بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Mİ’RAC
Merdiven, süllem. Yükselecek yer. En yüksek makam. Huzur-u İlahî, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ruhen, cismen müşerref olması mu’cizesi ki, en büyük mu’cizelerinden birisidir.
Mu’cize-i Mi’racın mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, ondan Beyt-ül Makdis’in tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:
“Mi’rac gecesinin sabahında, Mi’racını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: “Eğer Beyt-ül Makdis’e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis’in kapılarını ve duvarlarını ve ahvalini bize tarif et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman ediyor ki:
“Onların tekziblerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana gösterdi; ben de Beyt-ü Makdis’e bakıyorum, birer birer herşeyi tarif ediyordum”1 İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül Makdis’den doğru ve tam haber veriyor..”
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm; kafileniz yarın filan vakitte gelecek. Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani Arz, onun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tatil etmiştir ve o tatili, Güneş’in sükûnetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir tek sözünün tasdiki için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şahid olur. Böyle bir zatı tasdik etmiyen ve emrini tutmıyanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا , diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla.” M:180
Mirac hakkındaki mezkûr âyetleri tefsir eden Sözler mecmuasının Otuzbirinci Söz’ünden bazı kısımları nakletmekle, tafsilatını aynı Söz’e havale ederiz:
“Hakikat-ı Mi’rac nedir?
Elcevab: Zat-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) meratib-i kemalatta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalat-ı insaniyeyi cami’, hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı rububiyetin dellalı ve Marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamer-vari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek, ta Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış. Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.” S:567
Evet bu “Saray-ı âlemi, kendi kemalat ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sani-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zişuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellal ve Marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.” S:574
“Mi’racın semeratı ve faydası nedir?
Elcevab: Şu şecere-i tuba-i maneviye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz
Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fani ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsi mektubat-ı Samedaniye, güzel ayine-i cemal-i Zat-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zişuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fani, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i camiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bakiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.
İkinci Meyve: Sani-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak-esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki: Herkes, büyükçe bir veliyy-i ni’met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der. Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal ve kemalat, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet beşer, Kamer’deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Malik-ül Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında pervaz eder. Küre-i Arz, Pervane gibi Şems’in etrafında uçar. Şems, binler lambalar içinde bir lambadır ki; o Malik-ül Mülk-ü Zülcelal’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zatı kemal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcelal’in rahmetinin baki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zicemal, zikemal, ziihsan bir zatı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız birdefa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali Velkemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zişuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki adi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Halbuki fani âciz bir hayvan-ı natık, zeval ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden ebedî, baki bir Cennet’te, Rahim ve Kerim bir Rahman’ı rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.” S:581-583
“Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid’in Mi’raciye bahsinde zikredilen maceralar, ulvi hakikatlara işaret eden birer ihtar ve kinaye ifadelerdir. Evet “Mi’raciyedeki maceralar, malumumuz olan manalarla, o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır ve kabil-i tabir olmıyan bazı manalara, birer kinayedir. Yoksa malumumuz olan manalar ile bir macera değil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş’e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasıl Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de: şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor; muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise şu tabiratı, müteşabihat nev’inden tutup deriz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir surette muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki, mi’raciye mecarasıyla onu ihtar ediyor.” M:305
Sual: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vacib-ül Vücud, mekândan münezzehtir; herşeye, herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?
Elcevab: Otuzbirinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:
Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki güneş; elimizdeki ayine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle ayinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil; Şems-i Ezelî, her şeye herşeyden daha yakındır. Çünki Vacib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır.
İşte Mi’racın uzun mesafesiyle, وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve an-ı vahidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Mi’racı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet, nasılki seyr ü sülûk-ü ruhanî ile kırk günden, ta kırk seneye kadar bir terakki ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.
Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyle, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-ı imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-ı imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı bil’âhireti aynel yakin gözüyle müşahede etmiş. Cennete girmiş Saadet-i ebediyeyi görmüş. O mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.” M:306
1 S.B.M. hadis: l550 ve S.M. ci: l shf: 235 hadis: 276,278
Bu dersi indirmek için tıklayınız.