بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
İSLÂM-İSEVİ İTTİFAKI
Asrımızda meydana çıkmış, gelişen hâdisat ve şartlar karşısında Kur’an ve Sünnete istinaden gereken tercihleri tesbit edip neşretmiş olan ve İslâm ve Hristiyan milletlerinin dikkatlerini çeken Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin eserlerinden mevzu ile alâkalı bazı kısımlar, aşağıda sıralanmıştır.
Yalnız bir hususun burada açıklanması hâssaten gerekiyor. Burada nakledilen parçalarda da görüleceği üzere, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Avrupa ve Amerika gibi Hristiyan dünyasını, menfî ve müsbet olarak ikiye ayırır. Sefahet ve dalâlet içinde âhireti unutmuş olmakla beraber, dinsizlik cereyanlarına bağlı olmayıp Ehl-i Kitab olan fakat aşırı gaflette bulunanlar, giderek müsbet İsevîlere iltihakları bazı âyet ve hadislerin müjdesinden ümid ediliyor. (Bak: Kur’an 4:159)
MÜSBET VE MENFİ AVRUPA
Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin muhtelif yerlerinde Avrupa’nın bu iki kısmından bahseder. Ezcümle, menfî Avrupa’ya hitab eden uzun bir bahiste şu ifadeye yer verir:
«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi: İsevînin din-i hakikîden ve İslâmiyet’ten aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi’ san’atları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.» (L:115) demek suretiyle mes’eleyi açıkça ortaya koyar.
Bu tesbitlerden sonra Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın âhirzamanda nüzûl edeceğine ve İslâm-İsevî ittifakına dair bazı hadislere Bediüzzaman Hazretleri tarafından yapılan izahlardan örnek olmak üzere seçilen bazı parçalar:
«Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.”1 Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?
Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini2 ve Şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” imanı zaif olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakikatı izah edilse, hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:
O hadisin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mâna budur ki:
Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş harikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarâne surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu ma’lûmdur.
İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslâmiye ile birleşecek, mânen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak. Din-i Hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.» (M: 56)
Elhasıl: «Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhi-yete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâb edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür; öyle de, Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür .. yani inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.» (M: 6)
«Kat’î ve sahih rivayette var ki, “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.”3
Vel’ilmü indallah, bunun da iki vechi var:
Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki: O zât, en ziyade alâkadar ve ekser insanların Peygamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisse-lâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsi-ni mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler din-i İsevî’nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tâbi olur”4 diye rivayeti, bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.» (Ş: 587)
«Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cem’iyetinin mu’cizekâr mânevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.» (M:441)
«Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle mânası gizlenmiş. Meselâ, “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (A.S.) onu öldürebilir, başka çare olamaz” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semâvî ve ulvî, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur’aniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.» (Ş:581)
“Nasrâniyet İslâmiyete Teslim Olacak.
Nasraniyet, ya intifa, ya ıstıfâ bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, Purutluğa tâ geldi, Purutlukta görmedi ona salâh verecek.
Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.
Hazırlanır şimdiden.. yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâm’a mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusül demiştir: “İsâ, Şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”» (S:703)
Bediüzzaman Hazretlerinin bir ikazı:
«Salahaddin’in, Asa-yı Musa’yı Amerikalı’ya vermesi münasebetiyle deriz:
“Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, herhalde şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.”
Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.» (E:159)
Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Cihan harbi’nde eziyet çeken ve vefat eden bazı Hristiyanların bir nevi fetret hakikatından istifadeleri hususunda şöyle der:
«Madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâ-ketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.» (K: 111)
Not: Ekser papazlar asırlardır İslâmiyet aleyhinde mesnedsiz telkinde bulunurlarken Peygamberimiz (A.S.M.) ise pek çok hadisleriyle Hazret-i İsa’nın (A.S.) âhirzamanda nüzûl edip dinsizlik cereyanını dağıtarak geniş bir sahada hakim olacağını bildirmekle, ümmetin nazarını Hazret-i İsa’ya (A.S.) çevirmiştir. Bu sebeple ümmeti, asırlardır Hazret-i İsa’nın nüzûlünü bekler. İşte bu husus açıkça gösterir ki, bazı papazlar hâkimiyetlerini koruma taassubuna kapılmışlardır. Peygamberimiz (A.S.M.) ise daima hakka bağlı kalmış, hissî taassubları reddetmiştir. Şimdi hakiki İsevîler, bu yanlışın tashihini ciddî olarak ele almışlar ve sonunda muvaffak olacaklardır inşâallah.
Bediüzzaman Hazretleri, Cihan Harbi’nde dinsizlik cereyanlarının da mücadeleye girmeleri sebebiyle iki muazzam dinin (yani İslâm ve İsevî dininin) barışması zarureti doğduğunu belirtirken şu ifadeye yer verir:
«...Çünkü, bu cihan harbinde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musâlaha ve sulh mahkemesine barışmak davası açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladı...» (STG:191)
Yazının devamında böyle karışık zaman ve şartlar içinde dünyevî boğuşmalara değil, diyanet hayatına kuvvet vermek gerektiğine dikkat çekilir.
Beşeriyet dünyasındaki gaddarane boğuşmaların getirdiği çeşitli huzursuzluklar sebebiyle ve bozuk Avrupa’nın aşılayıp alıştırdığı çılgınca sefahetin ve bozuk siyasetin çirkin neticelerinin görünmesi gibi sebeblerle uyanan insanların Kur’anın hakikatlarına şiddetli ihtiyaç duyacaklarını ve o hakikatları kuvvetli delillerle ispat ve izhar eden Risale-i Nur eserlerinin beşeriyeti ikaz ve irşad edeceğini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Nev’-i beşer bu son harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplariyle ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasiyle ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyaset-i ruy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika’da emâreleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkıyyeyi bütün kuvvetiyle arayacak ve elbette hiç şüphe yok ki:
Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlariyle beşere ders veren ve hiç bir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkıyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyanın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtiyle, belki sarihan ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkıyeyi kat’iyyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem’iyyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlariyle sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat’iyyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.
Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mu’cize-i kübrânın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyyenin del-lâllığını yapan ve Ondan başka me’hazı ve mercii olmayan ve bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor.» (Sözler sh: 154)
«Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa Aleyhis-selâm İncil-i Şerif’te demiş ki: “Ben gidiyorum... tâ size tesellici gesin.” Yâni Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, demesiyle Kur’an’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi bir hediyesi; tesellîsidir.» (K:215)
İşte böyle dünyevî mücadeleler ve anarşinin şiddetlenmesi karşısında Hristiyan devletlerin ve milletlerin müsbet kısmı, İslâm devletlerinin birliğini ve kuvvetlenmesini isteyeceklerini ve ittihad-ı İslâm’ın elzemiyetini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri resmî makamata hitab ettiği yazısının bir kısmında şöyle diyor:
«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir mes’elesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-ı Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ana ve ittihad-ı İslâma taraftar olmağa mecburdurlar.» (Em:54)
İttihad-ı İslâm teşekkül ettiğinde, onun mümessili olan zâtın, İsevî ruhanîleriyle ittifak edeceğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri, şu veciz ifadeyi kullanır:
«... O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.» (STG:9)
Mütecaviz dinsizliğe karşı İslâm-Hristiyan ittifakı, asrımızın ehemmiyetli mes’elelerinden biri olmuştur. Bununla alâkadar olarak mânidar bir hadiste şöyle buyuruluyor:
سَتُصَالِحُونَ الرُّومَ صُلْحًا آمِنًا وَتَغْزُونَ اَنْتُمْ وَ هُمْ عَدُوًّا مِنْ وَرَائِكُمْ
«İstikbalde Rum ile emniyeti te’min eden bir sulh akdedeceksiniz ve birlikte ikinize de muhalif olan bir düşmana karşı savaşacaksınız.»5
Bu hadis-i Şerif, beynelmilel dinsizlik ve anarşiliğe karşı, İslâm-Hristiyan ittifakını haber verirken, metindeki صُلْحًا آمِنًا ifadesi, umumi huzur ve asayişi ciddi ihlâl eden anarşizmden zımnen haber verir. Çünki mâna-yı muhalifi ile anlaşılıyor ki, anarşizmin şiddetinden umumi emniyetin iadesene şiddetli ihtiyaç doğacak, yani “emniyet sulhu”, emniyeti temin edebilmek için gereken kuvvete sahib olmak, ancak İslâm-Hristiyan ittifakıyla mümkün olacak, diye işaret eder.
Aşağıdaki parçalar dahi bu hadis-i şerifin mana külliyetinden asrımıza bakan vechiyle alâkalı izahlardır. Şöyle ki:
«Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I 206)
«Hattâ, hadis-i sahihle: Âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip, müşterek düşmanları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları, muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” (Lem’alar 151)
İslâm dünyasına karşı giderek azgınlaşan Avrupa’nın menfi kısmına karşı, Amerika’nın İslâma taraftar çıkacağını, 1946’larda yazdığı bir ikaznamesinde haber veren Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle diyor:
«Ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki:Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da, Deccalâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, Âlem-i İslâmın tam intibahiyle ve Yeni Dünyanın, Hristiyanın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ana ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp, inşaallah galebe eder.» (E:58)
Kur’anda, Ehl-i Kitab ile birleşmenin esasını beyan eden bir âyet-i kerime (3:64):
«“De ki: Ey Ehl-i kitab! Sizinle bizim aramızda müsavi bir kelimeye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına değil yalnız Allah’a ibadet edip bağlanalım. O’na hiçbir şeyi şerik yapmıyalım. Ve ba’zımız ba’zımızı, rab ittihaz etmesin. Eğer bundan yüz çevirirlerse şöyle deyin: Şâhid olun ki biz hakikaten Müslimiz (müsâlemetkârız.)”
Burada muhtelif vicdanların, muhtelif milletlerin, muhtelif dinlerin, muhtelif kitabların bir vicdan-ı esasîde, bir kelime-i hakta nasıl tevhid olunabilecekleri, İslâm’ın âlem-i beşeriyette nasıl vasi’, ne kadar vâzıh, ne kadar müstakim bir tarîk-ı hidayet, bir kanun-u hürriyet ta’lim eylemiş bulunduğu ve artık bunun Arab ve Aceme inhisarı olmadığı tamamen gösterilmiştir.» (Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri sh:1131)
Hristiyanların müsbet kısmının müslümanlara meveddet ve yakınlıklarını bildiren bir âyette de şöyle buyuruluyor:
«Ve yine kasem olsun ki, bütün bu nâsın mü’minlere meveddetçe en yakını: “Biz Nasarayız” diyenleri bulacaksın. - Gerçi bunlar da umumiyetle mü’min değildir. Ve mü’minlere adavet bunlarda da vardır. Fakat cins cinse mülâhaza edildiği zaman, öbürlerinin adavette şiddeti ziyadedir. Yani onların meveddetleri ihtimali büsbütün yok değil, lâkin bunların meveddeti daha ziyade melhuz ve daha ziyade yakın bir ihtimaldir. Bunlarda iman kabiliyeti, ehl-i iman muhabbeti, öbürlerinden fazla bulunur.
Bunların akreb bulunması şu sebebledir ki: bunlardan Kıssîsler, yani ilm ü ibadetle meşgul keşişler ve rahibler, yani âhiret korkusuyla manastırlarda nefislerini ezen taabbüdat ile meşgul târik-i dünyalar vardır. Bir de bunlar mütekebbir değildirler. Mütevazi ve munistirler.» (Aynı eser sh: 1791)
«Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı, Masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir.» (Ş:594)
Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesinin İsevîlere gönderdiği kitab münasebetiyle şöyle der:
«Salahaddin’in mektubu, bir kaç cihette ehemmiyetlidir. Amerika âlimleri, elbette Asa-yı Musa Risalesi’ne lâkayt kalmayacaklar. Eğer dini din için seven kısmının ellerine geçse, fütuhat yapar. Yoksa, bazı enaniyetli hocalarımız gibi, kıskançlık damarıyla neşrine ve tervicine çalışmaları meşkûktur...» (E:160)
Kur’an-ı Kerim’de: (2:121) (3:113, 114, 115, 199) (13:36) (28:52-55) ve emsali âyetler, Ehl-i Kitab’ın müsbet kısmının evsafını zikrederken, diğer pek çok âyetler de çoğunun yoldan çıktığını bildirir. (Bak: Kur’an 3:110)
Kur’an (4:159) âyetinde Ehl-i Kitab’ın Hazret-i İsa’ya (A.S.) kabl-el mevt iman edecekleri bildirilir. (4:90) Âyeti de mütecaviz olmayan gayr-i müslime tanınan masuniyet hakkı ile alâkalıdır.
İbn-i mace 4090. hadisi de şöyle:
«Yani: Melahim (çatışmalar-savaşlar) vuku bulduğu zaman, Allah mevaliden öyle bir ordu gönderecek ki; atlar(ının cinsi) bakımından Arabların en kıymetlisi ve silâh yönünden en iyisi olup, Allah İslâm dinini onunla te’yid (takviye) edecektir.
...Bu hadiste geçen “mevali”, “mevla”nın cem’idir... Bilindiği gibi Arablar kendilerinden olmayanlara mevali derler. Bu husus tarih kitablarında da görülebilir. Bu itibarla İslâmiyeti te’yid ve takviye edeceği haber verilen toplumun, Arablardan başka bir millet olması ihtimali vardır...» (İbn-i Mace Tercemesi cilt:10, sh: 354-356)
Bu rivayetin işaretinden anlaşılıyor ki; harb tekniği çok yüksek olan İsevîlerden bir devlet, İslâma yardım edecek (Allahu a’lem).
Bediüzzaman Hazretleri, 1911 senesinde Şam’daki Câmi-i Emevî’de büyük bir cemaata verdiği ve sonra kitab olarak neşredilen hutbesinde, Avrupa’nın bazı fikir adamları ve feylesoflarının mevzumuzu te’yid eden beyanlarından bahseder ve der ki:
«İşte yüzer misallerinden iki misal:
Birincisi: Ondokuzuncu asrın ve Amerika Kıt’asının en meşhur feylesofu Mister Karlayl, en yüksek sadasıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hristiyan âlimlerine neşriyatla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:
“İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak İslâmiyetin hakkı imiş. Çünki sair dinler -Kur’an’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı- hiç hükmündedir.”
Hem Mister Karlayl yine diyor: “En evvel kulak verilyecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed’in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakiki söz onun sözleridir.”
Hem yine diyor ki: “Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin.Çünki en bedihî ve zarurî hakikat ise, İslâmiyet’tir.”
İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış.
İkinci misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:
“Ben bütün Kütüb-ü Semâviyeye tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için aradığım hakiki hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (Aleyhissalatü Vesselâm) Kur’an’ını umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi, beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur.
Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (Aleyhissalatü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani kur’an Allah kelâmı olduğu bedihidir.”
İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Prens Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:
Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
Ey Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt’alarında hakiki ve mânevi hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki Kur’an’a tâbi olur, ittifak eder.» (H.Ş:30)
Kur’anda Ehl-i Kitab’dan sarahatla bahseden âyetler olduğu gibi, işaretle bahseden âyetlerde vardır. Meselâ: (2:4)
« وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ : Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sâmileri imtisâle sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor. Bu cümlenin mâkabliyle nazmına dair “dört letaif” vardır.
1- Bu cümlenin mâkabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:
“Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’ân, onların sıdkına delil ve şahittir.”
2- Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki:
“Ey ehl-i kitab! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”
3- Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semâsına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri yetiştiriyor.
Evet, İslâmiyet, mâzi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.
4- Kur’ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
“Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’ân, fer’î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”» (İ:49)
«Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın “Yâ ehle’l-kitab, yâ ehle’l-kitab!” hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve “Yâ ehle’l-kitab” lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi tazammun eder; bütün şiddetiyle, bütün şebâbetiyle, يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasını âlemin aktârına savuruyor.» (S:407)
İşte bu hakikatı gören bir kısım Avrupa fikir adamları, Kur’anın hakkaniyetine dair beyanlarda bulunmuşlardır.
Ezcümle Prens Bismark diyor ki:
«Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı Lâhutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (A.S.M.) Kur’ân’ı, bu kayıttan âzâdedir. Ben, Kur’ân’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm.
Muhammedîlerin (A.S.M.) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (A.S.M.) zâde-i tab’ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle harikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim, ey Muhammed (A.S.M.)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o Lâhutîdir. Bu kitabın Lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.» (İ:213)
«Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:
Kur’ân’ı bir kere dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’ân’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir.Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’ân, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.» (İ:216)
«Kur’ân, insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlûkatın Hâlıktan ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkla münâsebâtını en sarih şekilde öğretmiştir. Kur’ân, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmidir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın mahiyet-i hakikiyesi, hülâsa her mevzu Kur’ân’da ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar, bunların hepsi Kur’ân’da vardır. Kur’ân, insanı iktisat ve itidale sevk eder, dalâletten korur, ahlâkî zaafların karanlığından çıkarır, teâli-i ahlâk nuruna ulaştırır, insanın kusurlarını, hatalarını i’tilâ ve kemâle kalb eyler. (Müsteşrik Sedio)» (İ:218)
«Fransa’nın en maruf müsteşriklerinden Gaston Care, 1913 senesinde Le Figaro Gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:
“Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’ân, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakika, bu âlî din, Avrupa’ya, dünyanın imarkârâne inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu fâikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şek ve şüphe yoktur.”
Fransız muharriri, daha sonra, Kur’ân’ın umumî müsalemeti muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki: İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır buna imkân yoktur! Gaston Care» (İ:221)
«İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw diyor:
“Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.”» (N.Ç:184)
“Müslümanların dini, Kur’ân dinidir. Bu din, müsâlemet, emniyet ve huzur dinidir.” (Piskopos Walter Meron’un Müsalemete En Doğru Yol adı ile Petersburg kilisesinde irad ettiği konferanstan) (N.Ç:190)
1 Sahih-i Buhari Muhtasarı hadis: 2114 ve Sahih-i Müslim cilt: 1 sh: 195 hadis: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadis 2217 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 hadis: 3485
2 Sahih-i Buhari 60/49 ve Sahih-i Müslim 1/71
3 Sahih-i müslim 52. Kitab-ül fiten hadis: 34, 110, 116 ve İbn-i Mace 36. Kitab-ül fiten 33. bab hadis: 4075, 4077
4 İbn-i Mace hadis: 4077
5 Tac Tercemesi cilt: 4 hadis: 960; İbn-i mace 4089; Ebu Davud cihad: 156 ve melahim: 2; İbn-i Hanbel 4/91, 5/372, 9/40,65
Bu dersi indirmek için tıklayınız.