بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
FAZİLET
Gerek fıtrî, gerek kesbî ve gerek vehbî olarak bulunan manevî ve ahlâkî yüksek sıfatlar ve seciyeler. Bu sıfatların menşei kâmil bir iman şuurudur. İman olmazsa sıfatlar manevî değer ve ciddiyet kazanamaz. Sahabeleri örnek gösteren Kur’an, (48:29) âyetinde sahabelerin Allah’tan bir fazilet ve rızasını istedikleri nazara verilir ve Kur’anda bu kelime çokça geçer. Hamiyet ve gayret-i diniye, yani dini koruma ve tebliğ yolundaki mücahedenin, üstün faziletler olduğuna (4:95) – (5:54) ve emsali âyetlerde dikkat çekilir.
Şimdi Risale-i Nur’dan fazilet kelimesinin geçtiği kısımlar okunacak:
“Kur'an-ı Hakîm'in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıye ve hikmet-i felsefenin1 verdiği dersin müvazenesi:
Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur.2 Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir.3 Her menfaatli şeyi kendine "Rab" tanır.4 Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.5
Amma hikmet-i Kur'anın hâlis tilmizi ise; bir abd'dir. Fakat a'zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a'zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir.6 Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez.7 Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za'fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim'i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.8 Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır...9 İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.” S:132
İşte burada anlatılan bütün bu meziyetler fazilettir. Çünkü bu kelimenin asıl manası mükemmellik ve kemalâttır.
“Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, "kuvvet" kabul eder. Hedefi, "menfaat" bilir. Düstur-u hayatı, "cidal" tanır. Cemaatlerin rabıtasını, "unsuriyet, menfî milliyeti" tutar. Semeratı ise, "hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid"dir.10 Halbuki kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür... İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel "hakk"ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, "fazilet ve rıza-yı İlahî"yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, "düstur-u teavün"ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine "rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.11 Hakkın şe'ni, ittifaktır.12 Faziletin şe'ni, tesanüddür.13 Düstur-u teavünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dareyndir.” S:133
1- Fazilet-i cüz’iye ve fazilet-i külliye arasındaki fark:
“Sual ediyorsunuz: Bazı rivayetlerde vardır ki; "Bid'aların revacı hengâmında ehl-i iman ve takvadan bir kısım suleha, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir" diye rivayetler vardır.14 Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatları nedir?
Elcevab: Enbiyadan sonra nev'-i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır15 ki, o rivayetlerin sahih kısmı, fazilet-i cüz'iye hakkındadır.16 Çünki cüz'î fazilette ve hususî bir kemalde, mercuh17 racihe tereccuh edebilir. Yoksa Sure-i Feth'in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'anın medh ü senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.18 ” S:489
2- Fazilet-i külliyeyi kazandıran en ehemmiyetli bir sebeb mübareze kanunu dairesinde olmaktır:
“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى derken, şu kelimenin manası inkişaf etti.
Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki; o hatıra ve o hal, sa-habelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur'an-ı Hakîm'in envârıyla hasıl olan o inkılab-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemalât bütün envârıyla ve netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılabdan sonra, gitgide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir.19 İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.” S:491
“Üçüncü Sualiniz: Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?
Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi'den sonra en efdallerdir denilir.” M:280
“Fazilet-i a'mal ve sevab-ı ef'al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki nasıl bir asker bazı şerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur'aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikaları, -o hizmet-i kudsiyede- o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet sahabeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur'aniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çıkar.” S:493
Yani bu kısımda en çok dikkate alınacak mana, fazilet-i cüz’iye ile fazilet-i külliye arasındaki farktır. Cüz’i fazilet şahsi kemalâtı, külli fazilet ise milletin selâmetini kendine gaye görmektir ve o yolda yapılan fedakârlıklardır.
3-Fıtrat-ı asliye ve selimenin gelişmesine dayanan faziletin kaldırılamayacağı şöyle beyan ediliyor:
“Nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.
İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır.20 Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte nev-i insanın tenevvüünün21 en mühim mayesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.22 Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet;
Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat;
Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
Veyahut:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı fazilet;
Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten..” L:171
“Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek, faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. "Lillahilhamd" bu meşreb üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum. Fakat nimet-i İlahiyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki: Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir.23 Bu ihsan-ı İlahîyi bütün hayatımda "Lillahilhamd" tevfik-i İlahî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi; ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi' ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.” L:171
Muhteva:
1- Fazilet-i cüz’iye ve fazilet-i külliye arasındaki fark
2-Fazilet-i külliyeyi kazandıran en ehemmiyetli bir sebeb mübareze kanunu dairesinde olmaktır.
3-Fıtrat-ı asliye ve selimenin gelişmesine dayanan faziletin kaldırılamayacağı
1 Yani dinden kopuk beşerî düşüncelerin
2 Yani yalnız kendi menfaat ve lezzetlerini gaye edinir ve azgınlıklar yapar.
3 Bütün bu sıfatlar dereceli olduğundan, herkes nefsine bir hisse çıkarıp ondan teberri etmeyi düşünmelidir.
4 Dünyevî menfaate bütün şiddetiyle bağlanır. Aşağıda beyan edilen felsefenin beş menfi esasından birisi menfaat olup, dereceli olarak cemiyette intişar etmiş ve din dairesinde görünen bazılarında dahi bunun kavgaları görünür. Bu durumlardan uzak durmak gerekir.
5 Yani millî menfaat perdesi altında kendi isteklerini takip eder.
6 Değil dünyanın fani menfaatlerini, Cenneti dahi ibadete gaye etmez. Yani Risale-i Nur dairesinde olan zat, bu kaideyi fiilen göstermekle mükellef olduğundan, hizmeti menfaat vesilesi yapamaz ve yapmamalı. Yani istiğna düsturu ciddi bir esastır.
7 Yani Nurcular dairesinde çok halim, selim ve yumuşak olunacak. Ancak hukuk-u umumiyeye bilerek ve aleniyette zarar verme durumu müstesnadır. Bunda dahi fiilen mukabele değil, fikren ve tebliğ ve neşir ile hak muhafaza edilecektir.
8 Burada, Zübeyir bana bir kahve yap hatırasını hatırlatmak hatırıma geldi.
9 Yani şahsi menfaat, şan ve şeref gibi nefsin hoşuna giden şeyleri istemez ve o yolda gürültüler çıkarmaz.
10 Burada sayılan bu beş menfi esas, cemiyet ekseriyetinde ahlâk-ı seyyieler olarak aşılandı ve ahirzaman fitnesine yol açtı.
11 Evet hevesat-ı nefsaniyeye giren, kemalât-ı ruhiyeyi kazanamaz. Zamanın manzara-yı umumiyesinde bul hal görülüyor.
12 Hakkın şe'ni, gereği ve lâzımı niye ittifaktır? Çünkü hak, kitabtaki ahkâm-ı Kur’aniye olduğundan, o ahkâma te’vilsiz ve teslimiyetle bağlı olanların düşünce, gaye ve hareketleri bir olur. “İttihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua’-ı elektrikiyle olur.” MÜ:73
13 Fazilet, kâmil sıfatların mecmuu olduğundan o sıfat sahibleri manen mezc ve bir vücud gibi olurlar. Bir nevi fenafilihvan sırrı tezahür eder.
Bu esbab âleminde sebebler varsa, neticeleri de var. Netice yoksa, sebebleri de yoktur. Keza, sebebler yoksa, neticeler de yoktur. Neticeler yoksa, sebebleri de yoktur kaidesi daima nazara alınmalıdır. Bu kaidenin eksiklikleri düzeltmek için nazara alınması gerekir.
14 R.K.K. hadis no:111
15 Yani ehl-i sünnetin icmaına iktida etmek mecburi oluyor ve bağlayıcı hükümdür.
16 Bu fazilet-i cüz’iye ve fazilet-i külliye arasındaki fark ehemmiyetlidir. Çünkü fazilet-i cüz’iye kişinin şahşî hayatına bakar. Fazilet-i külliye ise İslâmiyetin ve âlem-i İslâmın muhafazasına bakıyor. Risale-i Nur’un mesleğinde dinin ve âlem-i İslâmın selametine çalışmak esastır.
17 Mana derecesi racih kelimesinden bir derece düşük olmakla beraber tercih edilen.
18 Yani semavi kitabların kat’i hükümleri bağlayıcı olup esas teşkil ederler.
19 Evet, gafletli cemiyette ülfet olduğundan, Risale-i Nur’u okumada tefekkürî bir cehd gerektiğini de anlamak, aynı kanuna girer.
20 Bu beyanlarda insan mahiyetinin kıymeti düşünülmelidir.
21 Yani derecelerinin
22 Yani fazilet, akıl, kalb ve ruhun kemalâtına dayanan hissiyat-ı ulviyedir.
23 Demek ulum-u imaniyeye çalışmak ve fehmetmek de fazilettir.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.