بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين
TENKİD
BİRKAÇ KISTAS NOTLARI
Bir şahıs, şer’î kıstasları kale almadan ve şeri’atta değil teşkil etmiyen rü’yada ve alem-i berzahtaki kudsî şahsiyetlere görüşme ve onlardan emir alıp vazifelendirmek gibi iddialarla kendisine mutlak itaat isterse, bunun meşruiyeti olmayacağı gibi, Risale-i Nur’a ters düşer ve bir plân olma ihtimalini düşündürür.
Bir şahsı bir anda makam-ı a’lâya çıkarmak ve âkabinde hemen aynı şahsın sukutunu, kendine bağlı olanlara telkin edip adavet aşılamakla kendini bağlamak, değil Risale-i Nur’la, basit bir insaniyet anlayışıyla da bağdaşmaz.
Evet, uzun zamanda kazanılan fazilet ve seciyelerin varlığından bahsetmekle, bu şahsa hürmet edenlerin hüsn-ü zanlarını kazanıp hemen arkasından ittiba etmediği gerekçesiyle aynı şahsı nazardan düşürmeğe çalışmak, şer’î ölçülere ve fıtrat kanununa aykırıdır ve tenakuzdur. Hele böyle acip bir tertiple adam çürütme tarzını, şefkat mümessilleri olan en büyük dinî şahsiyetlere izafe etmek, tavsif edilmez derece bir hatadır.
“BEŞİNCİ İŞARET: Cenab-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desiselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakk'ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor? اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrıyla şeytanın gayet zaîf desiselerine kapılıp Allah'a isyan ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsız bir insan idi, diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim.
Sonra sâbık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillahilhamd, hem Kur'an-ı Hakîm'in azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem Mu'tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi "Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır." diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o bîçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenab-ı Hakk'a şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünki sâbıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz'î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.
İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk'ın "Gafur", "Rahîm" gibi iki ismi, tecelli-i a'zamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur'an-ı Hakîm'de Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye davet ediyor. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ emriyle "Eûzü billahi mineşşeytanirracîm" kelimesini siper yapıyor.” L:73
Meşveret-i şer’iye farz iken ve Fahr-i âlem dahi meşveret ederken, Risale-i Nur’daki şer’i düsturlardan adeta kaçarcasına meşvereti kapatıp şahsa mutlak itaatı istemek, imamiye mezhebi veya velediyet akidesi tarzına benzer bir hareket olup gayr-ı meşrudur.
Böyle gizli esrarengiz bir tarz ile yapılan hareketlere güvenilmez. Şer’î delillere ve Risale-i Nur’a dayanmayan bir hareket, faraza doğru olsa dahi, bu hareket ve anlayışa katılmamak, mes’uliyet getirmez. Eğer bâtıl ise mes’uliyet getirir. Çünkü, mes’uliyet için, şeriatta açık ve kat’î delil bulunması şarttır.
Program hazırlama mes’elesine gelince: Bu vazife, Risale-i Nur’un sarih beyaniyle, ittihad-ı islâmın, ilmî hey’eti olan şûra-yı ümmete aittir. Mesela Hz. Üstad diyor: (O zat o taifenin uzun tedkikatiyle yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak) E:266
Keza mezkûr hükmü te’vil kaldırmaz bir sarahatla beyan eden bir ifade: “Sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.” St:9
Aynı meseleye bakan bir hatıra: “Mehdinin ömrü kısa olacaktır. Ben ona zemin hazırladım.. program hazırladım.” Mufassal Tarihçe: 1709 sonu
Ancak şu kadar olabilir ki, Nurun haslar dairesi, eğer lüzum olsa ve o zaman da olmak ve hemen şimdi olmamak şartiyle ancak nokta-i nazar ve temel kıstaslar manasında bazı tesbitler verilebilir. Tafsilat için “Risale-i Nur’da üç vazife” adlı derlemenin Giriş kısmiyle 45. Sahifedeki sual ve cevablarına bakınız.
Evet şimdiden Nur’un dar dairesini heycanlandırıp nazarlarını geniş daireye çevirmek ve en ehemmiyetli esas ve vazife olan dershane hizmetlerini ve dersleri zayıflatmak, gayet yanlış ve zarardır. İlh...
Bu dersi indirmek için tıklayınız.