DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

MOLLA HAMİD AĞABEYİN HATIRATI

 Vanlı Molla Hamid efendinin Üstadımızdan naklettiği hatıralar:

“İlk görüşmemiz şöyle oldu”.

“Kardeşim memurdu. Üstadı tanıyormuş. Üstadımızın Nurşin camisinde ikamet için geldiğini görmüş. Bana dedi ki, buraya çok iyi bir âlim gelmiş, herhalde odunu yoktur. Ona biraz odun götür. Ben biraz odun aldım, gittim Nurçin camisine. Caminin odasından içeriye girdim. Orada başında yazma bağlı, kim olduğu belli olmayan, üzerinde hoca kİsvesi bulunmayan birisi vardı. (O zamanlar, her hoca sarıklı idi, sarık kalkmamıştı, yasak değildi, hoca olanlar sarık bağlarlardı. Üstadımızda ise, hoca kisvesi yoktu. Hatta bir arkadaşımdan işittim, Üstadımıza demiş ki: “Herkes seni hoca biliyor, hoca kisvesini giy ki, herkes bilsin hoca olduğunu. Sarık sarmayınca bakıyorlar ki, hoca yok, millet şaşırıyor”. Üstadım demiş ki: “İmam-ı Âzam da giysin kisve-i ilmiyeyi, ben de giyeyim”. Kendisini ilmi kisveye lâyık görmüyordu. Çok mütevazi idi. Onun için ilkin ben onu gördüğümden, hoca olmadığını zannettimdi.) Düşündüm, acaba hoca başka bir yeremi gitmiş dedim içimden. Orada durmuştum hocayı bekliyordum. Oradaki kimse kardeşim ne arıyorsun? dedi. Bende hocaya odun getirdim dedim. Ben de biraderimi tarif ettim, onun gönderdiğini söyledim. “Bu gecelik odunun kâfi idi, neye zahmat ettin” dedi. Neyse odunu bıraktım. “Kardeşim namaz kıldın mı?” diye sordu. Mağrib vaktı idi. Kılmadım dedim. “Abdestin var mı?” dedi, dedim var. “Bir ezan oku cemaatla namaz kılalım” dedi. Ben ise cahilim, ezan okumasını bilmiyorum. Neyse, bilmediğimi anladı. Kendisi yavaş sesli bir ezan okudu. Namaza durdu. Müezzinliği de kendisi yapıyordu. Baktım الله اكبر der demez boynu düştü, kendisine bir hal geldi. Ben içimden diyordum; bunda hoca kılığı yok. Bu ne haldır ki, bir hayret... Neyse namazı kıldık, tesbihata başladık.

Dedi ki: “Namazın sonundaki tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.” Hazîn bir seda ile bizden çok ağır bir şekilde tesbihat yapıyordu. َسُبْحَانَ اللّٰهِ  سُبْحَانَ اللّٰهِ  diye çok içten ve yavaş tesbihat yapardı. “Ben öyle alışmışım başkaları tez tez okuyorlar. Ne dediklerini anlamiyorum.” Bende çok namaz kılanlar gördüm, fakat böyle hazîn huşu içinde heyecan veren bir bir tarzda görmedim. Onun لاَ اِله اِلاَّ اللّٰهُ demesinde, ehl-i tarik birisi olsaydı heyecana gelirdi. Top güllesi gibi söylerdi. Ben de öyle alışmışım, başkalarının ne söylediğini anlıyamıyorum.

Ertesi günü tekrar odun getirdim. Canı sıkıldı, “dün getirmiştin, bugün niye getirdin” dedi. “Madem getirmişsin kalsın, kalsın” diye sonradan kabul etti. Bir daha böyle yapma diye tenbih etti. Sonra birgün bana dedi: “Bir amele getir. Caminin bahçesindeki ağaçları budayalım. Hem odunundan istifade ederiz, hem ağaçlar tazelenmiş olur.” Ben amele getirmeyip, kendim ağaca çıktım. Hava soğuktu. Üstad da battaniyeye sarılmış halde avluda benim karşımda beni seyrediyor. Ben dedim: Üstadım ne için burada, soğukta zahmet ediyorsunuz, içeride istirahat edin. Bana dedi: “Keçeli sen değil Molla Hamid düşer diye korkarım, Molla Hamid’e acıyorum.” O kadar şefkatlı idi ki, ben ağaçtan ininceye kadar bekledi. O günden itibaren kendisine hizmete başladım. Daha eve gitmiyordum. “Madem ki bana hizmet ediyorsun arasıra eve git, hayvanlarınıza bak” diye Tenbihatta bulunurdu.

Bazen biz yemek yerken fareler çıkardı. Onlara çıktıkları deliklere ekmek ufağı, bulgur ve şeker koyardı. “Şekeri ne için koyuyorsun” diye bir defa sormuştum. “O da onların çayı olsun, sen çaysız idare edebiliyor musun?” demişti. Bende fareler gelmesin diye kedileri yanımıza alıştırdım. Yemek esnasında her zaman çıkan fareler, kedilerin kokusunu alınca çıkmaz oldular. Bunun üzerine Üstadımız: “Bizim ineklere ne oldu ki” dedi. Ben güldüm. “Sende bir iş var” dedi. O esnada bir kedi içeri girdi. Üstad baktı. Kedi pencereden giriyor, pencerenin kâğıdını yeniden yapıştırdı, kedi girip fareleri rahatsız etmesin diye.

Bir zamanlar Üstadımızın yanında mollalar ders okuyorlardı. Müşkül mes’eleleri öğreniyorlardı. İçlerinde bir de molla Resûl vardı ki, o meşhur ve âlim di. hem o mollalardan daha bilgili idi. Fakat Kur’an-ı Kerîm’in zahirî manasını görüyordu. Üstad ise Kur’an’ın mânevî veçhesini görüp, öyle ders veriyordu. Kur’an’ın mânâsı yükenmez ya... Bir gün molla Resûl baktı, kendi bildiği mânâyı Üstadın verdiği mânâ tutmuyordu. Molla Resûl riyakârlık falan bilmediğinden bildiğini doğrudan söyliyen bir âlimdi. Bir gÜn Üstadımıza dedi: “Ben tefsirleri kontrol ediyorum. Sen bu âyete verdiğin manayı vermemiş. Senin bildiğin gibi değil.” Üstad dedi ki: “Bu tarzda okuyacağız.” Molla Resûl dedi: “Öyle ise benim bildiğim o kitabları kaldıralım. Ne lüzûm var?” Üstad dedi: “Lâzımdır. Onuda okuyun..” Molla Resûl itiraz etti. Üstadımız hiddetlendiği zaman sağ elini sol elinin tersine çarparak dedi: “Siz halâ beni eski Said biliyorsunuz. Karşımda kimse durmadı. Yalnız bir tanesi Şeyh Muhyiddin-i Ârabî karşımda durdu. Biraz konuşalım dedi, onunla şimdi konuşuyoruz. Bu kitabları yazanın ilmi deniz olsa, daha Saidin topuğuna ulaşmamış. Mesuliyet bana ait, ben sana ders veriyorum, öyle oku, niçin beni mecbur ettiniz konuşturuyorsunuz.” Molla Resûl eskiden beri ders alırdı. Neyse dediler, sözü kestiler.

Ders alan hocalar bulgur zamanı bir teneke bulgur ve biraz da yağ getirmişlerdi. İaşelerini temin etmek ve kimseye yük olmamak için yetmiş yaşında ihtiyar bir annem vardı. Allah rahmet eylesin, yemeğimizi ona yaptırırdık. Üstadımız dedi ki: “bu getirdikleri bulguru evinize götür, sabahları çay ve peynirle, öğlen ve akşamları da bu bulgurla çorba veya pilâv yaptırarak idare ederiz. Annene yaptırır getirirsin” dedi. Anneme dedim. “Bu bulgurdan çorba veya pilâv yapacaksın,” dedim ona bıraktım.

Üstadımız yemek yerken, herkesin ekmeğini ayırır, kendine verirdi. Herkese biraz ekmek düşerdi. O da bana gayet az geliyordu. Sofrada beş talebe, iki de biz yedi kişi olurduk. Çok zamanda misafirlerimiz gelirlerdi, onlarla beraber yerdik. Üstadımız şefkatından bana çok yüz veriyordi. Ekmeği çok az veriyorsun diye bir gün itiraz ederek, ben rençber bir adamım, çalışıyorum bu kadarcık ekmekle nasıl idare edeyim. Bu bana az geliyor. Bizim evde buğdayı ambar almıyor, çoktur. Bırak millet yesin istediğiniz kadar size getirebilirim. Dedi: “yok yok kardeşim, azlık için değildir. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz. Midenin hakkı üç hisse olacak. Bir hisse Zikrullah için, bir nefes için ve birde gıda için, o mideyi üçe ayıracaksınız. Siz hepsini gıda için ayırıyorsunuz. Neye benziyor biliyormusunuz? Beş davarlık bir ahır var. Siz oraya onbeş davar dolduruyorsunuz. Orada başlıyorlar tepişmeye. Benim âdetim böyledir. Benim düsturumu bozmayacaksınız.”

Sizi yeminle temin ederim, bu şekilde ben Üstadımızın yanında bir iki sene kaldım, bir tok karınla ekmek yiyemedim. Bir gün yine bir talebe pilâv pişirmişti. Tencerede pilâv artmıştı. Sahan almadı. Bana dedi: “gel bunu ye, sonra sofraya götür... Ben biraz yedim, sonrada biraz Üstadımızın yanında yedim. O gece doyduğumu hatırlıyorum. Yine bir gün ekmeğimiz bitmişti, daim yufka ekmekten yerdik. Onun kırıkları ve toz şeklinde olan ekmekten kalmıştı. Onu toplayıp hayvan dokunmasın diye ağaca astık. Peynirde artıklar duruyordu. Öğle vaktı oldu. Yine Üstadımız bize o ekmeği taksim edecekti. Baktım ekmek yoktu ki bölünsün, hepsi toz olmuştu. Bana dedi: “avuç avuç herkesin önüne koy, zernebad suyu da aldık. Onu azar azar yemeğe başladık. Öyle lezzetli idi ki, Üstad dedi: “Molla Resûl, şimdi vali acaba bu lezzeti alıyor mu? Molla Resûl saf idi. Molla Resûl dedi: “Verdin bize toz şeklinde biraz ekmek, su olmazsa boğazımızdan geçmiyor. Vali şimdi etli sütlü yemeklerle karnını karnını doyuruyor.” Üstad dedi: Y”ok yok bu lezzeti alamaz.” Molla Resûl dedi: “Nasıl alamaz?” Üstad dedi: “Şimdi zaten tok, midesini doldurmuş ne yesem düşünür, her yemeği beğenmez.. Bizim gibi lezzet alamaz. bak biz ne kadar iyi lezzet alıyoruz.” İşte, biz bu şekilde iktisatla o bulguru bahara kadar yedik. Bana Üstad dedi ki: “Bahar geldi dağa gideceğiz, burada kalmiyalım. Git annene söyle, kendi bulgurundan ne kadar sarf ettmişse köyden onun yerine bulgur getirelim, borcumuzu verelim. Gittim, anneme sordum, annem dedi: “Ben daha bizim bulgurdan harcamadım. Küpte daha bulgurumuz var bitmemiş.” Bunun üzerine Üstadımız hocaları çağırdı. Dedi: “Molla Resûl kaç nüfus var?” Dedi: “Beş nüfusum.” Üstad “bir sene bahara kadar kaç teneke bulgur sarfedersiniz,” dedi: “O da onbeş tenekeden aşağı olmaz” dedi. Üstadımız “bak” dedi, “Molla Hamidin annesinin elinin bereketine bir teneke bulgurumuz daha bitmemiş” dedi. Onların beş altı teneke bulguru da bitmiş. Annesi olsaydı onlarinkide bitmeyecekti. Üstad dedi: “yok yok onun elinin bereketidir, anası yapıyor ben yapmıyorum.”

İşte Üstad bu şekilde berekete sebeb olan bir iktisadla hareket ediyordu. Meselâ çay içerdik, şeker ikişer tane verirdi. O iki şekerle istediğimiz kadar çay içebilirdik. Çay serbestti. Fakat iki şekerden fazla vermezdi. Bir yakın misafiri geldiğinde o da içerdi. Ona üç-dört adet şeker verirdi. Çünkü, onlar bu iktisada alışkın değildiler. Meselâ: Odunu da çok iktisadlı kullanırdı. Üstadım ne için soba yakmıyoruz? Burası kocaman mescit isinmiyor derdim. O ise yok yok günde üç öğün yeter derdi. Biz dağa gittiğimiz mevsimde odunun yarısı damda artmış kalmıştı. Kavurmamızı küplere saklardık, icab ettikçe oradan alırdık. Bir gün köpek kapıyı açık bulmuş, içeriye girmiş, küpe başını sokmuş, ben gürültü duydum, kaçmak istedi. Başını küpe zorla soktuğundan çıkaramıyordu. Başını oraya buraya çarpa çarpa küpü kırdı, kaçtı. Malûm hoca kısmı biraz tamah olur. Bizim molla Resûl dedi ki, “içeriye biraz kıyma bırakalım, köpek içeriye yine gelsin, onu öldürelim.” Biz münakaşa yapıp dururken, Üstad gürültüyü işitti. Kendisi ibadetle meşgüldü. “Ne oluyor?” dedi, ben de durumu anlattım. “Hepiniz buraya geliniz” dedi. “En büyüğünüz kimdir?” diye sordu. Molla Resûldür diye cevab verdik. “Şimdi ben sana sual soracağım doğru cevab vereceksin” dedi. “Sen bir yere gidiyorsun, paran ve erzakın hiçbir şeyin kalmamış. Açlıktan da iflahın kesilmiş. Baktın ki bir evin kapısı açık, içeri girdin. Orada bir küp kavurma var. Sen insansın ve aklında var. Bu halde o kavurmadan yermisin yemezmisin?” Molla Resûl dedi, “evet yerim.” Üstad devam etti. “Köpek ise aklı yok, azabı bilmez, karnıda aç. Bundan kabahatı var mı? daha gıybetini yapmayın, intikamını düşünmeyin. Hakkınızı helâl edin.” Molla Resûl: “İçimden helâl gelmiyor ama ne yapayım, artık helâl ederim” dedi.

Yine bir sene dağda zernebat suyunun kenarına çekildik. Çok sık ağaçlık bir yerdi. Ağaç budanmamış, dallar birbirine geçiyordu. Orada Üstadımızın üzerine çıkacağı bir taht yaptık. Biz talebeler ise aşağıda yatıyorduk. Ben Üstadımın boş vaktını görmüyordum. Daima meşgüldü. Ya okur, ya dua eder veya namaz kılardı. Yalnız misafirler geldiği zaman, onlarla biraz konuşurdu. Onlara köylerinde cami olup olmadığını sorardı. Hocanız kimdir, ne yapıyor, ne dersi okutuyor derdi. Eğer misafir, hocamız yok camimiz yok derse, eviniz harab olsun, camisiz hocasız yerde nasıl duruyorsunuz diye hiddet ederdi. Üstad zernebadda iken, her gece teheccüd namazına kalktığını görüyordum. Ben bazan onu görür, uyuyamazdım. Uyuyamadığımı görürse, “keçeli madem uyuyamıyorsun, kalk senle beraber dua edelim” derdi. Ben bir şey bilmezdim ki, yanında okuyayım. Der ki, “ben dua edeceğim sende amin dersin.” Çok mütevazı idi. “Büyük bir sarayın kapısını açtırmak için nasil o sarayın sahibinin tanıdığı kimseye benzeyerek kapısı vurulursa, onun gibi bende, Yunus Aleyhisselâm ve Veysel Karani hazretlerinin (RA) münacatlarıyla Rabbime niyaz ediyorum” derdi. “Onlar kapıyı açtırmışlar. Bende o yüz yoktur ki, açtırayım, senin amin demen kapıyı açtırmak olsun. Bende seninle içeri gireyim, bende eskiden senin gibi idim, sonra alışırsın” derdi.

Eski Van müftüsü Ömer efendiye Üstadımız esaret hayatı ve oradan nasıl kurtulduğu hakkında bazı şeyler anlatmış, müftü efendi de bize nakletmişti. Bende aklıma kaldığı kadar size söyliyeyim.

Ruslar fırınlara canlı domuzları atarlar ve pişirirlerdi. Sonra da ekmek yaparlardı, o fırınlarda. Domuz yağı ekmeklere de karışırdı. Necis oluyordu. Ben onun için yemiyordum. Ayrıca un veya buğday alıp, el değirmeni ile öğütüp, saçta kendim ekmek yapardım. Yumurta veya patates alıp, pişirirdim. Benim bu halimi gören Ruslar, bu delidir diyorlardı. Bir gün teyzemlerin dükkânında oturmuş yine anlatıyordu. Külahını masanın üzerine koyup, elini üstüne vurarak: sen bana kaç bin liraya mal oldun, derdi. Bende senin her şeyin böyle pahalı mı olur, bu külah onbeş kuruşluk bir şeydir derdim. Bunun üzerine dedi: Ruslar benim kiyafetimi sevmezlerdi. Bu külahımı isterlerdi. Sen bunları çıkar at, sana elbise verelim, onları giy, sana maaş bağlayalım derdiler. Ben, onlara sizin maaşınızla kiyafetimi değiştirmem derdim. Üç sene kadar esarette kaldım. Bağlıyacakları banknot üzerinden hesab et kaç lira tutar, ona göre kıyafetimin değerini anla. Rusya’dayken, bazen kimsesiz yerlerde dolaşırdım, düşünüyordum. Bende Rusların arasında ölsem, beni bir müslüman bulur mu? Nasıl kaldırır bu gâvurlar ya Rabbi, sen bilirsin. Bana bir kapı aç diye düşüne düşüne kaldığım yere geliyordum. Arap kıyafetli, üç-dört tane merkebin önünde birisi yanımdan geçerken bana, “Esselâmu Aleykum” dedi. Ben de selâmını aldım. “Seni buradan çıkarsam, Türkiye’ye gidebilirmisin?” Dedi. Dedim “giderim, fakat nasıl buradan çıkacağız.” Dört kapısı bulunan etrafı kapalı Diyar-ı Bekir kalesi gibi bir yerde bulunuyorduk. Kapılarda bizim resimlerimiz var, nöbetçiler bizi tanırlar. “Kapıdan nasıl geçeceğim” dedim. O şahıs, “sen benim zünubumu giy, merkepleri sür, sen ileriden git, ben sana yetişirim,” dedi. Kendi kendime bu adam boş adama benzemiyor dedim. Onun elbiselerini giydim ve merkebini sürüp gittim. Kapıdan geçtim ve nöbetçi bir şey demedi. Kapıdan çıkınca ekmek hatırıma geldi. Ben ne yapacağım diye düşündüm, baktım torbada ayni benim ekmeğim gibi dört- beş ekmek var. O şahısla yimi dört saat beraber gittik. Benim ayaklarım şişmişti. O da hududa yaklaştık, “ben daha seninle gelemem” dedi. “İleride Çerkezler, Kafkaslar vardır. Onlar Türkçe bilirler, seni huduttan geçirirler.” Ben düşündüm doğru yoldan gidersem Ermeniler, Ruslar onların dilini bilmediğimden beni geri çevirirler, ayrı ince bir yol vardı, onu takip edeyim dedim. O ince yoldan gittim gittim, akşam oldu, yol bir dağa çıktı. Orada yol falan yoktu, şaşırdım. Baktım orada dağda bir inek var, onu sürersem bir şenliğe rast gelirim dedim. İneği sürdüm sürdüm, bir mağaranın önüne durdu. Bre hayvan burada sen niye durursun diye düşünürken baktım mağaradan bir pir-i fani abid çıktı. Beni ismen cismen biliyordu. Bana “ehlen ve sehlen” dedi. Sen yorulmuşsun, açsın diye beni içeriye aldı. Benim ekmeğim falan yok. Bu ineği yaz kış sağar ve sütünü içerim dedi. Bana süt sağıp getirdi. Daha böyle lezzetli süt içmemiştim. O gece orada kaldım. Bana dedi ki: “Sen Türkiye’ye gidesin, Türk kardeşlerime çok selâm edesin. Başlarında çok felâketler, musibetler var. Üç şeye riayet etsinler. Biri: Kur’an dersine. Biri: Ezan-î Muhammediyi daima yüksek sesle okusunlar. Biri de: Cemaattan ayrılmasınlar.” (Onun için olsa gerek, Üstadımız yanına gelen köylülere, ziyaretçilere daima diyordu: Köyünüzde hoca varmı? Cami var mı? Yok derlerse onlara kızardı.) Türk hududuna geldim. Türk askeri parolayı sordu. Ben “parolayı bilmiyorum” dedim. İsmimi söyledim. Bir subay beni tanıyormuş böylece huduttan geçtim. (Hangi huduttan geçtiğini bilmiyor.)

Rusya’da Üstadımızın ahvaline dair olan kısmı eski Van müftüsü Ömer efendi anlatmıştı. Yine müftü efendi birgün Üstadımızdan sordu: Böyle çok yerleri gördün. Dolaştın, Şam’a gittin. Neden Hicaz’a gidip üzerindeki farzı kaldırmadın? İlk seferde cevab vermedi. Mevzuyu değiştirdi. Tekrar sorunca Ömer efendi, insan günde beş defa huzur-u Beyt’te durmazsa, senede bir defa veya ömründe birkaç defa gitse ne feyz alabilecek. (Ben buna şahidim, bize tavsiye ettiği, “TEVECCEHTÜ İLÂ BEYTİKEŞŞERİF demeyince niyet getirmeyin” dedi...)

Üstadımızla beraber dağa taşınmıştık. Üstadımızın yerini yukarıda ağacın üzerine yaptık. Bizde aşağıda kalırdık. Bazen misafir gelirdi ve bizimle kalırdı. Bir Cuma gecesi tesbihat çok uzun sürmüştü. “HASBİ RABBİ CELLELLAH, NURU MUHAMMED SELLELLAH, LÂİLÂHE İLLELLAH” diye olan tesbihat zannederim Abdulkadir-i Geylanî hazretlerinin olacaktı. Bu tesbihatı aheste aheste beş altı kişi otuzüç defa okurduk. Nihayet tesbihat bitti. Üstadımız kalktı yerine gitti. Ben uykusuzdum, hemen uyumuşum. yanında Abdulhakim vardı. gece beni uyandırdı. Birak uyuyayım dedim. O da: “yahu kalk, bu ne sestir” diyordu. “Çoban filândır” dedim. “Gece vaktı çobanın burada ne işi var” dedi. “Üstadı uyandıralım” dedim, “Birak dinle” dedi. Dinledim, dereden aynen bizim okuduğumuz gibi Hasbi Rabbi Cellellah diye akşamki tesbihat okunuyordu. Cemaat sesi gibi bir okunuştu. Fakat insan sesine benzemiyordu. “Üstadı uyandıralım” dedim. O da: “birak uyandırma, daha yeni yattı” dedi. Sabah oldu kahvaltı ediyorduk. Ben Üstada nazlanarak dedim:

“Üstadım, sen yukarıda selâmetle çıkıyorsun, biz aşağıda cinnilerin içinde yatamıyoruz, ben burada yatamıyacağım” dedim. Arkadaşlara: “bu ne diyor?” diye sordu. Bende mes’eleyi anlattım. Bana: “Ahmak dedi. Onlar cinnilerin müslümanlarıdır, zikredenlerden zarar gelirmi? Bizim zikrimize iştirak ettiler, biz tembel tembel bıraktık, onlar sabaha kadar devam ettiler.” Sonra, korkuyor diye beni yanlarına aldı. Bende mahcubiyetimden yatamadım, sonra aşağıda yatmağa alıştım.

Zernebatta yanında hizmetinde olduğumuz zaman bir gün beni çağırdı. Ve sordu: “Sana on tane üzüm verseler, sonrada on tokat vursalar, buna razı olurmusun?” Ben “üzümü yemesem, tokat yemiyecekmiyim” dedim. “Hayır” dedi. “bunu bilmeyecek ne var, bunu bir çocukta bilir” dedim. “Ama üzümler tatlı insan razı olmazmı” dedi. “Buna razı olmak için, insan deli olmak lâzım” dedim. Dedi: “Ben bir zaman gençken Ayasofya’da vaaz veriyordum. Cami tıklım tıklım doluydu. kapıdan içeriye girmek mümkün değildi. İşte o cemaata verdiğim kıymet kadar, sizede aynı kıymeti veriyorum. Ne için nefes tüketecek, biz kimiz ki, diye kendinizi küçük görmeyin. Ben size o cemaata verdiğim değer kadar, size o cemaat kadar ehemmiyet veriyorum, nazarımda birsiniz. İşte insanın aklı olursa ebedî hayatını bu dünyanın üç beş dakikasına değişmez, ilelebed azap çekmeğe ne mecburiyet var” dedi..

Bir gün, biz hizmetinde iken, bikaç misafir gelmişti. Etrafta köyler vardı. Köy biraz uzaktı. Ve hemde kocaman yırtıcı çoban köpekleri vardı. Yabancı kimseleri bırakmazlardı. Ben de köpekten çok korkuyordum. Üstad bana dedi: “Git şu karşıki köyden yatak getir”. Birkaç köyde orada vardı. Ben zaten evhamlı idim. Dışarı çıkıp, söğüt ağacından bir dal keseyim, hiç olmazsa köpeklere karşı bununla müdafaa ederim, diye düşündüm. Ben dalı keserken Üstadımız dışarı çıktı, “sen daha gitmedin mi?” dedi. Ben de köpeklerden korktuğumu, onun için hazırlık yaptığımı söyledim. “Ayıptır senin elinde taş var, ağaç var, bu kadar köpekten korkmak olur mu?” dedi. Bende ağacı atıp, hiçbir şey almadan canımda sıkılmış olarak köye doğru yürüdüm. Baktım, köyün altında, bir bayırda sürüler ve köpekler gelmiş. Akşamüzeri idi. Köpeklere görünmeden geçmek imkânsızdı. Geçeceğim yol üzerinde canavar gibi bir köpek yatmış, diğerleri de koyunların etrafında geziyorlardı. Baktım çare yok, yola yürüdüm. Yaklaşınca ayağa kalktı. Havaya baktı ve gerindi. Sonra yoldan aşağıya inerek bana yol verdi. Çoban yukarıdan bize bakıyordu. Geçip gittim, köyün altında birkaç elleri sopalı genç ve bir ihtiyarı gördüm. Sen nereden geldin, bayırda koyunlara rastlamadın mı? dediler. Rastladığımı, nasıl geçtiğimi anlattım. İhtiyar adam ağladı. Üstada onlar seyda derlerdi. Seydaya iman getirmeyenin îmanı var mı? deyip, köpek kendilerinin olduğu halde, üç beş kişi sopalı olarak yanaşamıyoruz, sopalarla kendimizi müdafaa ediyoruz. Köpeklere koyun sütü içiriyoruz. Çok kuvvetli oluyorlar. Sana nasıl yol verdiler? diyorlardı. Yatakları toplayıp götürdük. Üstad kapıda bizi gülerek karşıladı. “Geldin mi kardeşim” dedi. “Geldim Üstadım” dedim. “Sana yolda köpekler saldırdı mı?” dedi. Ben de “saldırmadı” dedim. “İşte şecaatlı ol, korkak olma” dedi. Ben o zaman Üstadı anlıyamıyordum. Diğer hocalar gibi zannederdim. Halbuki tam itikadım olsaydı, nereye git derse, teredütsüz giderdim. Kimi Üstaddan kerâmet gibi şeyler isterdi. Ondan hoşlanmazdı. Dua ederken de bende sizin gibiyim, kardeşiz, beraber kapı çalıyoruz, kapı ne zaman açılırsa birlikte gireriz derdi.

Dağda kışın yatmak için bir yer yapmıştık. harabe bir yerdi. Kapısı penceresi açıktı. Üstadımızın yatağını yukarıda bir yeri yapmıştık. Biz misafir fakıhlerle (talebelerle) iki sıra halinde yatıyorduk. Kapı ortada idi. Misafir gelmişti. Bana o zaman su getirmemi söyledi. Baktılar testide su yok. Üstadımız bana kalk su getir dedi. Su onbeş dakika uzakta derede idi. Orada kurtlar çoktu. Korkumdan işitmemiş gibi yaptım. Tekrar, “su yok mu getirmedin mi kardeşim” dedi. “niye getmedin?” Ben “bu kadar milletin içinde yalnız ben mi varım” dedim. “Niye sen ağamsın” dedi. “Niye gitmiyorsun?” bende “Üstadım bana ne iş verirsen yapayım, fakat oraya gitmiyeyim,” deyince bana: “Gel otur, neden korkuyorsun anlat” dedi. Bende kurtlardan yırtıcı hayvanlardan kortuğumu söyledim. Üstadımız, “birader ben geçenlerde teheccüt namazına kalkmıştım. İçeriye bir kurt girdi. Sizlerin aranızdan geçerek, doğru benim yanıma geldi. Ben de elbisemi giyiyordum. Allah Allah yolunumu şaşırdı, yoksa başka bir maksadla mı geldi. Gel bakayım dedim. Üç beş dakika birbirimize bakıştık. Durdu durdu. Lisan-i haliyle bana dedi: Bu kadar karşında durdum, bir şey ihsan, bir ikram yapmadın. Bende Rezzak-ı Hakikiye giderim dedi, çıkıp gitti, o kurdun dizgini kendi elinde olsaydı, iki-üç tanenizi dağıtır giderdi. Demek ki, dizgini kendi elinde değildir. İnsana bir şey yapmaz. Nasil ki dağdaki çoban asker olur ve inzibat elbisesi giyince vazife icabı: Haydi, dükkanları kapat, der. Hiç kimse o inzibata karşı gelebilir mi? Mutlak o emir başka yerden geliyor. Hemen kapatırlar. Besmeleli elbiseni giyince cinden hiçbir sey sana ilişemez.” Ben ne dediysem sözümü kesti. Yanıma kimse de vermedi. Testiyi alıp yalnız suya gittim. Doldurup getirdim. Gülerek bana, “bir şey gördün mü” dedi. “Görmedim” dedim. “Korkak olma, şecaatlı ol” dedi.

Yine bir gün Üstadımız meşgüldü. Zaten hiç boş durmazdı. “Arkadaşını al, dağı çık gez, ben meşgul olacağım” dedi. Biz de söylediği gibi, dışarı çıkıp dağa gittik. Dağda gezerken bir kertenkeleye rast geldik. Bizde kertenkeleyi öldürmek sevap bilinirdi. Bunun için, bir taş ile kertenkelenin kafasını ezdim. Gezmekten döndük. Üstadımız “ne yaptınız, ne var?” Diye sordu. Bende iyi bir marifet işlemiş gibi hemen atıldım. Sevinerek, kedi kafası kadar kafası olan bir hayvanı taşla öldürdüm, dedim. Hiddet etti, “ne yaptın evini harap ettin” dedi. Beni yanına çağırarak dedi: “O kertenkele size hucum etti mi?” Dedim: “yok”, “sizi ısırdımı?” Dedim: “Yok.” “Elinizden bir şey aldımı?” Dedim: “Yok.” “Rızkını, yiyeceğini siz mi veriyorsunuz?” Dedim: “Yok.” “Sizin mülkünüzde, sizin toprağınızda mı geziyor?” Dedim: “Yok.” “Sizmi halketmişsiniz?” Dedim: “Yok.” “Ne için ne hikmetle yaratıldığını biliyormusunuz?” Dedim: “Yok.” “Hey ahmak, bu kadar yok, yok, yok, yok, yok, yok. Bunu yaratan Allah, sen, onu öldürmem için mi yarattı? Sen nasıl öldürürsün? Ne için halkolunduğunu Cenab-ı Hak bilir.”

Bir gün odun kırıyordum. Yorulmuştum. Birkaç köylüde oradaydı. bana yardım etmiyorlardı.  Hem de namaz vakti idi. Üstadımız geldi. Ben odun taşıyorum, köylüler de yardım etmiyordu. Üstad ise, azar azar yavaş yavaş odun götürmeye başladı. Ben de hiddetlenmiştim. Üstadım niye boşuna gidip geliyorsunuz? sen git yerine otur. Ben senin beş altı defada götürdüğünü, bir defada götürüyorum. Üstadımız: “ben sana gayret ne kadar hayırlı olduğunu gösteriyorum. Sen çalışıyorsun, benim oturmamı gayretim kabul etmiyor. Onun için bende çalıçacağım” dedi. Bana biraz nasıhat etti; dedi ki: “bilsen gayrat ne kadar hayırlıdır, bir dakika ömrünü boşa geçirmezdin. Bilsen gayrat mahşer gününde, sana ne kadar menfaat verecek, bir dakika boş durmak istemezdin.”

Yine bir gün oturmuş münacaatta idi. Bir parmağı bu oturuştan berelenmiş yara olmuştu. Molla Resûl dedi: “Bizde Allah’tan korkuyoruz ama senin ödün patlıyor. Sende bizim gibi rahat otur.” Öyle deyince Üstadımız: “kısa ömürle, kısa dünyada, ebediyi kazanmağa gelmişsiniz. Hem burada rahat oturayım hem de cennet istiyeyim olmaz. Onun için cesaret edemiyorum, rahat oturamam” Molla Resûl de: “merhem sur belki iyi olur” dedi.

Üstadımız çocukluğunda çok hırçın ve hiddetliymiş, ders okurken hocalarıyla geçim yapamazmış. Her çocukla da kavga edermiş, iddiasında mûsır imiş, kimseye boyun eğmezmiş. Kışın ağabeyinin yanında ders okumaya başlamış. Hırçınlığından olacak ki oradan ayrılarak Doğubeyazid’e Şeyh Ahmedi Hani Hazretlerinin olduğu yere gider. Orada hocası Nur Mehmed idi. Dersini alınca da kayboluyordu. Orada gündüz bile herkesin korkup gidemediği karanlık bir kümbet vardı. Oraya gidermiş, orada geceleri devamlı okumaya dalarmış. Talebeler araştırıyorlar, nihayet mum yakarak oraya yani kümbete gidiyorlar. Bakarlar ki kümbetin üzerinde diz çökmüş kitab okuyor. Hayrette kalıyorlar, bu karanlıkta kitabı açmak nasıl olur, kitaba bakmak nedir. Üstad talebelere kızıyor, “niçin bana karışıyorsunuz” diye hocasına ben burada kalamam diyerek evine dönüyor.

Dağda kalırken Üstadımız, Cuma günleri Cuma namazına giderdi. Birgün beni de götürdü. Namaz kıldık geliyorduk. Dağda koyunlar yayılıyordu. Köpekleri de vardı. Bizi görünce köpekler hucum ettiler. Bizi tutmaya geliyorlar. Üstadımız önde ve başında şemsiye olarak gidiyordu. Köpeklerin hucumunu görünce ben taş toplamağa başladım. Bana Üstadımız “ne yapıyorsun” dedi, bende: dağdan gelenleri görüyorsun dedim. Ayıp ayıp at o taşları dedi. Bende taşları attım. Bakalım gelsinler ne olacak dedim. Köpekler gelince Üstadımız, şemsiyesini uzatarak: “KÂFİ KÂFİ, SİZ VAZİFENİZİ YAPTINIZ- GERÇİ BURASI SİZİN ÜLKENİZDİR. FAKAT BİZ HAİN DEĞİLİZ” deyince köpekler oldukları yerde kaldılar. Bir adım daha ileriye gidemediler. Buna şahid oldum. biz yolumuza devam ettık.

Birgün öğrenmek için, birkaç sual hazırlamıştım. Üstadımızdan soracaktım. Sohbet esnasında daha ben sualleri sormadan hepsini cevaplandırdı. Yalnız NAZAR mevzuunda bir sualim kalmıştı. Ben hiç bunu açmadan hiddetle elini eline vurdu. “Ben eski said’den memnun değildim. Yalnız üç halinden razıyım” dedi. İlâve etti: “İstanbulda şaşaalı zamanda haftada bir elbise değiştirirdim. Pırlanta gibi elbiseyle, İstanbul’un en şaşaalı yerlerine giderdim. Benim fakih (talebe) arkadaşlarım aralarından birisini gözcü edip, beni takip etmişler. Bunun peşinden git, bakalım nerelere gidiyor, ne yapıyor? demişler. Üç gün sonra arkadaşlarla sohbet esnasında bana şöyle dediler: Said sen ne yapsan haktır. Hakka gidiyorsun ve bunda da muvaffak olacaksın. Ne için böyle söylüyorsunuz diye sorduğumda şu cevabı verdiler: üç gündür seni takıp ediyorduk. Bakalım Şeri’ata aykırı bir davranışın olurmu, dedikti. Baktık ki, sen kendi halinden başka şeyden haberin yok. Bunun için sen İnşaallah gayende muvaffak olacaksın, dediler. Nazar mes’elesine gelince: Nasıl küçük bir ateş bir ormana atılınca yavaş yavaş o ormanı yakar, mahveder, bitirir. Nazara tenezzül eden bir mü’min amelini gün be gün yer mahveder. Sonra korkarım ki, o adamın akibeti vahim ola” dedi.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık