DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

BİR İDDİAYA CEVAB

1- İsevilik veya ehl-i kitab adına bir taife, Kur’andan Maide Suresinin 46. Ayetini göstererek semavî kitabların hiçbirinin tahrif edilmediğini iddia ediyor. Maide suesi 46. Ayetini de bu iddiaya güya delil gösteriliyorlar. Evet, Kütüb-ü münzelenin asliyetleri itibariyle semavîliğini ve hak olup hidayeti gösterdiklerini ifade eden bu ve benzeri  ayetler var. Fakat sonradan manaca ve lafızca kısmen tahrif edildiği ve bozulduğu veya kaldırıldığını anlatan ayetler de var. Mesela Kur’an (2:75): “Şimdi (ey müminler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.” mealindeki ayet;

“Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) "İşittik ve karşı geldik", "dinle, dinlemez olası", "râinâ" derler. Eğer onlar "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.” mealindeki (4:46) ayet;

ve “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat'ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” mealindeki (5:13) ayet;

ve “Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyle "inandık" diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!" derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” mealindeki (5:41) ayet;

ve “Fakat onlardan zalim olanlar, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulmetmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik.” mealindeki (7:162) gibi ayetler örnek verilebilir. Bu sarih ayetlere rağmen iddiacılar, Tevrat ve İncil gibi semavî kitabların tahrif edildiklerini söylemenin Kur'anı inkâr etmek manasına geldiğini söyliyerek Kur'ana garib bir tenakuzu atfederler. Yani bu iddiacılara göre Kütüb-ü semaviye için Kur’an, hem tahrif edilmedi diyor, hem tahrif edildi diyor. Böylece Kütüb-ü semaviye hakkında bilgisizlikleri, değilse bazı müslümanları aldatmak kasıtlılığı açığa çıkıyor.

Esasen bu kadar açık bir tenakuza cevab vermek gerekmiyor. Fakat, asrımızdaki insanların dinî bilgileri çok eksik olduğundan, bazı müslümanların şübhelendirilmesi ihtimaline binaen cevab vermek gerekiyor.

Gerçi pek çok İslâm alimleri ve müfessirleri, kütüb-ü münzelenin zamanla tahrif edildiklerini isbatlayan eserler neşretmişlerdir. Fakat bu müsbet neşriyatı takib etmek ve anlamak ayrı bir mesele...

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kütüb-ü mukaddese hakkında şu izah ve nakilleri yapar:

“Nass-ı Kur'anla; Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyanın, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a dair verdikleri haberdir. Evet madem o kitablar semavîdirler ve madem o kitab sahibleri enbiyadırlar; elbette ve herhalde onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nur ile ışıklandıran bir zâttan bahsetmeleri, zarurî ve kat'îdir. Evet küçük hâdiseleri haber veren o kitablar, nev'-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ı haber vermemek kabil midir? İşte madem bilbedahe haber verecekler, herhalde ya tekzib edecekler, tâ ki dinlerini tahribden ve kitablarını neshden kurtarsınlar.. veya tasdik edecekler, tâ ki o hakikatlı zât ile, dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzib emaresi hiç bir kitabda yoktur. Öyle ise, tasdik vardır. Madem mutlak bir surette tasdik vardır ve madem şu tasdikin vücudunu iktiza eden kat'î bir illet ve esaslı bir sebeb vardır; biz dahi, o tasdikin vücuduna delalet eden üç hüccet-i katıa ile isbat edeceğiz:

Birinci Hüccet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kur'anın lisanıyla onlara der ki: "Kitablarınızda, benim tasdikim ve evsafım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitablarınız beni tasdik ediyor."

قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرَيةِ فَاتْلُوهَا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ٭ قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَاءَنَا وَاَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ

gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor. "Tevratınızı getiriniz, okuyunuz ve geliniz; biz çoluk ve çocuğumuzu alıp Cenab-ı Hakk'ın dergâhına el açıp, yalancılar aleyhinde lanetle dua edeceğiz!" diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasrani bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inadlı ve hasedli olan kâfirler ve münafık Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilân edeceklerdi. Hem demiş: "Ya yanlışımı bulunuz veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim!" Halbuki bunlar, harbi ve perişaniyeti ve hicreti ihtiyar ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsaydı, onlar kurtulurlardı.

İkinci Hüccet: Tevrat, İncil ve Zebur'un ibareleri; Kur'an gibi i'cazları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan,1 pek çok yabanî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi; hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette o kitablarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hattâ Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur) kütüb-ü sâbıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasara ülemasına isbat ederek, iskât etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh) o kitablardan yüz ondört delil nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. "Risale-i Hamîdiye"de yazmış. O risaleyi de, Manastırlı Merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür.2

Hem pek çok Yahudi üleması ve Nasara üleması, ikrar ve itiraf etmişler ki: "Kitablarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın evsafı yazılıdır." Evet gayr-ı müslim olarak başta meşhur Rum Meliklerinden Hirakl itiraf etmiş, demiş ki: "Evet İsa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan haber veriyor."

Hem Rum Meliki Mukavkis namında Mısır hâkimi ve ülema-i Yehud'un en meşhurlarından İbn-i Suriya ve İbn-i Ahtab ve onun kardeşi Kâ'b Bin Esed ve Zübeyr Bin Bâtıya gibi meşhur ülema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde ikrar etmişler ki: "Evet kitablarımızda O’nun evsafı vardır, O’ndan bahsediyorlar."

Hem Yehud'un meşhur ülemasından ve Nasara'nın meşhur kıssîslerinden, kütüb-ü sâbıkada evsaf-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) gördükten sonra inadı terkedip imana gelenler, evsafını Tevrat ve İncil'de göstermişler ve sair Yahudi ve Nasrani ülemasını onunla ilzam etmişler. Ezcümle, meşhur Abdullah İbn-i Selâm ve Vehb İbn-i Münebbih ve Ebî Yâsir ve Şâmul (ki bu zât, Melik-i Yemen Tübba' zamanında idi. Tübba' nasıl gıyaben ve bi'setten evvel iman getirmiş, Şâmul de öyle.) ve Sa'ye'nin iki oğlu olan Esid ve Sa'lebe ki; İbn-i Heyban denilen bir ârif-i billah bi'setten evvel Benî Nadîr Kabilesine misafir olmuş.قَرِيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هذَا دَارُ هِجْرَتِهِ demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harbettikleri zaman Esid ve Sa'lebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar: وَاللّٰهِ هُوَ الَّذِى عَهَدَ اِلَيْكُمْ فِيهِ ابْنُ هَيْبَان Yani: "İbn-i Heyban'ın haber verdiği zât budur; onunla harbetmeyiniz!" Fakat onlar onları dinlemediler, belalarını buldular.

Hem ülema-i Yehud'dan İbn-i Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ'b-ül Ahbar gibi çok ülema-i Yehud, evsaf-ı Nebeviyeyi kitablarında gördüklerinden, imana gelmişler; sair imana gelmeyenleri de ilzam etmişler.

Hem ülema-i Nasara'dan, bahsi geçen meşhur Buheyra-i Rahib ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Şam tarafına amucasıyla gittiği vakit oniki yaşında idi. Buheyra-i Rahib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş. Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. "Demek aradığım adam orada kalmış!" Sonra adam göndermiş, O’nu da getirtmiş. Ebu Talib'e demiş: "Sen dön Mekke'ye git! Yahudiler hasûddurlar; bunun evsafı Tevrat'ta mezkûrdur; hıyanet ederler."

Hem Nastur-ul Habeşe ve Habeş Reisi olan Necaşî, evsaf-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) kitablarında gördükleri için, beraber iman etmişler.

Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasrani âlimi; evsafını görmüş, iman etmiş; Rumlar içinde ilân etmiş, şehid edilmiş.

Hem Nasrani rüesasından Hâris İbn-i Ebî Şümer-il Gasanî ve Şam'ın büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlya ve Hirakl ve İbn-i Natur ve Cârud gibi meşhur zâtlar, kitablarında evsafını görmüşler ve iman etmişler. Yalnız Hirakl, dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş.

Hem bunlar gibi Selman-ül Farisî, o da evvel nasrani idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın evsafını gördükten sonra, onu arıyordu.

Hem Temim namında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necaşî, hem Habeş nasarası, hem Necran papazları; bütün müttefikan haber veriyorlar ki: "Biz, evsaf-ı Nebeviyeyi kitablarımızda gördük, onun için imana geldik." Mektubat: 162

“İhtar: Muhammed ismi, o kitablarda "Müşeffah" ve "El-Münhamenna" ve "Hımyata" gibi Süryanî isimler suretinde, "Muhammed" manasındaki İbranî isimleriyle gelmiş. Yoksa sarih Muhammed ismi az vardı. Sarih miktarını dahi, hasûd Yahudiler tahrif etmişler.” Mektubat: 166

Daha bunlar gibi göstermek mümkündür. Fakat insaf ehli için bunlar bile fazla gelebilir.

Evet, yukarıdaki nakillerden anlaşıldığı üzere Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in (A.S.M.) son peygamber olarak geleceği ve vasıfları belirtilmişti. O’nun zamanında bulunan ehl-i kitab alimleri, “Hayır, bizim kitabta böyle bir haber yok” demediler ve diyemediler. Bugünkü Tevrat ve İncil’de bu haberler bulunmuyorsa demektir ki, o kitablardan bu haber ve ifadeler çıkarılmış veya tahrif edilmiştir. Bunun başka türlü mantıkî bir izahı olamaz.           

Prens Bismarck (Bismark)'ın Beyanatı:

Sana muasır bir vücud olamadığımdan müteessirim ey Muhammed! (A.S.M.)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitabları tam ve etrafıyla tedkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cem'iyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (A.S.M.) Kur'anı, bu kayıddan âzadedir. Ben Kur'anı her cihetten tedkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (A.S.M.) düşmanları, bu kitab Muhammed'in (A.S.M.) zade-i tab'ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlara göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i te'lif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (A.S.M.)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitab, senin değildir; o lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.”

Prens Bismarck

İşarat-ül İ’caz: 113

Mister John Davenport, "Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim" ünvanlı eserinde Kur'an-ı Kerim'den bahsederken, şu sözleri söylüyor:

“Kur'anın sayısız hususiyetleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir:

1- Zât-ı Kibriya'yı ifade eden âyâtın ahengindeki ulviyettir. Kur'an-ı Kerim, beşerî za'flardan herhangi birisini Zât-ı Kibriya'ya isnaddan münezzehtir.

2- Kur'an -başından sonuna kadar- gayr-ı belig, gayr-ı ahlâkî, yahud terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.

Halbuki bütün bu nakîsalar, Hristiyanların ellerindeki muharref kitab-ı mukaddeste mebzuliyetle vardır.

John Davenport

İşarat-ül İ’caz: 112

 

Müslümanlık, tecessüd ve teslis akidesini reddeder:

“İngiltere'nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon (Edvor Gibon) "Roma İmparatorluğu'nun İnhitat ve Sukutu" adlı eserinde şöyle diyor :

Ganj Nehri ile Bahr-ı Muhit-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur'anı bir kanun-u esasî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur'anın nazarında, satvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur'an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşri' vücuda getirmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlığın esasatı; teslisiyet ve Allah'ın tecessüdiyetini ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Bu mutasavvıfane akideler üç kuvvetli uluhiyetin mevcudiyetini ve Mesih'in Allah'ın oğlu -hâşâ- olduğunu öğretmektedir. Fakat bu akideler, ancak mutaassıb Hristiyanları tatmin edebilir. Halbuki Kur'an bu gibi karışıklıklardan, ibhamlardan âzadedir. Kur'an, Allah'ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofane bir dimağa mâlik olan bir muvahhid, İslâmiyetin nokta-i nazarını kabul etmekte hiç tereddüd etmez. Müslümanlık belki bugünkü inkişaf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.”

Edward Gibbon

İşarat-ül İ’caz:216

Yukarıda tenkid edilen teslis meselesini Kur’an: “Çocuk (İsa A.S.) şöyle dedi: "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." Mealindeki (19:30) ayetinin; ve “İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa -hak söz olarak- budur. Allah'ın bir evlât edinmesi, olur şey değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece "Ol!" der ve hemen olur. (İsa şunu da söyledi:) Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur. Sonra gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler. Büyük güne şahit olunduğu zamanda vay o kâfirlerin haline! Meallerindeki (19:34 ilâ 38) ayetlerinin; ve “Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah'ın resûlüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı "kün: Ol" kelimesi(nin eseri)dir, O'ndan bir ruhtur. (O'nun tarafından gönderilmiş, yahut teyit edilmiş, yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. "(Tanrı) üçtür" demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah'tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesîh ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan geri dururlar. O'na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” mealindeki (4:171, 172) ayetlerinin; ve "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh'dir" diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir (O'na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyle kadirdir.” Mealindeki (5:72, 73, 74, 75) ayetlerinin; ve “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, "Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı bilin" diye sen mi dedin, buyurduğu zaman O, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” Mealindeki (5:116) ayetinin; ve “Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar! (Yahudiler) Allah'ýı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” Mealindeki (9:30, 31) ayetlerinin; ve “O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.” Mealindeki (43:59) Ve benzeri ayetlerinin açık ifade ve beyanlariyle Hz.İsa’ya (A.S.) Allah’ın oğlu ve rububiyet isnad etmekle teslis (üç ilâh) inancına Kur’an, şirk ve küfür der.

Şimdi iddiacılar bu ayetlerin inkârına veya fâsid te’villerle tahrifine gitseler, kütüb-ü semaviyenin tahrif edilmediği iddialarına ters düşerler; aksi halde Kur’anın dediği doğru olup Tevrat ve incil gibi semavî kitabların tahrif edildiği zarurî olduğu ortaya çıkar ve  iddiaları çürür.

2- Peygamberlerin İslâmdaki günahsızlık (ismet) mes’elesine gelince:

Hz. Adem (A.S.) cennete iken peygamber değildi, o dünyaya gönderildikten ve işlediği günahtan dolayı yaptığı tövbesi kabul edildikten sonra dünyada yaşayan insanlara tebliğde bulunmak üzere peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Musa da (A.S.)  öldürme kastı olmadan, yumrukla bir adamın ölümüne sebep olduğu zaman henüz peygamber değildi. Onun peygamberliği bundan sonradır. Mısır’dan ayrılıp Kenan ülkesine geçmiş, evlenmiş ve daha sonra Filistine gitmek üzere yola çıkmış. Tur dağındaki Tuva vadisine gelince ona peygamberlik görevi verilmiştir.

Hz.Muhammed’in (A.S.M) günahtan (hatalarından) tövbesine gelince: Hz.Muhammed (A.S.M) kırk yaşına kadar peygamber değildi. İnsan olmak itibarı ile bilmediği konular da hatalar olabilir. Peygamber olarak günah işlemek demek, Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara karşı gelmek demektir. Hiçbir peygamber böyle bir suç işlemez. Allah’ın açık emri dışında insan olarak bilmeden veya unutarak hata işlemeleri halinde Allah tarafından uyarılırlar ve hatadan dönerler, yani tövbe ederler. Tövbe hatadan dönmek demektir.

Esasen istiğfar, iddiacıların iddia ettikleri ve anladıkları gibi nâkıs bir hal değildir. Belki istiğfar, manevî tekâmül kanunu olup insanın vazife-i asliyesidir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bütün peygamberlere atfen ve bütün insanlığa şâmil manada istiğfarı şöyle anlatır:

“Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za'fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.” Sözler: 540

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَى اللّٰهِ

İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva'-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarına "Estağfirullah" ve "Sübhanallah" ile ilân etmektir.” Mesnevi-i Nuriye: 222

“Evet, eğer senin dünyadaki vazifelerin; Fâtırının rububiyetine, onunla beraber iştirak etmek olsaydı, onunla muamelelerde belki bir münasebettarlık lâzımgelirdi. Lâkin heyhat, sivrisineğin elleri nerede ve şu âlemlerin kametine göre biçilmiş, kesilmiş, mutarrez gömleklerin dokumasına ulaşmak nerede?

Belki senin yaradılışındaki vazifen ve mahiyetindeki istidadının gaye-i kemali ise, mahviyet üzerine tenebbüt eden ve hem mahviyetten başlayıp mahbubiyette nihayet bulan ve şu ikisiyle ancak semere verebilen yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise, rububiyet ve malikiyetin zıddıdır. Demek, burada görünen münasebetsizlik, münasebetin tâ kendisidir. İşte sen, rububiyet ve malikiyetten uzaklığına olan ilminin derecesine göre, bir abd-i mahbub ve merhum olursun.

Hem zıddiyet itibariyle de ubudiyet, rububiyetin bir mir’atı olduğundan; âdeta sahife-i zulmet üstünde huruf-u nuriyenin kitabeti gibi, ne kadar ubudiyetteki mahviyet ademine yaklaşılırsa, o derece Vâcib-ül Vücud’un vücub-ü vücud cilvelerinin meratib-i âliyeleri onun üstünde tezahür edeceklerdir.” Mesnevi-i Nuriye: 387 Mütercim: A.Badıllı.

“İkinci Nükte: İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.

Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin.

Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr ve ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in'amatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin. Demek, namazın ef'al ve akvali, bu manaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlahîden vaz'edilmişler.” Sözler: 41

“Kur'an-ı Hakîm'de Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye davet ediyor. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ emriyle "Eûzü billahi mineşşeytanirracîm" kelimesini siper yapıyor.” Lem’alar: 74

İşte bütün bu beyanlardan anlaşılıyor ki, insaniyetin en büyük vazifesi, Rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyetle mukabele etmektir. Ubudiyetin de mahiyet ve hakikatı, Allah’a karşı naksını ve kusurunu görüp istiğfar etmektir. İşte bu derin hakikatın en üst derecedeki mümessilleri başta Muhammed (A.S.M.) olarak bütün peygamberler ve sonra büyük dinî şahsiyetlerdir.

Halbuki bazı Hristiyan büyükleri şu ifadelere muhatabdırlar:

“Şimdiki Hristiyanlık dini ise; "Velediyet Akidesi"ni kabul ettiği için vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enaniyeti kırmaz, belki Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngiliz'in esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salabetli kalırlar. Çünki gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.” Mektubat: 437

“İslâmiyet der: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ Hem vesait ve esbabı, müessir-i hakikî olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi- birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma'kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz....

Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fena fillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda, ene levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam Hristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.” Hutbe-i Şamiye: 137

Bütün bu hakikatler müvacehesinde Hz. İsa’yı (A.S.) ubudiyet ve istiğfar dışında görmek ve göstermek, O’nu ta’zim değil tenkıstır. O Zât ise böyle nakısiyetlerden müberra olup Rububiyete karşı ubudiyetle bağlıdır.

Netice: Din sahasında isabetli gitmek için ihatalı ilimle beraber iyi niyet ve insaf esastır.

 

1 Evet, Hz. İsa (A.S.) tebliğ ve nasihatlarını İbranice yapmıştır. O’nun ağzından çıkan İbranîce İncil-i Şerif bugün mevcud değildir. Bilinen en eski İncil ise Yunancadır. Yani orijinal değildir. Bu tercüme, aslına ne derece uygun olabilir? !.. Kimbilir İbranîcedeki orijinal terimler Yunancaya aktarılırken nice değişikliklere uğramıştır. Sonra da bu Yunanca İncil, Latinceye tercüme edilmiştir. Bu tecümede de kavram farklılıkları ve değişiklikler söz konusudur.

Ayrıca milattan sonra 325 tarihinde toplanan İznik konsilinde pek çok farklı İnciller incelenmiş, bunlardan dördü kabul edilmiş, diğerleri ise imha ve yasak edilmiştir. Hz. İsa’nın (A.S.) Allah’ın elçisi ve kulu olduğunu ifade eden İnciller ve aynı konsilde bulunan ve tahrifsiz asıl İncilin dediğini müdafaa eden söz sahibi bir hıristiyan bilgin dahi kabul görmemiştir. Bu hususları anlatan bazı bilginler, bu mesele hakkında kitablar neşretmişlerdir. Bu kitablar piyasada vardır, bakılabilir. Bugün elimizde olan ve bir derece asıl İncile uygun düşen Barnabas İncili, gizli tutulan İncillerden biri olup yakın zamanda ortaya çıkarılmıştır. Mevcud dört İncil ise Hz. İsa’dan (A.S.) çok sonra kaleme alınmıştır. En erken yazılanı takriben kırk yıl sonradır. İznik konsilinde bu kadar çok farklı İncillerin ele alınması, tahrif edilmiş İncillerin varlığını isbatlamaktadır. Bu İncillerin sağlam olduklarının isbatı da ancak orijinal İbranîce İncilin bulunup karşılaştırılmasına bağlıdır. Kaldı kii mevcud dört İncil arasında da farklılıklar ve tutarsızlıklar vardır.

2 Risaleinur.online kütüphanesinde Osmanlıca orijinali mevcuttur. (Risaleinur.online)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık