DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

HALİFE VE HİLAFET

Birinin vazifesini yürütmek için yerine geçen kişi manasındadır. Şer’i usule uygun olarak halifenin seçilmesi dinde farzdır. Bu seçime din lisaninda biat denilmektedir. (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Biat maddesi) İlahî yani şer’î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber’e (A.S.M.) vekil olan zat: Hülefa-i Râşidîn gibi…

Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer’î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan önemli şartlar: İlim, Adalet, Kifayet (yani emanet vazifesinde gerekli olan kabiliyet, dirayet, feraset gibi hususiyetlerde yeterli olmak). A’za ve havasda selâmet. Bu şartlardan başka müslim olması, erkek ve büluğa ermiş bulunması, hür olup köle ve esir olmaması da şarttır. (Dört mezhebe göre İslam Fıkhı eseri sh: 3468 de “İmametin şartları” bölümü vardır.)

“Allah’ın insanlara verdiği hilafet, hem bütün mahlukat üstünde insanın makam-ı tasarrufuna, hem cemiyeti idare etmek iktidarına şamildir. Şöyle ki: “Rabbin irade-i ezeliyesini izhar ve kudret-i lâyezalîsini ibraz ederek meleklere اِنّ۪ى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ   “Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim.” demişti ki, meali: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim. o bana izafeten, bana niyabeten mahlukatım üzerinde bir takım tasarrufata sahip olacak, benim namıma ahkâmımı icra ve tenfiz eyliyecek, o bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına bil’asale icra-yı ahkâm edecek değil, ancak benim bir naibim, bir kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbika memur bulunacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacak هُوَ الَّذ۪ى جَعَلَكُمْ خَلآَئِفَ فِى اْلاَرْضِۜ  (35:39) sırrı zâhir olacak. Bu mana, Ashab-ı Kiram’dan ve Tabiînden uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin hülâsası ve hâsılıdır.” (Elmalılı Tefsiri:299)

Bu beyanda açıkça görülüyor ki; idare sahasında hilafet makamı beşerî düşüncelerle ve anlayışlarla hareket etmez ve edemez. Yani Allah, insanlar üzerindeki hakimiyetini hilafet makamı ile icraa eder. Ancak Allah’ın bildirmediği meselelerde şu’ra ve meclis yoluyla ahkam teşri’ edilir.

İctihad yapmak salahiyetinde olmayan kişilerden müteşekkil bir hey’et, dinin hükmetmediği saha olan mubahatta, yani أَنْتُمْ اِعْلَمْ بِأُمُورِ دُنْيَاكُمْ manasındaki hadislerin mana çerçevesine giren umûr-u dünya hakkında maslahatlara göre kanun yapabilir. Fakat dinde hükme bağlanmış ve dinin teşri’ sahasına girip müctehidînin yeni ictihadını gerektiren mes’elelerde böyle dinî salahiyeti bulunmıyan bir heyet, maslahat anlayışı ile teşri’ yapamaz…

İkinci meşrutiyet devresinde teşri’ organı hakkında Bediüzzaman’a sorulan bir sual ve cevabı:

«Meclis-i Meb’usanda Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?

Cevab: Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekseriyet ise müslümandır. Altmıştan fazla ülemadır. Meb’us hürdür. Hiçbir te’sir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslâmdır.

Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir Haço veya Berham’ın reyi mu’teberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Meb’usandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekseri bu kabilden olduğundan reddetmemek lâzım gelir.

Amma ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Meb’usların vazifesi o ahkâm ve hukuku, su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftilerin hilelerine meydan vermemek için, bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olmaz. Gidilse intihardır.” (A.B. 417)

İnsana fıtraten zemine bir halife olmak kabiliyetinin verilmiş olması meselesi hakkında şu izahat veriliyor:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ

Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir." Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: "Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.” S:257

Hulefa-i raşidinin hilafetleri hakkında:

Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” Ş:363

Halifelik meselesinin mahiyeti:

Ayette geçen وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ cümlesi, اِنِّى اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ  cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir. Ve keza Cenab-ı Hakk'ın Arz'ında beşerin halife olması, Allah'ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır. Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem'i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzed kıldı. Sonra vakta ki Âdem'i melaikeye tercih etmekle rüchan mes'elesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melaikeye arz ve onlardan muarazayı taleb etti; sonra melaike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk'ın hikmetini ikrar ettiler. Kur'an-ı Kerim buna işareten, ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ dedikten sonra,  

قَالُوا : Evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak, سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ dediler. Sonra vakta ki istidadlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melaikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine Âdem'in iktidarının beyanı îcab etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için, قَالَ يَا آدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ hitabıyla Âdem'e ferman etti. Sonra vakta ki mes'ele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu; geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen, قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ yani "Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim."

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki; iblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.” İ:209

Hz. Üstad ilk meclis devresinde hilafet hakkında şöyle diyor:

“Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir.1 İnşikak-ı asâ ise,  وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا âyetine zıddır.2 Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî 3 daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder...” Ms:101

Burada çok câmi’ ve tarihî bir ikaz var. Yani Mehdinin irşadı böyle olur.

Kur’an 2:30 ayetinde geçenخَل۪يفَةً : Bu tabir, Arz’ın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel Arz’da idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki Arz’ın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. خَل۪يفَةً tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nev’imiş; yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.” İ:201

“Hem meselâ: وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahluklar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.” S:262

Kâinatta tecelli eden esma-i hüsnanın eserlerinden, yani kitab-ı kâinattan marifetullahı öğrenip kemalat kazanmanın, emanet-i kübra ve en yüksek makam olduğu burada nazara veriliyorki, Risale-i Nur’un esas mesleğidir.

Halifenin, yani idare makamının Allah’ın emirlerine uymasının şart olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.” D:15

Manevî hilafet dairesi maddî hilafete el atmak istememeli:

Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali'nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şah-ı Velayet" ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde 4 manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.” M:54

 

1 Yani, milletin dine bağlı olan kısmı ile inkılab taraftarları arasında ikiye bölünme olacak.

2 Mezkûr ayette Allah emreder ki, hepiniz esasat-ı şer’iye dairesinde birleşip tesanüd ediniz ve bölünmeyiniz. Yani Kur’an nazarında esasat haricinde ittihad ve tesanüd olmaz.

3 Yani şer’î esaslar dairesinde samimi ve teslimiyette yapılan tesanüdlü cemaat

4 Burada anlatılan zahiri hilafet, insanların kalbî duygularına değil dünyevi ve maddî hareketlerini şeriatın dediği tarzda yönlendirip gayr-ı meşru hareketlerden durdurmaktır. Bu müdahele şekli cemiyette açıkça görünen yaşayış dairesinde geçerlidir.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık