بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
MAARİF
(Bakınız: Kitab-ı Kâinatı Okumak Mesleği derlemesi)
Bu kelime, irfan kelimesinden alınıp, bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal manalarına gelir.
Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. * Bir memleketin tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
Şimdi bu ta’bire Külliyattan bakılacak:
“Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki, وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev’-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.” S:246
Demek, Kur’andan gelen maarif, mücmelen ve ilk olarak ilk peygambere verilmiştir diye mana-yı harfi ile verilen ve Kur’anda ilk (oku) emrinin geldiği ikra suresine muvafık olarak bu maarifin ehemmiyetine dikkat çekiliyor. Çünkü İkra suresinde Allah’ın ismi ile, yani mana-yı harfi ile okumak şart koşuluyor. Halbuki ahirzaman cereyanı, esbab şirkine yol açan mana-yı ismî ile maarifi yürütüyor.(Bakınız: Tahsil Hayatı derlemesi) Onun için Hz. Üstad bu meseleye dikkat çeken şu rivayeti nakleder:
“Yedinci Mes’ele: Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi’ olacaklar.”
Vel’ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.” Ş:585
Keza Hz. Üstad çocuklara hitaben diyor:
“Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faidesi bir ise; ebedî hayatta Kur’an ve Kur’anın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.” E:238
“Âyât-ı Kur’aniye, emir ve nehy, va’d ve vaîd, tergib ve terhib, zecr ve irşad, kısas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla câmi’ olmakla beraber, خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yani, “İstediğin herşey için Kur’andan her ne istersen al” ifade ettiği mana, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünki daima terakkiyatta kat’-ı meratib eden bütün tabakat-ı ehl-i kemalin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.” S:398
“Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususî müteveccihtir, hitab ediyor. Evet bütün benî-Âdeme bütün tabakatıyla en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nurani fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’an ise, her nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecata göre herbiri, Kur’anın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatın çok nümunelerini zikretmişiz.
“Kur’an-ı Hakîm’in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir bürhan ve i’cazına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini, bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip müvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliye-i İlahiyenin müvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş. Hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i müvazene ile cem’etmiştir. İşte şu muhafaza ve müvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyyen beşerin eserinde mevcud değil ve eazım-ı insaniyenin netaic-i efkârında bulunmuyor. Ne, melekûte geçen evliyaların eserinde; ne, umûrun bâtınlarına geçen İşrakiyyunun kitablarında; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksim-ül a’mal hükmünde herbir kısmı hakikatın şecere-i uzmasından yalnız bir-iki dalına yapışıyor. Yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor. Evet hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin. Kur’andan başka çendan Kur’andan da ders alıyorlar, fakat hakikat-ı külliyenin, cüz’î zihniyle yalnız bir-iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikın müvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder.” S:439
“Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir
Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...
Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san’at noktasında “ne güzeldir” yerine “ne güzel yapmış Sani’, nasıl yapmış o mâhi”
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigahı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...” S:723
“Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi’ olacaklar.”
Vel’ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.” Ş:585
Yani süfyaniyet cereyanı, bilhassa gençleri ifsad etmek için maarife, yani müştehat çağında ve tesettürsüz olan kız ve erkeklerin mektebe gitmelerini ve ihtilat halinde olmalarını kanunî mecburiyete bağlar diye Peygamberimiz (A.S.M.) bu hadis-i şerifiyle ümmetini ikaz ediyor.
Herkese ve daha çok doktorlara bakan bir ikaz:
“Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşâallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar. Hem bilirsin, me’yus ve ümidsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfi’dir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabib, o bîçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçarelere medar-ı teselli eder, nurlu bir tabib yapar. Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak’tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelal’in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymetdar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.” B:67
Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin.
Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından neş’et ve istibdad sümûmu ile teneffüs eden, zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aks-ül amel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.” H:92
Bu dersi indirmek için tıklayınız.