بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
FAKİR-FAKR
Bu tabir maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî her türlü ihtiyaçlara karşı güçsüzlüğünü hissedip, bu ihtiyaçları Allah’tan başkasının yapamayacağını anlayıp, sadece Allah’a teveccüh ve tevekkül etmeye vesile olan anlayış ve haleti ifade eder. Bu neticenin çok ehemmiyetli olması ve bilhassa bu asırdaki gafletin şiddetiyle bu vazife-i insaniyenin unutulması sebebiyle bu hakikat Risalelerde çokça tekrar ediliyor ve nazara verilmesi gerekiyor.
1- Allah’a karşı acz ve fakrını hissetmenin hikmetleri:
“İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından1 mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.” S:41
Yani insanın Allah ile kuracağı irtibat ve intisab, böyle anlayış ve kalbî hislerle oluyor ve şuurlu ibadetler bu hakikata kapı açar.
Evet, insanın “Ubudiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs'ati var. Pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünki Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun.” S:321
İnsan fakr halini düşünüp mezkûr manadaki anlayışla şuurlu ayinedarlık yapmayı nazara almalıdır. Çünkü pek büyük vüs’at ve ehemmiyet fakr ile kazanıldığı beyan edildi.
“İşte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu'cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.” S:325
İşte bu anlatılan vazife-i insaniye, kalbin Allah’a teveccühünü sağlar ve melekeleştirir ve insan fanilerden bakiye döner ve dünya alakaları içinde boğulmaz. Dinî şahsiyetlerin hayatları bu dairede üstün derecelere varmıştır.
“Cenab-ı Hakk'a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur'andan istifade ettiğim "Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" tarîkıdır. Evet acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder.” S:476
Burada geçen “isal eder” tabiri, Allah’a vâsıl kılar demektir. Yani huzur tabir edilen kalben Allah’a müteveccih olmak, dinde bir gayedir.
Hz. Üstad diyor: “Üstadlarımdan Mevlâna Celaleddin'in nefsine dediği gibi dedim:
اُو گُفْتْ اَلَسْتُ و تُو گُفْتِى بَلَى شُكْرِ بَلَى چِيسْتْ كَشِيدَنْ بَلاَ ٭
سِرِّ بَلاَ چِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا
O vakit nefsim dahi: "Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. "Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l İslâm" dedi. Meşhur Hikem-i Atâiye'nin şu fıkrası:مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ ٭ وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ
Yani: "Cenab-ı Hakk'ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?"
Yani: "Onu bulan herşey'i bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur." ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.2 ” M:26
İşte böyle dinî şahsiyetler, Allah’a iltica etmenin yolunu acz ve fakr cihetiyle bulmuşlar.
“Acz, nidanın madenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.
Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re's-ül malım, emellerimdir. Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Allah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!” Ms:106
2- Acz, fakr ve ihtiyaç cihetleriyle Allah’a ayinedarlık yapmak:
“ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ
İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva'-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarına "Estağfirullah" ve "Sübhanallah" ile ilân etmektir.” Ms:222
“İnsandaki şu tarz-ı zenginlik gösteriyor ki; insanın vazife-i asliyesi: Aczini ve fakrını ve kusurunu derkederek ubudiyetle ilân etmek ve hacatının celbi için dua etmek ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek ve ibret içinde bakmaktır. En edna aklı olan anlar ki; şu cihazat, şu hayat-ı fâniyenin idamesi için verilmemiştir. Belki bir hayat-ı bâkiyenin sermayesidir.” Ni:60
Muhteva:
1- Allaha karşı acz ve fakrını hissetmenin hikmetleri
2- Acz, fakr ve ihtiyaç cihetleriyle Allah’a ayinedarlık yapmak
1 S:240 ve Ş:30’da geçen لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ ibaresindeki beyanlarda kâinatın kusursuz olduğu ifadesiyle mutabakatında beşerîn menfaat elde etme ve zarar görmeme nokta-i nazariyle, hikmet-i İlahiye nokta-i nazarının nazara alınması gerekiyor. Mesela:
“Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, yirmibeşbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmağa ve parçalanmağa müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Birden Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üş Şemsi Vel-Kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû’ ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki; o halette bana Küre-i Arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.” M:410
2 “Gariblere ne mutlu” manasında olan hadis-i şerifin bu kısmı, bu geçtiği yerdeki mana ve makam itibariyle hamiyet-i diniye ve tebliğ-i din yolunda dünya menfaatlerini terk edip gurbetlere düşen ve sadakatla dine hizmeti sebebiyle azgın münafık ve mürtedlerin planlarıyla gelen musibetlere düşüp sabır ve sebat eden İslâm fedailerini medheden Resul-i Ekremin dünyalara değer tebşiridir. Bu sırrın çok üstün derecesini hisseden Hz. Üstadın bu makamda nazara vermesi de çok manidardır.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.