DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

KÂİNAT

Bu kelime, yaratılan varlıkların bütününü ifade eder. Eserlerden eser sahibini bilmek olan kaide-i Kur’aniye ile kâinat, Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarını bildiren bir kitab gibidir. Bunun içindir ki külliyatta kitab-ı kâinat tabiri çokça geçer. Mesela:

“Hâlık-ı Âlem’i bize tarif ve ilân eden deliller ve bürhanlar, lâyüadd ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu “kitab-ı kebir-i kâinat”tır.

İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır.” Ms:21

“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.” S:33

“Güya Kur’an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’an, kâinat kitabının kıraatıdır ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor.” L:128   gibi pek çok beyanlar vardır.

Evet, kâinata mana-i harfî, yani nazar-ı Kur’an ile bakılınca görünen hakikatını anlatan Hz. Üstad şu bilgiyi veriyor:

“Evet Kur'an-ı Hakîm, şu Kur'an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan'dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir.1 Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata "mana-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni' hesabına bakar, "Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor" der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış.2 Şu kitab-ı kebirin hurufatına "mana-yı harfî" ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip "mana-yı ismî" ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapılmış"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir... S:131

Yani mü’minler kâinata mezkûr anlayışla bakmakla mükelleftir. Aksi halde mü’min, düşünce istikametini bulamaz ve hakiki ehl-i tevhid sıfatını kazanamaz. Bu husus çok ehemmiyetlidir, dikkat edilmeli.

İmam-ı Ali’nin (R.A.) işarî bir ihbarını Hz. Üstad şöyle izah eder:

Eğer desen: "Acaba neden Kur'an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için... Hem, geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur'an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek mevcudata kendileri için değil, belki mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitab ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mademki Kur'an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mademki Kur'an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki; lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir. S:243

Mezkûr manadaki kâinata bakış, “…cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i'dama mahkûm zannedip, "Lâ mevcude illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meşhude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki i'damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur'an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol bulmaktır. S:479

“Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.

Nitekim Muhyiddin-i Arabî, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.” İ:17

Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur. Ms:199

“Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir

Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...

Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san’at noktasında “ne güzeldir” yerine “ne güzel yapmış Sani’, nasıl yapmış o mâhi”

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigahı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...” S:723

Keza, “Kur'an mevcudatın ahvalinden ancak Hâlıkları için bahseder. Mevcudatın zâtlarına ait değildir. Bu itibarla Kur'anca en mühim, kâinatın Hâlık'a nâzır olan ahvalidir. Fen ise, Hâlık'ı işe katmıyor. Kâinatın ahvalinden bizâtiha bahsediyor. Ve keza Kur'an bütün insanlara hitab eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki, tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fenciler ile konuşur. Avamı nazara almıyor. Avam taklidde kalıyor. Bu itibarla fennin tafsilâtını ihmal veya ibham, maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Ms:233

Sual: İnsan, Arz'a nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev'ine nisbeten bir zerredir; nev'i de, sair ortakları bulunan enva' içinde bir zerre gibidir. Ve keza aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahîdeki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?

Cevab: Evet zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidadların meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir. Ve keza istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz'iyatına nisbeti gibidir. Nasılki bir küllî bütün cüz'iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz'iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arz'dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arz'da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün enva'a bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin faideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir. İ:101

Kur'an-ı Kerim'de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni', nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur'an-ı Kerim'in kâinattan yaptığı bahis tebaîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünki Kur'an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san'at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu'cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni' ve Nazzam-ı Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san'at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik mademki Kur'anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes'elesi, o hissiyata kasden delalet etmek için değildir. İ:118

S: Kâinat ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle tegayyüratlı, inkılablı, mâil-i inhidam bir surette yaratılıp, bilâhere tahribden sonra ebediyete kabil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mı idi?

C: Vakta ki Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidadlarının neşv ü nemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi' tuttu, zararları menfaatlara kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem' etti; hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tegayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi' tuttu.

Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sâni'-i Hakîm inayetiyle, birbiriyle karışık yoğurduğu zıdları tasfiye eder, içlerinden tegayyürü doğuran esbabı ayırır ve ihtilaf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem ebede elverişli olarak metin ve kavî bir cisimle teşekkül ederek, !:­+@«B²8!«:   hitabına hedef olur. Cennet ise esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecelli eder ve münceli olur. Evet gerek Cehennem'i, gerek Cennet'i teşkil eden ecza ve maddeler arasında münasebet vardır, zıddiyet yoktur. Münasebet intizamın şartıdır, nizam da devama sebebdir. Ve keza bu iki menzilin halkı da ebedî oldukları için vücudlarını teşkil eden ecza, tegayyüre maruz değildir. Çünki dünyadaki cisimlerinin terkib ve tahlilleri arasında müvazene yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilale yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları arasında tam manasıyla müvazene vardır ki; inhilale mahal kalmaz. İ:143

 

1 “Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur’a ve bilhassa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hasiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu(*) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad getirmek hizmetinde hârika bir emirber nefer olarak Âyet-ül Kübra Risalesi’ni İmam-ı Ali (R.A.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.

(*) Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.” K:54

2 Zamanımızda mekteblerde okutulan derslerin durumu hatırlatılıyor. Tabiat ve esbab şirkine kuvvetli bir ikazdır.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık