DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

HÜRMET

Hürmet: Müslüman bir cemiyette küçüklerin büyüklere yaş itibariyle veya diyanet, ilim, hamiyet, fedakârlık, dirayet gibi faziletler itibariyle kendinden üstün olana, üstünlüğünü kabul etmenin neticesi olarak kalpde duyulan his ve bu hissin neticesi olarak da o şahsa karşı tavır ve hareketlerindeki edebli davranış diye tarif edilebilir. Buna göre hürmetin hakikatı, kalp ve vicdanda bulunur; fiil ve hareketlerde tezahür eder. O halde yalnız zahiren gösterilen hürmet, ciddiyete sahip değildir. Bu tarz zahiri hürmetler, ya bir adet ve alışkanlık veya hürmet edilen şahsın zararlarından korunma veya bazı menfaatler görme sebeplerine dayanır. Bu hal asrımızda olduğu gibi, bozuk cemiyetlerde daha çok yaygınlaşır. İslam cemiyeti veya cemaatlerinde hakiki hürmet veya hürmetsizlik sebebi, daha çok hürmet edilecek tarafta aranır. Zira samimi hürmet, hürmete lâyık meziyetlerin bulunmasına mütevakkıftır. Bununla beraber vicdanen bozuk veya idoelojik menfi cereyanlara bağlı veya aşırı tarafgirliğe girmiş olanların, kâmil ve fâzıl zatlara hürmetsizlikleri ve aksine olarak da zalim ve fâsık başlarına hürmetleri, doğru yoldan ayrılmış olmaklığın neticesi olup, sabit ve ebedi hak ölçüleri içinde mütalaa edilmez, şahsî ve hissîdir. Bu tarzda müfritane ve ölçüsüz hareket eden Avrupa hayranlarının, müslümanların İslam büyüklerine gösterdikleri hürmeti ifratkârlıkla itham etmelerine karşı Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap veriyor:

“Mutaassıblara hücum eden Avrupa'nın kâselisleri herbiri yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde mutaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh-i Geylanî (K.S) medhinde etse idi, tekfir olunacaktı.” STİ:62

İmanlı olmak şartıyla bir kimsenin iyilikleri fenalıklarından fazla ise, o kimsenin hürmet ve muhabbete lâyık olduğunu ders veren Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer.” L:88

“Meselâ, hürmete lâyık zâtlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevâb-ı uhrevîyi ihsâs eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki, hayatını fedâ etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için hayatını o merhamet yolunda fedâ etmek dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvânât milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlihimmet ve âlicenap insanlar onları hisseder ki, kahramanâne bir vaziyet alıyorlar.

Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.” OL:684

Herşeyde olduğu gibi hürmet mevzuunda şeair manasında fiili dersin ehemmiyeti büyüktür. Yani, ciddi manada ve adab-ı İslamiyeye uygun hürmet eden ve edilen, tatbikatta bulunmalı ve görülmelidir ki, cemiyet hayatında fiili bir ders ve telkin olsun. Mesela, fazilet ve yaşça büyüklere, ahbabına uygun olarak hürmet eden, kendinden küçüğün de kendisine hürmet etmesine; aksi halde hürmet etmiyen de kendisine hürmet edilmemesine fiilen teşvik etmiş oluyor demektir. Böylece cemiyette hürmetsizliğin artmasına vesile olunmuş olur. Mukaddesata hürmette de durum aynıdır.

Ebeveyne karşı çocukların hürmet göstermeleri hakkında Kastamonu Lahikasında şu beyan var:

“Hem peder hem vâlide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a'maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet'te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: "Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?" Şefaat yerinde, şekvacı olur.” K:252

Demek bu asrın bozuk hayatında, ana-babaların terbiyede ve dini hayatın ciddiyetle yaşanmasında büyük eksiklikleri oluyor.

“Evet Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve vâlideler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk'a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneyn'in tahribiyle, Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'anînin tezelzülüyle de Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.” K:149

Ahlakta ve hayatta meydana gelen bu tereddi, giderek dehşetlendi.

İman şuurunun cemiyet hayatında müsibet te’sirleri vardır ki, hakiki insaniyetin temellerini tesbit eder. Küçük bir nümunesi şudur:

“Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle temkin verir. Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak." Aklı başlarına getirir. Zalime der: "Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasen cüz'î ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev'-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın! İşte iman-ı âhiretin binler faidelerinden işaret ettiğimiz beş-altı nümunelerine sairleri kıyas edilse kat'î anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.” Ş:227

“Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.” Ş:593

“Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir bilâhere bolşevikliğe inkılab etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.” Ş:588

Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder.

“Mesela: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdis edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu.

İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı...

Bu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir ayna hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse, Tevhîd-i hakîkiye münâfi olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.” OM:583

“Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i'caz ile revnekdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur'ana çevirmek üç tarîkledir:

1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.” STİ:27

“İstidadları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek tebeddül etmeyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikata girmiş, kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icma'ları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikata açılan ışıklı bir penceredir.

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikata mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi' birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalbler, şems-i hakikata karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a'zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma'ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünki hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber "Âmentü Billah" dediler.” Ş:122

“Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.” Ş:130

“Bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen zâttır ki; onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:

Birincisi: "Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve yerde iken arş-ı a'zamı ve İsrafil'in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A'zam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namıyla şöhretşiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitabsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasının cemaat-ı uzmasının tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.

Demek bu zâtın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz'î değil, belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.” Ş 132

Din ve maneviyat hayatında bazılarının İslam büyüklerine karşı hürmette noksanlıklarının bir sebebinin izah edildiği 29.Mektub’un 4.Telvih’inden birkaç parçası aynen  şöyledir:

“Çok ehl-i velayet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini kutb-u a'zam telakki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: "Kardeşim! Nasılki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î-küllî cilveleri var; öyle de velayetin ve kutbiyetin dahi, öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin a'zam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su, bir küçük denizdir." O zât şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.

Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve "Mehdi olacağım" diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A'zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur: Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a'zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır'ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o makamlara "Makam-ı Hızır", "Makam-ı Üveys", "Makam-ı Mehdiyet" tabir edilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz'î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a'zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes'ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.” M:447

Aynı mes’ele ile alâkalı olarak Tuluat eserinde de şu ifade var:

“Mukteza-yı beşeriyet olan, beyn-es selef cereyan eden tenkidat-ı rakibkârane veya hakperestaneyi, sofestaîcesine bir cerbeze ile, her birinin hakkında başkaların tenkidatını irae edip, eazım-ı ümmet hakkında hürmetsizlik ve emniyetsizliği telkin ederek, o vasıta ile ezhandaki İslâmiyetin kudsiyetini sarsıyor.” STİ:79

Hem bir mü’minin muhabbetini mürşidin şahsi makamına değil, hizmet-i diniyesine bina etmesi gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, bir hatırasını şöyle anlatıyor:

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: "Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a'zam gibi her şeye ıttılaı var." Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: "Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes'elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a'zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin." 1Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.” K:88

Lüzumlu bir açıklama:

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hakkında gösterilen hürmeti fazla görenler, şu hususu bilhassa nazara almalıdırlar: Bu zat, bütün eserlerinde mukni’ delillerle Allah’a dine ve sünnet-i seniyyeye bağlanmaya vesile olmaktadır. Bu nokta-i nazardan böyle zatların şahsiyet-i maneviyelerini göstermede ne kadar gayret gösterilse de ifrat sayılmaz. Çünkü dine bağlanmayı netice veriyor.

Bilhassa halkın dini istifadesini önlemek için, dine muarız cereyanlar böyle mürşid zatlara hücum ederse, o zatı tam müdafa etmek zarureti doğar. Ta ki halk aldatılıp, o zattan istifade imkânını kaybetmesin.

Evet yarım asırdan beri, Bediüzzaman ve Risale-i Nur aleyhinde bilerek veya bilmeyerek mütemadi ve dehşetli tenkid ve propagandalar ile halkı ürkütüp kaçırmak, dini hakikatların öğrenilmesine mani olmak planları tatbik edilmiştir. Bu durum karşısında münsif her müslüman için en azından manen ve kalben bu taarruzu protesto etmek, dini ve vicdani bir vazife olur.

Risale-i Nur ve onun müellifine yapılan haksız hücumlardan vicdan-ı umuminin tepkisinden endişe eden gizli münafıklar, “Bediüzzaman çok medhediliyor” gibi sözlere bazı safdilleri aldatıp onlar vasıtasıyla bu gibi sözleri işaa ettirmekle Bediüzzaman’ı manevi cihadında müdafaasız bırakmak istemişlerdir. Hatta 1948 senesinde Afyon ağır Cezası’nda muhakeme edildikleri zaman, Bediüzzaman’ın fedakâr bir hizmetkârı Zübeyr Gündüzalp müdafaasının bir bölümünde şöyle diyor:

Sayın savcı, "Bediüzzaman'a olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde görülemiyor." dedi.

Doğrudur. Hürmet ve ta'zim büyüklük ve kemalâtın derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin mikdarına göre olduğuna nazaran, Bediüzzaman'ın eserlerinden azîm faideler elde ediliyor ki, ona olan ta'zim ve minnetdarlıklar da görülmemiş bir şekilde oluyor. Yirminci asrın en büyük bir İslâm mütefekkiri ve müellifi olan Bediüzzaman'ı komünist ve masonlar bizlere, bilhassa gençliğimize tanıtmamağa çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslâm milleti ve gençliği, o din kahramanı üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir.” Ş:549

Binaenaleyh böyle ideolojik cereyanların faal olduğu devrelerde, ehl-i dinin gayet müteyakkız bulunmaları gerektir.

Bu cereyanlar mensub oldukları başlarını her vesile ile haksız ve aşırı medih ve propagandalarla ilan ederlerken, insaf ve bitaraflık deyip İslam büyüklerini lâyık oldukları halde müdafaa etmemek çok yanlış olur.

Merhum Mehmed Akif:

Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım

Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım

Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu

İrticanın şu sizin lehçede mânası bu mu?

mısrasıyla bu hakikatı güzel ifade etmiştir.

Hem bir kimseyi Allah için sevip hürmet etmek ile, bizzat şahsı sevip hürmet etmek arasında büyük fark vardır.

كْرِمُوا الْعُلَمَاءَ فَاِنَّهُمْ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ

Meali:”Ulemaya (hürmet ediniz) ikram ediniz. Çünkü ulema, peygamberlerin varisleridir.”

اَكْرِمُوا الْعُلَمَاءَ وَوَقِّرُوهُمْ وَاَحِبُّوا الْمَسَاكِينَ وَجَالِسُوهُمْ وَارْحَمُوا الْاغَنِيَاءَ وَعفُّوا عَنْ اَمْوَالِهِمْ

“Ulemaya ikram ediniz ve onlara hürmet gösteriniz. Miskinleri seviniz, onlarla beraber oturunuz. Zenginlere merhamet ediniz. Onların mallarında da gözünüz olmasın.”

Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur:

“Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen ve bizim büyüklerimizin hakkını bilmeyen kimse, bizden değildir.” (H.G.hadis:437)

Diğer bir rivayette de:

وَقِرُّوا مَنْ تَعَلَّمُونَ مِنْهُ الْعِلْمَ وَوَقِّرُوا مَنْ تُعَلِّمُونَهُ الْعِلْمَ

Kendisinden ilim tashil ettiğiniz zata tazim ediniz; kendisine ilim öğrettiğiniz kimseye de ihtiramda bulununuz.” Buyurulmuştur.” (H:G:hadis: 481)

Hürmete layık büyüklere hürmet etmeyi ifade eden bir rivayet de mealen şöyledir:

“Nebiyy-i Ekrem (A.S.M) buyurdu ki: Rü’yamda kendimi bir misvak ile dişlerimi bir misvak ile dişlerimi  ovar gördüm. Yanıma biri diğerinden yaşlı iki kişi geldi, misvağı küçüğüne uzattım. Bana: “Büyüğüne ver” denildi. (Bunu diyen Cebrail (A.S.)dır.) Bende büyüğüne verdim.” (S.B.M. 182 hadis meali)

Hürmete lâyık muhteremler olduğu gibi, hürmete lâyık olmayanlarda vardır. Ezcümle bir hadiste şöyle buyurulur.

ثَﻻَثَةٌ ﻻَحُرْمَةَ لَهُمْ فَاسِقٌ مُعْلِنٌ بِفِسْقِهِ وَصَاحِبُ هَوًى وَسُلْطَانٌ جَائِرٌ

Yani üç kişiye hürmet yapılmaz. Fıskı açık işleyen fâsık, hevasına uyan kişi, zâlim hükümdar.” (R.E.sh.267)

“–O halde ne için hakaret ettiler?

–Hâyır, affetsinler ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.

–Mukaddesat ne emrediyormuş?

–Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.” Ş:524

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

مَنْ وَقَّرَ صَاحِبٌ بِدْعَةٍ فَقَدْ اَعَانَ عَلَى هَدْمِ اْﻻِسْﻻَمِ

Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslam’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.”

Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’atlar çabuk intişar eder ve dini ve manevi hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hatta cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasıflarından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiili bir programda olan Avrupai hayat tarzını takip edip, moda ve fantaziye yoluna sapmanın vehametini görüp, endişe etmemek mümkün değildir. Zira bunun neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır.

S.M.53. kitab-üz zühd 14. Babı, gurur veye enaniyeti tahrik edici veya övünmeyi sevenleri medihten nehyeder.

Beşeri münasebetlerde hürmet cari olduğu gibi, mukaddesata da hürmet vardır. Ezcümle bir ayette (22:30) şöyle buyurulur.

وَمَنْ يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللّٰهِ Her kim de Allahın hürmetlerine tanzim ederse yani Allah’ın makamına, emirlerine, nehiylerine ve Beyt-i Haram, Beled-i Haram, Meş’ar-i Haram, Şehr-i Haram ve saire gibi muhterem kıldığı şeylere rihayetin vücubunu bilerek ve mûcebince amel ederek ihtiram ederse,  فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۜ Rabbi indinde o onun için hayırdır.” E.T. 3401

Dinimizde hürmete çok ehemmiyet verilmiştir. Hürmet ve âdab kaideleri içinde yaşayan insanın manevi şahsiyeti teali eder, kemal bulur.   

 

1  Çünki sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık