DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

HİKMET

Herşeyin aslı, esası ve mahiyeti hakkında bilgi. *Kâinat ve eşya hakkındaki bilgi. Kâinat ve eşyanın varlık sebebleri ve maksadları hakkında bilgi. *Kâinat ve varlıkların yaratılış ve mevcudiyetlerinin istinad ettiği İlahî gayeler ve sırlar. *İlim. Felsefe. *Şahsî ve içtimaî hayat için düsturlar. Hâdisatın istinad ettiği küllî düsturlar.

Her hangi bir şeyi yapan kimse, yaptığı şeyi belli maksad ve gayeleri için yapar. Bu gaye ve hikmetlerin bilinmesi de iki yol iledir: Biri, failin kendi gayelerini yine kendisinin bildirmesiyle bilmek; diğeri, failin bildirmesini nazara almadan, insanın kendi idraki, anlayışı ve maddi sahaya münhasır olan tecrübesiyle bilmek yoludur. Birincisinde tereddüt yoktur. İkincisinde ise tereddütten kurtuluş yoktur. Birincisi Kur’an, ikinci felsefe yoludur.

“Evet herhangi bir şeyin değer ve hakikatı hakkında doğru hüküm verilebilmesi, o şeyi yapan kimsenin onda takib ettiği gaye ve hikmetin bilinmesine bağlıdır. Bu hikmet ve gayelerin bilinmesinde en isabetli yol, eser sahibinin bizzat kendi beyanıdır. Başkaların o eser hakkındaki sözleri, nazarî ve tahminî olur. Öyle de, kâinat hakikatlerini ve insanların yaratılış gaye ve hikmetlerini doğru ve isabetli olarak bilmek, ancak Hâlik-i Kâinat’ın bildirmesiyle mümkündür. İşte Kur’an, Hâlik-ı Kâinat’ın gaye ve hikmetlerini bildiren Kelâmullah olduğundan, kâinat hakikatleri ve hilkat-ı beşerin hikmetleri, şaibesiz ve tam isabetli olarak ancak aklın ve kalbin kemalâtı nisbetinde Kur’andan öğrenilebilir. Evet bu hakikatı bildiren şu beyana dikkat gerek: “Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekallah” der... Amma ahval-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat Kur’anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor.” S.406

İşte bu gibi sebeblerden akıl, felsefe ve hikmet-i beşeriye, Kur’ana tabi olmak mecburiyetinde olup, kendi dar anlayışını âleme hâkim kılamaz.

Hemلاَ يُسْئَلُ عَمَّا يَفْعَلُ *قَوْلُهُالْحَقُّۜ وَلَهُ الْمُلْكُ Kat’iyyen bil ki, Cenab-ı Fa’al-i Hakîm’in işinden sual olunmaz. Evet hiçbir şeyin, hiçbir ilmin ve hiç bir hikmetin hakkı yoktur ki, ondan sual etsin: Zira o, mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal’dir. Ve bizim bilmediğimizi bilen bir alîm ve hakîmdir. Öyle ise bir şeyin hikmetine ilmimizin ermemesi, o şeyin hikmetsizliğine delalet etmez. Evet mutlak ekserde görünen hikmet-i amme, burada bize mestur olup, görünmeyen hikmetin vücuduna da şahid-i kat’idir.” BMs:632

Keza “Hiç bir insanın Cenab-ı Hakk’a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünki, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edilemez. وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَٓاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَاْلاَرْضُ   Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin! ...” Ms:192

Demek Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetine teslimiyet gerekir.

Kur’an (18:51) ayeti Allah’ın hilkat-ı âlemde kimseyi şahid tutmadığını yani hikmet ve meşietiyle mahlukatı kendisinin halkettiğini bildirir.

“Hikmet ve akıl ile halledilmiyen bir mes’ele-i mühimme:

 فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ * كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ

Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar; daima dönüp tazeleniyorlar?

Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız.

İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir.

Birisi. Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona “ille-i gaiye” denilir.

İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki; ona “dai ve muktazi” tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevkeder. Sonra da yemeğin neticesi, vücudu beslemektir. Hayatı idame etmektir. Öyle de: وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım Esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vasia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir.

Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının had ve hesaba gelmez enva-i tecelliyatı var. Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor. O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının ayinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zat-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zişuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.1

İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hatta herbir faaliyette kat’iyen lezzet vardır; belki herbir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vacib-ül Vücud’a lâyık bir tarzda ve istiğna-yı zatîsine ve gına-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesden gelen hadsiz bir sürur-u mükaddes var. Ve osürur-u mukaddesden gelen-tabir caiz ise-hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zat-ı Rahman-ı Rahim’e ait -tabir caiz ise-hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.2

İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar...” M.86-87

Yani hikmet-i İlahiyeyi bilmemek eşyayı ve hadiseleri esbab ve tabiata isnad etmek dalaletini doğurabiliyor. Onun için Risale-i Nur hikmet-i İlahiyeye çok yer vermiştir.

“Onuncu Âyet: يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ (2:269)

Onbirinci Âyet: وَ يُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ وَ يُزَكِّيهِمْ (2:129)

Onikinci Âyet: وَ يُزَكِّيكُمْ وَ يُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ (2:151)

âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: “Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor.” Bu üç âyetin küllî ve umumî manalarında Risale-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emare var.

Birisi şudur ki: Risale-i Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.” Ş:700

Hem “Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu) İsm-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.” S:263

“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestai olur veya ihtiyar ve ilm-i Sani’i inkâr eder veya Hâlik’a “mucib-i bizzat” der.” M:286

Yani kainattaki İlahî icraatın hikmetleri bilinmezse, o İlahî icraat şuursuz esbaba verilip kişi inkara düşer. Onun içindir ki, Risale-i Nur hikmet ve faideler üzerinde çok durur ve durulmaktadır.

Evet “Rububiyet-i ammedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmiyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmiyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını- tabiat perdesi altında gizlenmiş-görememişler, tabiata müracaat etmişler.” M:379

Halbuki “Müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim’in, bir Hakîm-i Rahim’in işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz; Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerim o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor.” S:680

Evet “Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. Âlemde abes yok. Fıtratta israf yok. Bu şahidleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki; her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şâhid-i âdildir.” İ:53

Evet “Herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Saniin kasd ve hikmetini ilan ediyorlar.” İ:87

“Umum eşyada hususan zihayat masnualarda hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şey’e bir miktar-ı muntazam ve bir suret hikmetle verildiği ve o suret ve o miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması;hem, müddet-i hayatlarında değişitirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkib edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadir-i Zülcelal’in ve bir Hakîm-i Zülkemal’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kudretin destgahında vücudları verilen o hadsiz masnuat, o zatın vücub-u vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve azalarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti gör.” S:662

Hikmet hakkındaki mühim âyetlerden olan:

Onuncu Âyet: يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ (2:269)

Onbirinci Âyet: وَ يُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ وَ يُزَكِّيهِمْ (2:129)

Onikinci Âyet: وَ يُزَكِّيكُمْ وَ يُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ (2:151)

âyetlerinin meal-i icmalîleri der ki: Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevi kirlerden temizlendiriyor.” Ş:700

Mezkûr âyetlerde ifade ve beyan edilen çok mühim ve küllî hakikatı tefsir eden

“Risale-i Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.” Ş:700

Evet “Kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün enva u efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de, Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmaniyetin cilveleri ile; kalbi de Rahimiyetin tecelliyatı ile nimetlendikleri gibi; insanın aklı da Hakîmiyetin letaifi ile zevk alır, telezzüz eder. İşte bu itibarla ağız dolusu ile “Elhamdülillah” söylemekle hamd ü senaları istilzam eder.” Ş:758

Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

جَالِسُوا الكُبَرَاءَ، وَسَائِلُوا العُلَماءَ، وَخَالَطُوا الحُكَمَاءُ Büyükler ile oturunuz, hem-meclis olunuz. Âlimlerden sorunuz, bilmediklerinizi öğreniniz. (Bak: Kur’an 16:43) Hikmet sahiplerinin de aralarına karışınız, kendilerinden istifadeye çalışınız.” (H.G. hadis: 144)

Bu hadis diyor ki: Dinin büyük şahsiyetlerinin yanında oturunuz; çenebaz şarlatanlarla oturmayınız. Meselelerinizi, ilmi ile âmil olan hakiki alimlerden sorunuz, fitne cemiyetinin tesirinde kalan kişilere sormayınız. Hikmet-i İlahiyeyi bilip konuşan hakiki hikmet ehlinin sohbetlerine katılıp, nazarları dünyevî hayata çeviren hikmetsiz kişilere katılmayınız. Yani zamanın insanlarının çoğundan uzak durmak gerekiyor.

Evet Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.

İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.

Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyyesi, Kur'anın hakaik-i kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez.” S:350 Deyip devamında, dinden kopuk ve dine bağlı iki nokta-i nazarın dünyaya bakışlarını tasvir eder.

Hz. Üstadın beyaniyle: “Bu asırda enaniyyet çok ileri gittiği için” ekser insanlarla ihtilat etmemek gerekiyor.

Keza, felsefe ve hikmet, din ve kalbe yardım etmelidir diyen Bediüzzamanın şu beyanı var: 

Avrupa bir dükkân, bir kışla ise; Asya bir mezraa, bir câmi hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

Hem ekser enbiyanın Asya'da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa'da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.M:325

Yani dine bağlı olmayan bir millet, kendi arzusuna göre hayatını tanzim eder. Hak dine bağlı olan millet de, dinin emirlerine göre yaşar. Yani dünya hayatını gaye görenlerle ahiret hayatını esas alanlar arasında tezadî bir fark vardır.

Sual:"Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?

Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?” M:442

Demek zamanın alimleri dahi Avrupa anlayışının tesirinde olduklarından, onların söz ve sohbetlerini dinlemenin şimdiki fitne sebebiyle Kuranî istikameti göstermediği ve Avrupaî yaşayışa götürdüğüne nazikane bir makam ile Hz.Üstad dikkat çekiyor. Evet, 27.Söz olan İctihad bahsinde asr-ı saadetin sohbetleri ile zamanımızın sohbet ve konuşmalarını mukayese ile bu hakikat, yani zamanımızın sohbetlerinin fani dünyayı nazara verdiği izah ediliyor. Mesela bir paragrafta şöyle deniliyor:

Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz.Tatlik etse, talakı vaki’ olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat sû’-i ihtiyarıyla olmazsa, talak vaki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki; sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale ve o Hâlıkın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur.” S:482

İşte bu tarzdaki sohbetlerle ihtilat, kişiye o aynı yanlışı aşılar. Onun için din, bu daireden uzak durulmasını ister.

 

1 Burada, Kur’an mesleğinde bir esas olan kâinat kitabını okuyup tefekkür etmek, nazara veriliyor. Risale-i Nur’un en büyük esaslarından biri de budur.

2 Mezkûr hususiyetlerin insan alemine esma-i hünsadan geldiği Risale-i Nur’da bildirilir.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık