DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

MÜCEDDİDİYETİN MAHİYETİ

Bir dinî tabir olan müceddidin kısa bir tarifi şöyledir: İslam cemiyetinde çıkan bozuk düşünceleri ve yaşayışı İslam hayatına uygun olarak yenileyen ve canlandıran asrın en büyük şahsiyetidir. Me’haz:

“Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları: اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” B:163

Şu beş on sene içinde müceddidlik ve Mehdilik mevzuunda neşredilmiş bazı kitablarda, Mehdiyete ait müteşabih hadîsler, zâhir mânalarıyla ele alınıp Mehdi’nin siyasî ve dinî lider olacağı fikri nazara veriliyor. Halbuki istikbaliyat ve âhirzaman alâmetleri hakkında gelen ehadis-i şerifenin ekserisi Müteşabihat nevinden olduğundan hakikî mânalarını herkes bilemiyeceği gibi, onların tercümelerinden anlaşılan zâhir mâna dahi hakikî maksadı ifade etmez. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle izah eder:

“Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur'aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler.” Ş:578

Demek böyle müteşabih hadislerin rusuhiyet sahibi olan zatlar doğru tevillerini görebilirler. Böyle tevillere kendilerini alim zanneden bazılarının el atmamaları gerekiyor.

Bediüzzaman Hazretleri Mehdi ve Süfyan gibi şahısların açık bildirilmemesindeki hikmeti şöyle izah eder:

“Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.

Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi1 tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler.

Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.” S:343

Çünkü ileride ve herkesçe gözle görülecek kıyamet alemetinin bedihi olamayacağını Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder:

“Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur'aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, Güneş'in mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır; daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.” Ş:579

Bediüzzaman Hazretleri en büyük ve en birinci vazifeyi, yani siyasetlerin üstünde manevî iman hizmetini nazara verir. Risale-i Nur’un has şakirdleri de bu vazifeyi ve düsturlarını esas alırlar ve kıyamete kadar değiştirmezler. Düsturların değişmemesi hakkında Hizmet Rehberi Mukaddemesinde şu kayıd var:

Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-i imâniyedir; zaman ve zemine göre değişmez, ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikin ders ve taliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, îkaz, teşvik ve tergîbi tazammun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilatlarını giderirler.” Hizmet Rehberi:9

Bu kısımda nazara verilen netice, hizmet dairesindeki düsturların kıyamete kadar değişmeyeceğidir. Evet kesbî ilim, vehbî ilime tasarruf edemez.

Tecdit hareketi cemiyette fikrî ve amelî sahada zuhur eder; yaygınlaşan bid’atların izalesine, sünnet ve şeâirin ihyasına çok ehemmiyet verir. Fikren olduğu kadar fiilen de bid’adlardan kaçar ve sünneti yaşıyarak ihya etmeye çalışır ve takvayı esas alır. Bu husus müceddidiyetin ehemmiyetli bir vasfını teşkil eder. Yani ehl-i sefahetle iç içe yaşayıp bid’alara müsamaha gösterenler müceddidiyet dairesinin yani haslar dairesinin elemanı olamazlar.

Dinî bir şahsiyetin Mehdilik ve müceddidlik makamına sahib olduğunun kanaatı için o zatın yüksek bir ilim ve kemalât sahibi olması gerektiği gibi, aynı zamanda asrında zuhur eden muannidane ve nifakkârane şer cereyanının manevî tahribatına karşı tam bir fedakârlık ve cesaretle tamire çalışması ve nifak cereyanının mahiyetini izhar etmesi de lâzımdır. Böylece bu zatın vazifedar bir şahsiyet olduğu kanaatı hasıl olur.

Bazı çevreler ve bir kısım avam-ı mü’minin, Mehdinin siyasî hâkimiyete sahib bir lider olduğunu tasavvur ederler. Hakıkat nazarında ise Mehdinin asıl vazifesi, hakaik-i imaniyeyi vehbî ilmi ile keşf u izhar ve neşretmekle, asrın küfür ve dalâleti karşısında imanı kurtarmaktır.

Âlim ve fazıl bir Nur şakirdinin, Bediüzzaman Hazretlerine yazdığı mektubun son kısmındaki Mehdiyete bakan anlayışı nazara verilip, bu tarz anlayışları düzeltmek için şu cevab veriliyor:

“Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sadık'ın haber verdiği "Manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah'a şükrederiz.” K:107

Bu kısımda geçen hayatın geniş dairesi, içtimaî ve siyasî dairedir ve Mehdiyetin ikinci ve üçüncü vazifesi olup ittihad-ı İslâmın kuvvetine dayanır. Mezkûr birinci vazifeye nisbeten bu geniş daire ikinci, üçüncü derecededir.

Bu mesele ile alakalı olarak Hz. üstad diyor ki:

“Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan ü şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir.” E:267

Yine aynı meseleyi te’yiden Hz. Üstad Bediüzzaman der ki:

“Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” K:189

Risale-i Nur mesleğine dar ve geniş daireden bahsedildiği gibi bu iki dairenin iç içe olmaması hakkında da çeşitli yerlerde beyanlar vardır.

Bir mektubda da has Nurcuların siyasî hâkimiyet vazifesine göz dikmemeleri ve iman hizmetinde sâbit kalmaları için Kader-i İlâhî’nin bir müdahelesi izah ediliyor. Şöyle ki:

“Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni' olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür. Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta'dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta'dil edip adalet etti. "Size kâinatın en büyük mes'elesi olan iman hizmeti yeter" diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi.” K:193

Hem Bediüzzaman Hazretleri; geniş daire nazarıyla, dar dairenin fütuhatına bakmanın doğurduğu mahzuru şöyle beyan eder:

Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur'un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı biçarelerin Nurla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi.  Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O  fütuhatta  binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkür hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.”(Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar mecmu’asının zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubdan)

Risale-i Nur’dan yapılan bu kısa tesbitten kat’i olarak anlaşıldı ki, müceddidiyetin hakikatı, birinci vazife olan iman hizmetidir. Haslar dairesi mensublarının ictimaî ve siyasî vazifelerle fiilen meşgul olmaları istenmemektedir. Geniş daire hakkında Bediüzzaman Hazretleri sarahatla şu bilgiyi veriyor:

“Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.” E:266

 

1 Yani hadisin tercümesi olan zahir manasını

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık