بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
KİTAB
Bazı ansiklopedilerin verdikleri bilgiye göre kitab, belli bir nizam içinde bir araya getirilen sözler toplamına verilen addır. Kendisinden türediği ketebe fiilinin masdarı olan “el-ketb”, bir deriyi diğer bir deriye bağlamayı ifade eder. Harf ve seslerin birbirine bağlanarak bir bütün meydana getirmeleri sebebiyle sözler toplamına kitap denilmiştir. Genelde sözlerin yazıya geçirilmiş toplamına kitab deniliyor.
Kitab kelimesi Kur'an'da peygamberlere gönderilen vahyin ve bu vahiyler toplamının genel adı olarak da kullanılır.
Bülüğ-ül Meram eserinde şu tarif var: “Lügat manasiyle kitab: Harfleri toplamak demektir. Sonra masdardan mef'ül kasd edilerek toplanmış şeylere “Kitab” denilmiş ve isim olmuştur.”
Şualar eserinde Hz. Üstad diyor ki:
“Ben şimdi Celcelutiye'yi okurken, بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَ سَائِلٍ cümlesinde Risale-i Kader'e işaret eden yirmialtıncı mertebede, ثُمَّ نُونْ Suresi Kader Sözüyle münasebeti nedir, kalbime gelmesi ânında ihtar edildi. O surenin başını okurken gördüm ki, ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ âyeti bütün kalemlerin ve tastir ve kitabetlerin aslı, esası, ezelî me'hazı ve sermedî üstadı kaderin kalemi ve Nur ve ilm-i ezelînin nuruna işaret eden ن kelimesidir. Demek وَالذَّارِيَاتِ Zerrat Risalesi'ne işareti gibi kuvvetli bir münasebetle, ن kelimesi Risale-i Kader'e kuvvetli işaretle bakar.” Ş:519
Bazı müfessirler – ( ن ) için mürekkeb hokkası, kalem ise yazı aleti, ayetin devamına da yazmak ve yazanlar diye mana verirler. Ayette yemin edilmesinden de bu üç hakikatın ehemmiyetine dikkat çekildiği ve kâinat kitabının dahi ilm-i ezelinin hikmet mürekkebi ile yazıldığı gibi manalar anlaşılıyor. Beşer alemindeki bütün yazıların bu kâinat kitabından alınıp yazıldıklarını ve kaderin de kitab-ı kâinattaki hakikatlar olduğu ihsas ediliyor.
Nazarları kitablardan Kur’ana çevirmek hakkında Hz.Üstad diyor ki:
“Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i'caz ile revnekdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur'ana çevirmek üç tarîkledir:
1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur'anı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; "Muvatta", "Fıkh-ı Ekber" gibi.
Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'anı anlamak ve Kur'anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur'anı gösterip, Kur'anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş'et eder.1
Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.
Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur'ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı”. STİ:26
“Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar vema'kes olduklarını bilmek lâzımdır.”L:135 hakikatı hatırlatılıyor.
Vehbiyete dayandığından, asrın fitnesine karşı tek çare olan Risale-i Nur’dan, nazarları sinsice harice, yani başka kitablara dağıtan nifak cereyanının hulûl planına ve hizmet diyerek yapılan telkinlerine karşı ehemmiyetli bir ikaz:
“O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: "Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur'a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir." gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur'a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar. Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki, bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur'a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksatlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hâsıl ediyor. Fesübhanallah... Hattâ öyle Nur Talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebep olarak da- münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına Dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur'a vakfediyor.. ve üstadımızın dediği gibi diyorlar: "Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır." T:690
Risale-i Nur kitablarının kesbiyete dayanan kitablara nisbetle sahib olduğu üstün meziyeti hakkında şu izah veriliyor:
“Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a'lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” K:11
Hz. Üstadın, asrın fitnesine karşı tek çare olan vehbî eserlere, yani müceddidiyete nazarları çeviren nazikane bir izahı:
“Yedinci İşaret yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: "Senin eski zamandaki 2 müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?
Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?” M:441
Evet, sonsuz İlm-i İlahîden gelen şeri’attaki hidayetin istiklaliyeti var, beşerî ilme muhtac değil. Çünkü ezel ve ebedi ihata eden ilm-i İlahînin, dünyadan ebedî alemlere ve esma-i İlahiyenin hikmet ve iktizalarına bakan ahkâm-ı şer’iyenin maksadlarını, beşerî ilim ve hatta kesbî ilim, vehbî ilim gibi bilemez. Onun için, Nur dairesinde müctehidler de olsalar, Risale-i Nur’a tabi olmaları gerektiğini anlatan şu beyana dikkat gerek:
“Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."M:426
Hem şeriatın beşerî ilimlere karşı istiklaliyeti, yani muhtaç olmadığı dahi şöyle ifade ediliyor:
“Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tabi' olmaz.” Sti:47
Yani kesbî ilim, vehbî ilme ortak olamaz. Bu hüküm daha çok müceddidiyet dairesinin içinde olanlara bakar. Mesela,
“Diyorlar: "Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî'yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor." İşte bu acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki: "Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.” K:182
Evet, “Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ مَنْ قَالَ و لِمَنْ قَالَ و لِمَا قَالَ و فِيمَا قَالَ yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir.” Ko:22
Bu hitab ve ikazlara daha çok, Nurun hâlis ve sâdık şakirdleri muhatabdırlar.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.