بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين
GIYBET VE KAZF HAKKINDA
İFTİRANIN HARAMİYETİ
Müfsidlerin müslümanları ifsad edememeleri için ahkâm-ı şer’iyenin bilinmesi zaruridir. Bu sebeble şeriatın temel kitablarından ve bilhassa “Hukuku İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu”ndan1 gıybet ve kazf iftirası hakkındaki bazı kısımları aldık ve bir kısım ilmi tabirlerin maksud mânâlarını parentez içinde gösterdik. Bu hükümleri, büyük şeriat İmamları Kur’an ve hadislerden aldıklarından, bunlara teslimiyet lâzımdır. Aksi halde büyük ve manevi tehlike doğacağı, şeriatca bedihidir.
Şöyle ki: “Bir şahsa kazf edildiği (zina iftirası yapıldığı), ya ikrar ile veya beyyine ile (âdil şahid ile) sabit olur. İkrar: Kazifin (iftira yapan kişinin) yapmış olduğu kazfı (iftirayı) hâkimin huzurunda bir kere itiraf etmesinden ibarettir Bu taktirde hâkim kendisine bu istinadı (iftirasını) usulen dört erkek âdil şahid ile 2 isbat etmesini emreder. (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Şahid maddesi)
Kazif (iftirayı yapan kişi) bu dört şahidden biri olamaz. Çünkü o, müddei mevkiinde bulunmaktadır.
Kazif bu isnadı (suçlamasını) usulü dairesinde isbat ederse, hakkında hadd-i kafz (yaptığı iftiranın cezası) icra edilemez, makzuf (suçlanan kişi) hakkında hadd-i zina lâzım gelir. Zina iftirasını yapan kişi bu iftirasını isbat edemediği takdirde kazif, (iftiracı) hadd-i kazfe (yani bu iftirasının cezasına) müstahık olur. (cezaya çarpılır) Aynı Eser, Cilt 3 sh: 256 (Bu ceza hür ve hürre hakkında seksen değnek darbesidir.)
“Kazif (iftirayı yapan kişi) makzufun (hakında iftira yapılan kişinin) zinada bulunmamış olduğuna dair yemin etmesini talepte bulunamaz.3 ” Aynı eser. sh:258
وَالَّذ۪ينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَان۪ينَ جَلْدَةً وَلاَ تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًۚا وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَۙ (24:4)
“Irzı sağlam olanlara atan, zina isnad eden sonra da dört şâhid getirmeyen kimseler.” Demek ki, ikrar bulunmadıkça bir zinayı isbat için şehadetin nıshabı lâekal dörttür. Halbuki iki şâhid-i âdil ile kısas bile sâbit olur. Demek ki, namuslu bir kimseyi, bahusus ırz ehli bir kadını zina ile ittiham etmek, canını almaktan ağırdır. Binaenaleyh onlara atıp da ispat edemeyenler yok mu bunlara da attıklarından dolayı seksen celd (derileri üzerine ) vurunuz
Hem de bunların ebeden hiç bir şehadetini kabul etmeyiniz. O kazif cürmünü fırlatan dilin ilelebed, yani ölünceye kadar bu suretle hükmünü ıskat etmek, bu da bu haddin tetimmesidir. Celdin (deri üstüne vurmanın) elemi cismanî, bunun elemi ise ruhanîdir. Zinada cismanî cihet, kazifte ruhani cihet gaib olduğundan kazfin celdi (sopa cezası) hadd-i zinadan dun (aşağı derecede), velâkin bu manevi ceza ondan efzundur. (daha şiddetlidir.) Çünkü müebbeddir. Bunlar, (iftiracılar) fâsıklar güruhundan ibarettir. Fısk ile mahküm kimselerdir.” (Elmalılı Tefsiri Cilt. 5 sh: 3479)
“Yapılan bir kazifden (zina iftirasından) dolayı hemen tövbe edilmelidir. Çünkü Kazf büyük bir günahtır. Makzufun (iftira edilen şahsın) kazfden (bu iftiradan) haberi yok ise, bu tövbenin kabulu için bu kazfı (iftirayı) makzufe (iftira edilen şahsa) haber vermek şart değildir. Hatta bazı zevata göre bunu haber vermek haramdır. Zira bununla (bu haberle) makzuf müteessir edilmiş olur. Fakat makzuf bundan haberdar ise, yapılan tövbe kendisine haber verilebilir. Bu bir tarziye (özür dileyip rızasını almak) demektir. Gıyaben yapılan bir kazf, bir gıybet ve zulümdür. Bundan tövbe etmekle beraber makzufun ve gıybet edilen kimsenin hakkında hayrlı dua da bulunmalıdır ki bu, bir nevi tazminat sayılır..
Maahaza yukarıda da yazıldığı üzere hakkında had (ceza) icra edilen kazifin (iftiracının) - tövbe etse de - artık şehadete ehliyeti kalmaz. (şahitlik yapamaz) Çünkü Kur’an-ı Mübinde 24. Surenin 4. ve 5. Ayetlerinde mealen şöyle buyurulmuştur.
“İffetli, muhsanattan bulunan kadınlara zina isnad eden, sonra dört şahid getirerek bu isnadlarını isbat edemeyen kimselere seksen değnek vurun ve bunların şehadetlerini (şahidliklerini) ebediyyen kabul etmeyin ve fâsık olan (garazlarına uyup şeriatın hükmünü dinlemeyen) onlardır. “Ancak bundan sonra tövbe edip hallerini ıslah edenler müstesna, bunlar fâsık olmaktan kurtulurlar.” (Is. Fık. Kamusu sh:262)
İşte bu şiddetli tavsifat sebebledir ki Elmalı Tefsiri: “velâkin bu manevi ceza ondan (iftiraya uğramaktan) efzundur. (daha şiddetlidir.) Çünkü müebbeddir. Bunlar fâsıklar güruhundan ibarettir. Fısk ile mahküm kimselerdir.” (Elmalılı Tefsiri Cilt. 5 sh: 3479) şeklinde beyan eder.
Bu iftira cinayetini işleyenler, yaptıkları iftirayı yaymışlarsa ve bu iftirayı, kendisine iftira edilen kişi de duymuşsa, yaptıkları bu iftiranın asılsız olduğunu, şeriatın hükmüne ittibaen ilân edip yaymaları gerekiyor. Böylece iftira edilen kişinin, tecavüz edilen manevî şahsiyeti tebriye edilip, işlenen manevi cinayet bir derece önlenmiş olsun. Aksi halde ahirette o dehşetli cinayetin cezasını çekerlerdir. Dünyada dahi ehl-i hak nazarında, İslam cemiyetini ifsad eden ve Kur’anın kat’î hükmünü dinlemeyen müfsidler vasfiyle görünürler.
Garazlarının tesirinde kalan ve güya maslahat hesabına konuşur gibi görünen bazıları tarafından, böyle meselelerin asılsızlığını bahsetmeyin denilse, bu söz, şeriatın hükmüne ve itham edilen şahsın hukukunun korunmasının ve şer’î hükmün hikmetine muhalefettir ve bunların sözü nazara alınmaz.
Keza, böyle ifsadlarda rol oynayan gizli nifak cereyanı, aleyhte ve aldatıcı telkinleri yapar ve yaptırır. Evet, her zamana bakıp müfsidleri haber veren 9. surenin 47. âyetinde “semmaune” vasfiyle tavsif edilen ve nifak cereyanının sözlerini dinleyip onlara alet olanların çoğu, şer’î hükme teslim olmazlar.
Âyette buyruluyor ki:
اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًاۗ وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ
Meali: “Çünkü siz bu iftirayı, gelişi güzel birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız (bu uydurma haberi) ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur.”
Bediüzzaman Hazretleri bu gıybet âyetini şöyle tefsir ediyor:
اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ ...الخ
Gıybet, şu âyetin kat'î hükmüyle nazar-ı Kur'anda gayet menfur ve ehl-i gıybet gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenii ve en zalimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev'idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni' bir günah-ı kebair ve en z alimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes'ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet Sure-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.
لَوْلاَ اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ
şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdud-uş şehadettir.4 Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar.
Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur'an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.
يُحِبُّونَ اَنْ تَشيعَ الْفَاحِشَةُ tehdidiyle, öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimâiyelerini böyle işâalarla ifsad ediyorlar, ifade ediyor. Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zat, kendi gayet yakışıklı, her cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabil gelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir. Böyle eşna’ gıybetin sebebi, olsa olsa, insanın dest-i ihtiyarında olmayan bir muhabbet vasıtasıyla, yine kadınların kıskançlığından ve habbeyi kubbe görüp ve kendi iffetini göstermekle başkasını itham etmek nev’inden bu nevi şayialar meydan alıyorlar. Bu işâadan tevbe etsinler; yoksa kahr-ı İlâhî gelmesi kaviyen memuldür. Öyle iftira edenler, böyle iftiraya maruz kalacakları, cezâ-yı amelleri olmak ihtimalini düşünsünler! Said Nursi” (B:267)
Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr beyanatında, şahidlik sıfatlarına sahib olan dört şahid-i sâdık olmadığı halde kazf iftirasını yapan kişi:
a-En şen’i günah-ı kebairi işlemiş..
b-En zalimâne cinayet işlemiş..
c-İslâm cemiyetini zehirlendiren hıyanet yapmış..
d-Münafık gibi İslâm cemiyetini ifsad etmiş.. olacağı sarahaten açıklanmıştır.
Buna göre mesela: Üç âdil şahid, bir kişiyi bu kötü fiili işlerken görseler ve bu işlenen suçu başkalarına işaa için söyleseler veya adliyeye intikal ettirseler, dört kişi olmadıkları için, yukarıda sayılan dört cinayet ve müfsidliği işlemiş olurlar ve İslâm hukuku bunları cezalandırır.
Hatta dört âdil şahid dahi olsalar, sivil sahadan resmiyete intikal ettirilmemesi tavsiye edilmişdir.
Zinanın şer’i tarifinde tenasül uzvunun haşefe (tenasül organın ucu) denen kısmının duhulü şart koşulur. (Bkz. Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Cilt. 3 sh 210)
“Tenasül uzuvlarının birbirine temas ettirilmesi, aralarında nikâh ve mülk-i rakabe ile cariyelik (yani helâl cins-i münasebet hakkı) bulunmayan kimseler hakkında haramdır.
Maahaza bu, zina değildir. Çünkü burada îlâc=idhal (içeri girme) yoktur. Bunu irtikâb eden kadınlar ve erkekler, hâkimin ictihadına göre te’dib edilirler.” (Aynı eser. sh:210)
“İnsanlardan vakit vakit bazı masiyetler zuhur edebilir. Fakat insanlara lâzımdır ki, bu temayületa mukavemet etsinler. Böyle bir ma’siyete mübtela oldukları takirde derhal mütenebbih olup tövbekâr olsunlar.
İslâm hukuk-ı cezaiyesi, beşeriyetin bu vaziyetini pek güzel nazara almış, insanların tövbekâr olarak masiyetlerden ictinab etmelerini pek ziyade iltizam etmiştir. Bu cihetledir ki, bu hususta pek re’fetkârane (yani şefkatli) hükümleri muhtevi bulunmaktadır. Şöyle ki:
Bu gibi günahkârlardan tövbekâr olarak hal-i nezahete (günahlardan temiz hale) avdet edebilmeleri, (dönebilmeleri) için haklarında müsamaha gösterilmesi tecviz edilmiş, bu cinayetin sübutu, adeta muhal (imkânsız) denilecek şartlara rabt olunmuş (bağlanmış) bu cinayete ait cezaların bir şüphe ile sâkıt olacağı (cezalandırılmayacağı) “idreül hudude bişşübehati” hadis-i şerifiyle tansis buyrulmuştur. (şer’i delile dayandırılmıştır.)” (Aynı eser. sh:214)
Şeriat, zan ve şübhelerle suç araştırmak ve müslümanı suçlamak şöyle dursun had cezaları gerektiren suçları dahi resmiyete intikal ettirmemeyi ve müslümanlar kendi aralarında müsamahaları ile suçları örtmelerini emreder. Mesela, bir rivayette mealen şöyle buyruluyor: “Hadleri kendi aranızda affedin. (affı bana bırakmayın.) Bu hadislerde hitab bütün müslümanlaradır. Yani, dava imama veya mahkemeye intikal etmeden hududun (cezanın) afv, şefaat gibi yollarla terkedilmesi, resmiyete intikal ettirilmemesidir.” (Kütüb-ü Sitte Muhtasarı, cilt. 6 sh:298)
Resmiyette ise, ceza vermemek ve suçu örtmek için bir şübhe, bir bahane arar. Misalleri ileride görülecek.
"Zina cinayeti iki yoldan biriyle sabit olur: İkrar, şehadet. (Bkz. 1 dipnot) Bu hususta hâkimin malumatı kâfi değildir. Çünkü hâkimin ilmi, hudud (yani ceza vermek) hususunda -sahabe-i kiramın icmaiyle- hüccet olamaz. Zinaya dair ikrar, zinayı irtikâb eden şahsın bu cinayetin hâkimin huzurunda ve müteferrik (ayrı ayrı) dört mecliste dört defa itiraf etmesinden ibarettir.
Binaenaleyh bir kimse hâkimin huzurunda bir defa veya bir mecliste dört defa ikrar etmekle zina cezası icra edilemez. Çünkü bu had cezasının şüphe ile iskat (ve iptal) edilmesi mültezem (ve mümkün) olduğundan bu vech ile dört defa ikrara lüzum vardır.
Hâkim, bir nedamet duygusuyla mahkemeye müracaat ederek yapmış olduğu gayr-ı meşru bir mukareneti (yani zina fiilini) itirafta bulunan kimsenin birinci, ikinci, üçüncü itiraflarını hakîmane bir surette red eder. (yani temel hadis kitablarında açıkça ve tekrarla nakledildiği üzere Resulullahın yaptığı gibi, yani suçun ısrarla itiraf edilmesine rağmen suçun örtülmesine çalışır.) Buna rağmen o kimse dördüncü defa olarak hüküm meclisine gelerek ikrarını tekrar edince hâkim: “Zina nedir? Nasıl ve kim ile ve nerede vaki oldu.”diye kendisinden sorar ve mukırrın (suçunu ikrar edip açıklayan şahsın) derece-i akıl ve şuurunu da tetkik eder. Bu hususta mensup olduğu aileden tahkikatta bulunur. Çünkü mecnunların matuhların (bunamışların) ikrarları hederdir. (geçersizdir ve nazara alınmaz)
Gayr-ı meşru mukarenette bulunduğunu itiraf eden kimsenin bu fazihayı (günahı) haddi (cezayı) icab edecek tarzda irtikâb etmiş bulunduğu anlaşılınca hâkim: “Belki aranızda bir nikâh var idi” veya “Rüya görmüş olmayasın? “gibi bir vecihle kendisine bazı telkinatta bulunur ki buna “telkin-i rücu” (suçunu ikrar etmekten döndürme ve vazgeçirme) denir.
Bu telkindeki hikmet, pek müstehcen bir hadisenin tescil edilmemesi, bu yüzden bir çok kimselerin edebi bir hicab altında kalmaması, fahiş bir hareketin halk arasında şuyuuna (duyulup yayılmasına) meydan verilmemesi gibi şeylerdir.(1.Fı.Kamusu G:3.sh222)
Kocası ve seyyidi bulunmayan bir kadın gebe bulunsa, (yani gebe olduğu için zina işlediği anlaşılsa,) hakkında bir şey yapılmaz. Kimden gebe kaldığını sormak, (yani suçunu ortaya çıkartmaya çalışmak) icab etmez. Çünkü bu sual (soruşturup araştırma), fâhiş bir hareketi, (büyük bir günahı) işaaye müeddidir. (halk arasında duyurup yaymaya sebebdir) (Aynı eser. sh:228
İftiraya uğrayan mü’mini korumak ve iftiracıyı dinlemeyip susturmak lüzümunu anlatan bir rivayette mealan buyruluyor ki:
“Kim bir mü’mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himaye ederse, Allah da onun için kıyamet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kimde müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu kıyamet günü cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.”
Bu hadis, bir mü’min gıtbet edildiği zaman sessiz kalmayıp onun müdafa edilmesini teşvik etmektedir.Hadisteki “münafık” tan maksad, gıybetçidir. Mü”minin yüzüne karşı değil de gıyabında zemmettiği için münafık denilmiş olmaktadır. Öyleyse mü”minin himayesi ile kasd edilen şey, onun şerefinin (ırzının) korunmasıdır. Bu lehinde konuşmak veya en azından gıybet etmesine meydan vermemekle olur.” (Kütüb-ü Sitte Muhtasarı, cilt. 12 sh:316)
Hazırlayan Âdem Uyumaz Hoca
Örneğini Asr-ı Saadette yaşayan ve en temiz kimseye atılan -Hz. Aişe (r.a.) validemize) - iftira bütün ümmet-i Muhammede (a.s.m.) ders mahiyetindedir. Ve bu husustaki şer’i hükümlerin kaynağını teşkil eden Nur Suresi 1. âyetten 26. ayetlere kadar bu bahisler vardır. Nur Suresi 11. ayetin başında da:
“Şunlar ki ifk ile geldiler. İfk: Asl ü esasından çevrilmiş, hakikatı tahrif edilmiş söz, yani yalan, iftira bühtan demektir.
Bühtan: Ansızın atılıp insanı mebhut (şaşkın) eden iftira demektir.” (Elmalılı Tefsiri c. 5 sh: 3485)
Bunu ortaya atanlar için de, Nur Suresi 11. ayette devamla: İçinizden bir usbedir -mahdud bir güruhtur.
Usbe: on’dan kırka kadar cemaat, sayılı bir güruh demetir.
Ey o ifke ma’ruz olanlar, لاَتَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ onu sizin için bir şer sanmayınız, بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ belki o –ifk, sizin için bir hayırdır, büyük bir sevab kazanmağa sebeb, Allah indindeki kerametin zuhuruna, akıbet kadr ü mertebenin yükselmesine vesile olur. Filvaki ‘ifk, o iftira yalanı büyük bir şerdir.
Fakat hakikatta onun şerri onu uyduranlara, söyleyenlere aiddir. لِكُلِّ امْرِىءٍ onlardan -o güruhtan- her birinin مِنْهُمْ مَااكْتَسَبَ مِنَ اْلاِثْمِۚ kazandığı vebali kendisinindir. Kimi susmuş, kimi gülmüş, kimi söylenmiş. وَالَّذ۪ى تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ İçlerinden onun -o vebalin büyüğüne mütevelli olan- o güruh içinde o iftirayı ankasdin atan ve işaasını arzu ederek vebalin büyümesini iltizam eden لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ için de büyük azap vardır.” (Elmalılı Tefsiri c. 5 sh: 3489)
Bu ibret dolu hadise, kıyamete kadar mana harikalığı devam eder. Evet böyle meş’um iftiralarda, bir usbe, yani belli bir guruh ve içlerinde vicdanî sukut ve enaniyet hastalığı sebebleriyle fitneyi tahrik eden ve âyette, mütevelli vasfiyle tavsif edilen tahrikcilere işaret edilir ve çok manidardır.
لَوْلآَ اِذْ سَمِعْتُمُوهُ Ne vardı onu -o yalanı- işittiğiniz vakit ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًۙا mü’minler ve mü’mineler kendi nefislerine hayır zannetseler- kendileri mesabelerinde tanımaları lâzım gelen hemcinslerine hüsn-ü zann besleseler, وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ de bu açık bir ifktir deselerdi ya- Zannın menşei nefiste bir kıyastır. Bir kimse nefsinde kendi hakkında tecviz edebildiği nisbettir ki, kendine benzettiği kimseler hakkında kıyas-ı nefs ile bir zanda bulunur. Halbuki mü’minler, mü’mineler kendi nefislerinde fena şeylere cevaz vermemek, nezih olmak lâzım gelir. Binaenaleyh kötü bir söz işittikleri zaman kendilerinden şüpheleri olmamak lâzım geldiği kadar kendileri gibi saymaları iktiza eden mü’minin ve mü’minat hakkında da hüsn-ü zannetmek, beraet-i zimmet asl olduğunu bilmek, zâhiri halin hilafına olan beyyinesiz lakırdılara açık bir iftira demek iktiza eder.” (Elmalılı Tefsiri c. 5 sh: 3490)
Burada yeri gelmişken nazara vermek gerektir ki Mezkûr faziletlere ve İslâmî ahlâka zıd düşen, hem de İslâm dairesinde görünen insanların çoğundaki mevcud bozuk ahlâkı tasvir eden Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerini nazara almak ve umum zamanlara, hatta daha çok ahirzaman devresinin giderek umumî ahlâkın bozulduğu zamanımıza bakan çok ehemmiyetli bir ikazı olduğunu düşünmek lâzımdır. Bediüzzaman Hazretleri 1909’larda, daha henüz zamanımız kadar ahlâk bozulmamışken der ki:
“Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o "Saadet-Saray-ı Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.” T:77
Daha çok zamanımıza bakan ve ciddi manada tevafuk eden Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıdaki tasviratı, ekser insanların karakterlerini ve bu insanlardan uzak durulmasının lüzumunu gösteren ehemmiyetli bir irşaddır.
Din hizmetlerine sadakatı esas alıp çalışan ve hizmete faydası dokunanları, halk nazarında çürütmekle kendilerini nazara vermek isteyen bazı gafil ve enaniyet hastalarını kullanarak hizmete darbe vurmak isteyen nifak cereyanı hakkında deniliyor ki:
“Din ve İslâmiyet düşmanları, ekseriya perde ardından bahaneler icad ederek dine saldırmaktadırlar. Doğrudan doğruya dinin ve İslâmiyetin aleyhinde bulunmuyorlar; dine hizmet eden, bu uğurda türlü fedakârlıklara katlananları nazar-ı âmmede kötülemek, halkın sevgisini çürütmek için hücuma geçiyorlar; ta ki dine hizmet edenleri âtıl vaziyete getirip, dinî inkişafa mâni olsunlar.” T:24
“Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nur'un fütuhatına bulantı vermektir. Emirdağındaki mâlûm münafıktan daha muzır -ve gizli zındıkların elinde bir âlet- bir adam, bid'atkâr bir yarım hoca ile beraber, bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş.” T:596
Küçük bir kitabçıkta neşredilen merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin bu tarz iftiraları susturan yazısında aynen şöyle der:
“Hakiki ve halis bir Nur Talebesi … maruz kaldığı hapis ve zindanın, işkence ve sıkıntıların, yokluk ve mahrumiyetlerin, tahkir ve tezyiflerin hikmet ve mahz-ı rahmet neticelerini düşünür, sabır ve tahammül eder. Daima hizmet-i Nuriye, ubudiyet-i İlahiye, Nurları elde edip okumaya çalışır. Günlerini bu kudsi meşgalelere vakfeder. Bu suretle sarsılmadan, fütur ve tereddüde düşmeden imtihanı kazanır…
Her fena dedikoduda da ehl-i imanın ağzından da çıksa, mutlaka dinsizlerin veya münafıkların parmağı olduğu teyakkuzunu taşımalarına sebep olmuşlardır. Dinsizlerin aleyhine, Nur Talebelerinin lehine tecelli eden bu neticeyi sonra o münafıklar gözleriyle görmüşler, ye’se ve çaresizliğe düşmüşlerdir…
Ne şekilde olursa olsun, her kimden gelirse gelsin, hangi ehl-i imanın ağzından ve elinden çıkacaksa çıksın, Nur Talebelerinin ittifakını bozabilmek kasdıyla ortalığa yayılacak ittiham ve iftiralara; dedikodu ve mukabele etmeyeceğiz. Onlarla uğraşmak küçüklüğüne düşmeyeceğiz. Onlarla meşgul olup hizmete ve ibadete, Nurlara çalışmaya sarf edeceğimiz kıymettar vaktimizi öldürmeyeceğiz. Bilhassa ve bilhassa şahıslarımıza gelen iftira ve darbelerden memnun kalacagız.5(5) Risale-i Nur’un selamet ve intişarı ve ittihad ve tesanüdümüz uğrunda icabında haysiyet ve nefsimizi dahi feda edeceğiz.” (Zübeyr Gündüzalp)
Bu derlemede gösterilen şer’î hükümler müvacehesinde düşünülünce, bu menfi yolda yürüyen pek çok kimseler, bilhassa enaniyete ve kendini beğendirme hastalığına mahküm olanların, yani şiddetle yasaklanmış olan gayr-ı meşru gıybet, iftira ve mübalağalı haksız tenkid ve garazkârlık ve iğfalat yapanların ve diğer taraftan da kendini beğendirme olan sinsice tasannu’ ve riyakârlık gibi sıfât-ı mezmume sahiblerinin mes’uliyetleri ve cezası, bu dünyada sığmayacağı anlaşılıyor. Âhirzaman fitnesinin aşıladığı helâketli bir tereddi ve sukuta düşülmesi hakikaten çok dehşetli olduğu görülüyor.
Cemiyetin bozulması hakkında Bediüzzaman Hazretleri 1945 ve 46 larda diyor ki:
“Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi' olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi “ (E:22)
diyerek devam eden yazı, meselemiz cihetinden de şayan-ı teemmül ve ibrettir.
Burada geçen elli sene sonra ifadesi, 1946-1947 lerde yazıldığından, 1996 ve sonrasına bakar. Yani mevcud bid’atlı ve bozuk cemiyet devam ettikçe, ictimaiyatın te’siri kaidesince millî ahlakın giderek bozulacağını ihbardır.
1 Müellifi Ömer Nasuhi Bilmen
2 “Şehadetin makbuliyeti için şahidlerin âdil olmaları şarttır.
Adil şahid: Hasenatı seyyiatına galib olan kimsedir ki, bu da kebirelerden (büyük günahlardan) kaçınarak sağirelere (küçük günahlara) musır olmamak (sürekli işlememek) ve salahı fesadından çok; sevabı, hatasından fazla olmak ile olur.
Binaenaleyh, şeriat-ı İslâmı bilmeyen veya haram içkileri içen veya rakkas (çalgı aletleriyle oynayan) meshara (maskara ve şahsiyetsiz), hokkabaz gibi namus ve mürüvveti muhil (bozan) hal ve hareketleri i’tiyad eden (adet edinen) şahısların ve buhl (cimrilik, pintilik) ve kizb (yalancılık) ile maruf (tanınmış) olan kimselerin, tufeyli=dalkavuk olan, mahallerde ve şehirlerde tese’ülü (dilenciliği) adet eden şahısların şehadetleri makbul olmaz.” (Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, cilt. 6, sh: 340)
“Bir kebireyi irtikab edenin adaleti (âdil olmak sıfatı) mutlaka bâtıl olur. Yani o kebireye devam etsin etmesin ve taatleri galib bulunsun bulunmasın o kebire kendisinin adaletten mahrumiyete sebeb olur.” (aynı eser.sh: 345)
3 Muhsan olmayanlara kazif haddi mucib olmaz. Fakat ta’ziri icab eder. Meğer ki makzuf, kazf olduğu şey ile ma’ruf olsun. (Fahri Razî)
4 “Henüz bâliğ olmamış olan çocukların şehadetleri, ne kendi haklarında ve ne de başkaları haklarında hiçbir hususa dair makbul değildir.” (Hukuk-ı İslamiye Kamusu cild:8, sh.172)
“Çocukların, mecnunların, matuhların, memlüklerin şehadetleri makbul değildir. Çünkü şehadet, başkasına bir şeyi ilzamı mutazammin olduğundan velayet kabilindendir. Bunların ise bir kimseye karşı velayetleri yokdur.” (Hukuk-ı İslamiye Kamusu cild:8, sh.167)
5 “Ey o ifke, (iftiraya) ma’ruz olanlar, لاَتَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ onu (o iftirayı) sizin için bir şer sanmayınız بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ belki o ifk, (iftira) sizin için bir hayırdır, büyük bir sevab kazanmağa sebeb, ve Allah indindeki kerametin ve himayetin zuhuruna,ve akıbet kadr ü mertebenin yükselmesine vesile olur.” (Elmalılı Tefsiri c. 5 sh: 3489)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.