DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

KÜLL

Hep,  bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen bir bütün. Lûgat-ı Remzî şöyle der: Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. Bu kelime, Risalelerde mana ortaklığı ile ele alınınca:

Her zaman ve her mekânda bulunabilene küll veya küllî; cüz’ ise, küllün mukabili olup bir zaman ve mekânda olan veya bulunan manasında kullanılır. Küll, aynı hususiyetlere sahib olan parçalarından yapılır gibi manalarda kullanılır. Mesela:

“Evet külliyatı ve semavatı ve arzı halkeden kimse, semavat ve arzda olan cüz'iyatı ve efrad-ı zîhayatiyeyi halkeden elbette yine odur ve ondan başka olamaz. Çünki o küçük cüz'iyat; o külliyatın meyveleri, çekirdekleri, misal-i musaggarlarıdır.” M:250

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki' gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.” M:95

Evet, Hz. Mehdiyi haber veren rivayetin zımnında ve mana-yı küllisinde mezkûr hikmetler gibi maksadlar da vardır. Bu hikmetlerin varlığını asrın imamı bildirir ve bildiriyor.

Ayetlerin mana-yı küllî ve cüziyatları mes’eleleri:

Kur'an-ı Hakîm'in cümleleri, birer manaya münhasır değil, belki nev'-i beşerin umum tabakatına hitab olduğu için, her tabakaya karşı birer manayı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan manalar, o küllî kaidenin cüz'iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz'ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline veyahut meşrebine istinad edip, bir manayı tercih ediyor. İşte bunda dahi bir taife, o adede muvafık bir mana keşfetmiş.” M:328

Yani ayetler, zaman ve mekânca muhtelif insan tabakalarına hitab olduğundan, muhatabların anlayış derecelerine uygun mana cüziyatlarına sahibdir diye burada bilgi veriliyor.

“Evet Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye çok muhtaç olduğumuz hengâmda, manevî bir ihtarla: "Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahid getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu mes'elede söz sahibi Kur'andır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur'andan istimdad eyledim. Birden otuzüç âyetin mana-yı sarihinin teferruatı nev'indeki tabakattan mana-yı işarî tabakasından (ve o mana-yı işarî külliyetinde dâhil) bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve dühûlüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatıma hiçbir şek ve şübhe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mana-yı sarihi budur. Tâ hocalar فِيهِ نَظَرٌ desin. Hem dememişiz ki mana-yı işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işarî ve remzîdir. Ve o mana-yı işarî de bir küllîdir, her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferddir ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ülema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'anın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i'caz ve belâgatına hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın nihayetsiz işarat-ı Kur'aniyeden hadd ü hesaba gelmeyen istihraclarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.” Ş:682

İhtar: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil belki herbir âyetin mana-yı küllîsindeki cüz'iyat-ı kesîresinden bir cüz'î ferdi Risale-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i maneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti teyiden ve ona binaen hususî ona bakar demektir.” Ş:698 

“Bir tabakanın mana-yı işarîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet ben, Risalet-ün Nur'un has şakirdlerini işhad ederek derim:

Risalet-ün Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan başka mercii yoktur. Te'lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur'anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” Ş:711

“Bir âyetin mana-yı işarîsinin külliyetinden bir ferdi, Hürriyetten bu âna kadardır. Teşrin-i sâni otuzuncu gün, bin üçyüz ellisekizde (1358),1 Karadağ başına çıkıyordum. "İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?" hatıra geldi. Birden, her müşkilimi halleden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, Sure-i Ve'l-Asrı'yı karşıma çıkardı. Dedi: "Bak!" Baktım. Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan وَ الْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetindeki  اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324)2 edip, hürriyet inkılabıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî'nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ  âyetinin bu asra dahi bir hakikatı, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem'a-i i'cazını gösteriyor.

اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âhirdeki  ت , هـ ; sayılır, şedde sayılır ise) makam-ı cifrîsi bin üçyüz ellisekiz ve dokuz (1358-1359) olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus manevî hasaretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi, iman ve a’mal-i sâliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yegânesi küfr ü küfran, şükürsüzlük yani imansızlık, fısk u sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i  وَ الْعَصْرِ  nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikın hazinesi olduğunu tasdik ederek, Cenab-ı Hakk’a şükrettik.

Evet Âlem-i İslâm’ın, bu asrın en büyük hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumî’den kurtulmasının sebebi: Kur’andan gelen iman ve a’mal-i sâliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri; ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de, zekat yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi; اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا  kelime-i kudsiyesinin hakikatını fevkalâde bir surette yüzbin insanın kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatları isbat eder. K:204

“İ'lem Eyyühel-Aziz! (Ey aziz kardeşim bil ki) Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz'ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ: Bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzım ise, bir semerenin vücuduna da lâzımdır. Öyle ise, semerenin Hâlıkı, şecerenin de Hâlıkı o oluyor. Hattâ arzın ve şecere-i hilkatin de Hâlıkı, o Hâlık olacaktır.” Ms:85

Burada küll şecere, cüz’de semeresi oluyor.

“İ'lem Eyyühel-Aziz! Halk-ı eşya hakkında "mûcibe-i külliye" sadık olmadığı takdirde "sâlibe-i külliye" sadık olur. Yani ya bütün eşyanın hâlıkı Allah'tır veya Allah hiç bir şeyin hâlıkı değildir. Çünki eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir külldür, baziyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veya sâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhî hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh edna bir şeyde Hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.” Ms:183

إعلم Ey kardeş bil ki! Kesretin sonu vahdet olup, ona incirar eder. Evet, Cüz’, küllün enmuzeci olmak cihetiyle; ağacın kesreti, bir semerenin vahdetinde toplanmaktadır. Şu halde küll, küllî.. cüz’ de cüz’î gibi oluyor. Evet feza-yı vasiada inbisat edip yayılan güneşin ziyası gibi ki, o ziyanın her bir zerresi güneşin temasilinden bir timsalini tazammun etmekle; adeta havada titreşen her bir zerre birer güneşcik gibi iken, (meselâ) güneşin ziyasıyla ittisal peyda ederek, adeta hep ziya kesilmiţler.

Öyle de : وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى ezelî olan bir Nur-ul Envar olan zatın esmasının tecellisi de öyledir ki; esmaullahın herbirisinin tecellisi temsildeki gibi iki vechile görünüyorlar. Yani biri küll, diğeri küllî…” BMs:241

إعلم Ey bazı fezail-i a’mal hakkında vürûd eden rivayetler hakkında mübalağa tevehhümüne düşen adam bil ki; meselâ bazı rivayetler vardır ki, diyor: “Kim şu ameli böyle işlerse, ins ve cinnin sevabı kadar ona sevab verilecek.” Hattâ, bu yüzden bazıları demişler ki: “Bu gibi hadîslerden murad, yalnız tergib ve teşviktir.” Ve bazısı da “sevabın mutlak çokluğu muraddır” demişler.

Fakat (geçen derslerde de geçtiği gibi,) bana inkişaf eden şudur: Bu gibi müteşabihattaki kaziye mutlakadır, vaktiyyedir. (Yani mutlak olup, bazı evkata mahsustur.) Bazı vakitlerde ve bazı ferdlerde o hükmün tek bir ferdine rastlansa, o gibi rivayetin doğruluğu için kâfidir. Yoksa o gibi kaziyeler, daimî ve küllî değillerdir. Çünkü o gibi rivayetlerdeki hakikatın doğruluk ve sıhhati için (Burada) zikredilmemiş bazı maruf şartlar vardır. Şayet o kaziyeler külliye dahi olsalar, ancak mümkin birer kaziye olabilirler. Hem dahi o kaziyeler, ihlas ve kabulün kayıd ve şartlarına bağlı olduğundan daimî olamazlar.

........Ve keza, Cenab-ı Allah’a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes’eleyi, Mantık ilminin bir mes’elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:

Küllî-i zi-l cüz’iyat ile küll-ü zi-l cüz’ (tâbiri diğerle “küllî-i zû cüz’iyat ile küll-ü zû ecza”) arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, “Cüz’iyata sahib olan küllî ile, cüz’lere malik küllün” arasındaki farktır.

İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî’ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem’in cem’idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz’ içinde cüz’î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.” BMs:479

Buraya kadar nakledilen parçaların bir hülasası ve küll ile küllînin, cüz’ ve cüz’înin farkları hakkında denilebilir ki:

Güneşin yedi rengi, ışığı ve hararetiyle beraber umumî ve kürevî tecellisi, küll; herbir parlak şeylerdeki aynı hususiyetleriyle yani küll’ün efradı olarak bulunan tecellileri ise, küllîdir. Diğer bir ifade ile: küll’ün kendi hususiyetlerine sahip cüz’leri vardır. Küllînin kendi cinsinden olan ferdleri vardır. Keza, Güneşin feza alemindeki tecellisi küll; aynı hususiyetleriyle parlak şeylere tecellisi ise küllîdir. Veya insan veya hayvan vücudu küll ise, vücudunun hususiyetlerine sahip olan her bir hücre küllîdir.

 

1 Miladî: 1942 Nâşir

2 Miladî: 1908

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık