بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
FİRAVUN
Tenbih ve tavzih: Her zaman kötü ve şerli insanların tahribat ve fitnelerinden uzak durmak ve müteyakkız olmak için, hem bu gibi şerlerden ve şerirlerden ikaz ve irşad eden dinî şahsiyetleri dinlemek ve onlardan istifade etmek için Kur’an ve ehadis, cebbar insanların şerlerini takbih ve onlara karşı mücahede edenlerle beraber olmayı teşvik eder. Bu ikaz ve teşvikler, sadece o şerir şahıslara ve devrelerine münhasır değildir. Çünki Kur’an düstur-u küllî cihetinde bütün zaman ve mekânlara hitab eder ve kıssadan hisse verir. (Bak: Kur’an 28:3) Hem fir’avunlardan daha çok, onların açtıkları zulüm ve idlal cereyanları olan Fir’avuniyetler daha müdhişdir. Bu itibarla her asır, böyle kıssalardan alınacak hisseyi görmeli ve almalıdır. (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fir’avn maddesi 973/1.p.)
“Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: "Bana yüksek bir kule yap, semavatın halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın (A.S.) dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlah var mıdır?" İşte صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiat-perest olup rububiyet dava eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nam eden, şöhret-perest olup dağ-misal meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır firavunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: "Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim" ünvanıyla umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder.
Hem meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ Benî-İsrail'in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak; bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddid katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rolü ifade eder.” S:401
1- Dine ittiba etmeyen felsefe fir’avuniyetlere zemin hazırlar.
Evet, “Diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları 1 beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene'nin iki cihetindedir. “ S:539
2-Nemrud ve Firavun hükmündeki azgınlara semavî tokatlar.
“Sekizinci Kelime: غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ dir. Bundaki hüccete kısa bir işarettir:
Evet tarih-i beşer ve kütüb-ü mukaddese, tevatürlere ve küllî ve kat'î hâdisat ve malûmat ve müşahedat-ı beşeriyeye istinaden bil'ittifak, sarih ve kat'î bir surette haber veriyorlar ki: Sırat-ı müstakim ehli olan Peygamberlere (Aleyhimüsselâm) binler vakıatta istimdadlarına hârika bir tarzda gaybî imdad gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hâdisatta aynı zamanda gazab gelmesi ve semavî musibet başlarına inmesi kat'î şeksiz gösterir ki; bu kâinatın ve içindeki nev'-i beşerin Hakîm ve Âdil ve Muhsin ve Kerim ve Aziz ve Kahhar bir Mutasarrıfı, bir Rabbi var ki; Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Sâlih gibi (Aleyhimüsselâm) çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniş hâdiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş ve Semud ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi, peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak, başlarına dehşetli semavî musibetler indirmiş.
Evet Âdem (A.S.) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takib ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakikî güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem kâinat sahibinin lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeğe vesile olarak dünyada iman hakikatlarıyla manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.
İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azab ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup, âhirette daimî bir azab çekmeğe kendini müstehak eder.
İşte Fatiha-i Şerife'nin âhirinde اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor. Ve Risale-i Nur'daki bütün müvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı, bu âyettir. Madem yüzer müvazenelerle Nurlar, bu âyeti tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek, bu kısa işaretle iktifa ederiz.” Ş:618
الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur'un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar. Ve birinci cümlesiyle der ki: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delaletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler." Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor. Ve ikinci cümlesi olan وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ ile der ki: "O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar." Ve üçüncü cümlesi olan وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: "Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar." İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mana-yı işarîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.” Ş:724
3- Firavun’dan murad kalb ve nefistir diyenler de var.
“Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabî (R.A.) gibi pek çok ehl-i velayet, mana-yı zahirîden başka bâtınî ve işarî manalar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Musa (A.S.) ve Firavun'dan murad, kalb ve nefistir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ülemadan çokları onları tasdik etmişler.” K:188
Yani külli mana cihetiyle bu mana dahi haktır. Evet, Kur’anda firavun kıssalarından nefsin firavuniyetine hisse çıkarmak gerek.
4- Firavunun cesedinin bulunması:
“Mu'cizat-ı Kur'aniye'de فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِك âyetiyle gark olan Firavun'a der: "Bugün gark olan cesedine necat vereceğim, demesiyle umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamak ile maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtînin temaşagâhına göndermek olan mevtâlûd, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavun'un aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevcelerinin üstünde şu asır sahiline atılacağı mu'cizane bir işaret-i gaybiye ifade eder.
......Bu asırda ecnebiler aynı Firavun'un cesedini bulmuşlar. Müzehanelerine götürdükleri, ceridelerle neşredilmiştir.” Em:128
5- Firavuncuklara karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek olan Hz. Üstadın nümune-i iktida mesleği:
“O meçhul zât, izzet-i ilmiyeyi firavuncuklara karşı muhafazamı bir enaniyet tevehhüm etmiş. Nur talebelerinin hakkında hüsn-ü zanlarını bütün bütün kırmadığımı bir benlik tahayyül etmiş. Ve iman hakikatlarına dair beyanatıma talebelerin tam itimad ve kanaatlerini temin etmek fikriyle ehl-i velayetin ve bazı âyâtın kat'î kanaat ettiğim bine yakın emarat ve işaretlerinin izharına mecbur olduğum için bir kısmını has kardeşlerime beyan etmemi bir nevi hodfüruşluk zannetmiş.
Evet bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur'a hücumları zamanında onlara karşı tedafü' vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur. Onlara karşı izzet-i diniyeyi ve şerafet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat bir kuvve-i maneviyeyi göstermek, acaba hiçbir vecihle hodfüruşluk olur mu? Hiçbir şöhretperestlik ve enaniyet olur mu ki, o zât öyle tevehhüm etmiş.2 ” Em:153
Evet, “Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.” Ms:103
Eğer kişi zikrettiği halde yine enaniyet varsa, o zikrin taklidî ve adet durumunda olduğu anlaşılır. Risale-i Nuru anlayıp kabul ederek okuyan, o zikrettiği esmayı, masnuat dairesindeki tecellisinden anlar ve zikri şuurlu olur. Te’siri olmayan zikrin bir sebebini Hz. Üstad şöyle anlatır:
“Bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.” L:8
6- Firavunluğa delâlet eden “Ene”:
“Otuz seneden beri iki tagut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri "Ene"dir, diğeri "Tabiat"tır. Birinci tagutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tagutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.” Ms:118
7- Firavunlara meydan okuma:
“Aziz kardeşlerimiz, yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dînî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur'anın hakikatlarını beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, Kur'an ve îman ve İslâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin en azgın bir zamanında Bediüzzaman Said Nursî, Kur'an ve îman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet, Bediüzzaman; devletlere, milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başiyle meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur'an hakikatlarını eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor.. "Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlûp etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenab-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız." demiş ve tarihte misline rastlanmıyan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zâlimâne muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle Cuma Namazına dahi gitmekden men edilmiş; ve bütün bu tarihi faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat altına alınmıştır.” T:577
8- Firavunun gark olması:
“فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِك âyetiyle; Musa Aleyhisselâm'a karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavunun bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünki Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi, efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavunun o zahirî ve makbul olmayan imanına mükâfat vermekle beraber, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu âyetin bir mu'cizesi olarak, o gark olan Firavun'un cesedi aynen bulunmuş, şimdi Londra'da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar...” Ko:79
Külliyattan kısmen alınan bu parçalarda görüldüğü gibi, firavuniyet daha çok enaniyete dayanıyor. “Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş” K:196 olduğuna dikkat çekiliyor. Hem yine Hz. Üstad diyor: “Ehl-i hak eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir.” M:425. Bunlar gibi ders ve ikazlara dikkat gerek. Enenin firavunluğu fiilî tezahürlerinden bilinir. Yani kitaba istinad etmeden, önde görünmek için dava arkadaşını çürütmek hareketi enenin tezahür şeklidir.
Muhteva:
1- Dine ittiba etmeyen felsefe fir’avuniyetlere zemin hazırlar.
2- Nemrud ve Firavun hükmündeki azgınlara semavî tokatlar
3- Firavun’dan murad kalb ve nefistir diyenler de var.
4- Firavunun cesedinin bulunması
5- Firavuncuklara karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek olan Hz. Üstadın nümune-i iktida mesleği
6- Firavunluğa delâlet eden “Ene”
7- Firavunlara meydan okuma
8- Firavunun gark olması
1 Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmışveyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.
2 Aldatılanlara değil, aldatan ehl-i nifaka karşı Hz. Üstadın şiddetli mukabele ettiği, hem hayat seyrinde, hem eserlerinde görünür. Bu tarz ehl-i iman için de örnektir. Böyle azgınlara mülayemet göstermek onların tecavüzünü artırır.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.