlâk ve maneviyatını kuvvetlendirecek manevî hizmetlere el attı. İşte Bediüzzamanın siyaseti.. ve işte terk ettiği şey !..

 

1 Abdülkadir Badıllı Ağabeyin neşrettiği Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı 3. Baskı 1. Cild Sh:783’den alınmıştır.

2 Lem'alar Envar Neşriyat S: 113

3 Ancak Şemme ve Şu'le risalelerinin ek bazı parşaları bilâhere 1925 veya 26 yıllannda Burdur ve Barla'da te'lif edilmiş... Ve el-yazması halinde kalmış, daha sonraları yerlerine ilave ettirilmiştir.

4 Lem'alar S: 228

5 Osmanlıca Kastamonu -2 Lahikası, S: 256

6 Sözler, Envar Neşriyat S: 325

7 Mu'cem-ul Vasit C:1, S: 464

8 Kamus-u Türki, Ş.Sami, S: 754

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık