DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين

NURLARDAN NEŞRİYAT YAPMAK

DERLEMELERLE İLGİLİ BİR SUAL

Sual: Zamanla ortaya çıkan bazı ihtiyaçlar sebebiyle Risale-i Nur’dan tesbit edilerek neşredilen derlemelere atfedilen, sebeb-i ihtilaf ve yersiz hareket gibi iddialara ne dersiniz?

Cevap: Halk arasında zaman zaman çeşitli şayialar dolaşır. Bu gezdirilen sözler, bazan ölçülü ve hak söz olur. Bazan da ölçüsüz ve aldatıcı olur. Burada doğruluk ölçüsü ancak şer’i kıstaslardır. Bu şer’i ölçüler ise, bu fitne-i âhirzamanda ıslah ve irşad vazifesiyle manen vazifeli olan Risale-i Nur Külliyatındadır.

Risale-i Nur Külliyatında fitne ve ihtilaf çıkarmamak, müsbet hareket etmek hakkında hayli beyan ve ikazlar olduğu gibi, hakkın müdafaası ve aldanan ve aldatanların karşısında iyi niyetlilerin aldatılamaması için hakikatın ortaya konulup vazife-i diniyenin yapılması hakkında  da hayli beyan, ikaz ve örnekler vardır.

İHTİLAF ÇIKARMAMAKLA ALAKALI OLARAK NAZARA VERİLEN ÖRNEK İFADELERDEN BAZILARI

«Sandıklı tarafında, kemal-i şevk ile ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki; orada perde altında faaliyetini durdurmak için, bazı hocalar, bir kısım tarîkata mensub adamları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor. Hem müşterileri de aramağa mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı.

O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi, kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem de mübtedi' hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşâallah Cenab-ı Hak onu muvaffak eder. O mıntıkada kendi gibi hâlis rükünleri bulur, belki de bulmuş. Biz başta onu ve onun etrafındaki Risale-i Nur şakirdlerini tebrik ediyoruz.» (K: 242)

«Kardeşlerim! Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalahakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid'at tarafdarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedilerle uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevketmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir sened olur. İstanbul'da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeğe çalışınız.» (E:133)

«Bununla beraber zamanın ilcaatı ile zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid'alara tarafdarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek "zaruret var" zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarfetmiyoruz. Bîçare, zaruret derecesine girmiş,bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz.» (Em:243)

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski harb-i umumîde Rusya'nın şimalinde doksan zabitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: "Neden bu haksız tedbiri yaptın?" Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır.» (Ş:321)

«Sâniyen: O vaiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var.

Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا düsturunu rehber ediniz.

Hem, Hasan Avni ismindeki zât, madem evvelce Risale-i Nur'a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da afvediniz. Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarîkata mensub müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza' noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur'un Âlem-i İslâm'da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirdleri musalahakârane vaziyeti almağa mükelleftirler. Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz (K:247)

«Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir(Ş:315)

«Cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid'a tarafdarı veya enaniyetli sofi-meşreblileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur'a karşı -iki sene evvel İstanbul'da ve Denizli civarında olduğu gibi- istimal etmek ve Risale-i Nur'a ve şakirdlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeğe münafıklar çabalıyorlar. İnşâallah muvaffak olamazlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar. "Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz." deyip yatıştırsınlar.» (E:102)

Re'fet Bey mektubunda diyor: "Bu mes'ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş." Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza'sız mübahaseye alışsınlar.» (L:106)

«Kardeşlerim! Herkes sizin gibi sebatkâr olamaz. Perde altında Nurcuların kuvve-i maneviyelerini kırmak için bazı hocalar vasıta oluyorlar, aldanmayınız ve sarsılmayınız ve onlarla münakaşa etmeyiniz, mümkün oldukça dostane muamele ediniz. Biz onlarla kardeşiz deyiniz ve bu pusladaki noktaları unutmayınız, tâ sizi aldatmasınlar.» (E:165)

Bu gibi ikaz mektublarından anlaşılıyor ki gizli zendeka cereyanı, din sahasında görünen ve hissiyatına mağlub olabilen bazı garazkârları, Nurun sadık hizmet ehli aleyhinde tahrik ederek ihtilaf sokmak ve hizmetlerini bozmak istiyor. Buna karşı azamî sabırla müsbet hizmete devam etmek ve sarsılmamak ve menfî mücadeleye girmemek, mezkûr ikaz mektublarının ısrarlı tavsiyeleridir.

«Medar-ı hayrettir; duamda Nurcular dairesinde hergün isimleriyle yâd ettiğim iki sofi-meşreb, kendilerini satmak fikriyle bana ve Nur'a iliştiklerine dair mektub geldi. Ben gücenmedim; onları daha ziyade duama aldım. Aynen eskiden İstanbul'da eski partinin desiseleriyle bize ilişen malûm ihtiyar şeyh gibi onları hem kendime mübarek kardeş, hem dost bildim; hakkımı helâl ettim. Fakat iki İhlas Lem'alarını okumalarını arzu ediyorum.» (Em:40)

Evet, «Ülema-i İlm-i Kelâm'ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat'ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur'un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid'a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, Din-i İsa'nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil; belki bir tesanüd, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa mes'eleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali'nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müdhiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.» (E:210)

«Madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur'an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var. Elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz'î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.» (E:204)

«Aziz, sıddık, müstakim kardeşlerim!

Gayet ciddî bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ الاَّ اللّٰهُ sırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere'nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen وَ الْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَ الْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirdleri bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârane, medar-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek gerektir.

Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.

İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.» (K:195)

«Hem münakaşa, münazaa ve mesail-i diniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın. Hattâ bir hiss-i kabl-el vuku' ile Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i Nur'un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahasesi aynı zamanda, belki aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbime geldi. Hattâ o Nur'dan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir oldum. Bu benim için bir Abdurrahman idi, neden böyle şiddetli hiddet ettim. Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenab-ı Hakk'a şükür ki, çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatasını da anladı ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatasını itiraf etti. İnşâallah o keffaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 273)

İşte kısmen alınan mezkûr ders ve ikazlar, müsbet hareket etmeyi ve ihtilaflara kapı açmamayı açıkça ve tekraren nazara verir. Ancak şu var ki bu derslerin çoğu şahıslar arasında cereyan eden münakaşa, mübareze ve damarları tahrik edici olan hiddetli ve tarafgirane hareketlerin yapılmamasına bakan tavsiyelerdir.

Bu tarz hareketler, İslâm ahlakına sahib olan kâmil insanlara yakışmaz. Bu tarz hareketleri, zâhiren benzerliği bulunan hakkın müdafaası ile karıştırmamalıdır. Çünkü, Risale-i Nur, hakkın müdafaasına bakan bahisler, beyanlar ve müdafaalarla doludur. Bazı örnekleri ileride görülecektir. Nurun hizmetinde ehemmiyetli yeri bulunan bu müdafaa ve hakkın izhar ve tebliğine muavenet etmek ciddi bir vazife iken kem nazarla bakmak, büyük mes’uliyeti taşır.

HAKKIN MÜDAFAASI

Hakkın müdafaası esas itibariyle umumî hukuka bakar. Şahsî hukukta ise, yani kişinin kendisine dokunan zararlı söz, davranış ve müessir fiilleri affetmek ve müsamaha göstermek bir fazilettir.

Hakkın ortaya çıkarılması ve tebliğ vazifesinde en başta peygamberler ve bilhassa Peygamberimiz (A.S.M.) ve sahabeleri, nümune-i imtisaldirler. Böyle mes’elelerde sahabeler öyle davranmışlardır ki, hiçbir endişe taşımadan ve çekinmeden hakkı müdafaa etmişlerdir.  Bediüzzaman Hazretleri sahabelerin bu mümtaz hususiyetlerini nazara verirken diyor ki:

«İnsanın fıtratında yalana yalandır demeye cibillî bir meyil vardır. Hususan her kavimden ziyade yalana karşı sükût etmez sahabeler olsa.. hususan hâdiseler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a taalluk etse....» (M:120)

Yani dine müteallik mes’eleler olsa susmazlar.

Burada dikkati gerektiren bir husus, bu susmama ve hakkın muhafazasındaki hassasiyet, bizlere örnek olan sahabe ravileri arasında  cari olmasıdır.

Evet «Sahabeler ise sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve vâlidelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde; hem "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın!" mealindeki hadîs-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün değildir(M:121)

Çünkü «o asr-ı sıdk ve hakikatta ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzib ederler.» (M:112)

Hazret-i Ali (R.A.) dinin asliyetini, yanlış anlamalarla bozmaya çalışan bazı müslümanlara karşı, -vazifedar olması hasebiyle- maddi kuvvet kullanmış olduğu tarihçe bilinmektedir.

Hakkı muhafazaya Hz. Ali’yi (R.A.) tavzif eden ve ümmetin de dikkatini çeken şu rivayet:

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın haber verdiği gibi: “Ben Kur'anın tenzili için harbettim, sen de tevili için harbedeceksin!”» (M:99)

Bu rivayetle Hz. Ali’nin (R.A.) dinin muhafazasına vazifelendirilmesi şerefinden dolayı Hz. Ali’nin (R.A.) sahabeler tarafından tebrik edildiğini kaydeden Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları (A. Badıllı) eserinin 239. No.lu hadîsin izahında: «Ebu Said-i Hudrî der: Biz Ali’ye geldik, onu tebrik ettik.» haberini nakleder.

Evet, sahabeler devrinden sonraları da onların yolunu takib eden İslâm büyükleri de hakkın müdafaasında menfî mücadelelere girmemekle beraber, hem de İslâmın hâkim olduğu zamanda her türlü baskılara rağmen bir tek yanlış yoruma karşı dahi susmamışlardır. Talebelerinin karşılaştığı ve karşılaşacağı zorluklara, hem sessiz kalmamaları hem de sarsılmamaları için Bediüzzaman Hazretleri bir ifadesinde şöyle diyor:

«Madem İmam-ı A'zam gibi eazım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur'anın bir tek mes'elesi için hapiste pekçok azab verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o mes'elelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pekçok ziyade azab verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar.» (L:265)

Bediüzzaman Hazretleri hakkın müdafaasında şu kaideyi nazara verir:

«Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikatı söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun(DHÖ:36)

Hazret-i Üstad hakkın müdafaasında, bugün ve her zaman okuyan ve duyanları hayretler içerisinde bırakan ve istikbalde gelecek nesillere de şayan-ı ibret olacak bir müdafaayı 1909 senesinde askerî mahkemede  yapmıştır. İşte fikir ve düşünce ehline rehber olacak ve her daim levhalarda yazılı olarak asılacak şahane müdafaa örneklerinden bir kısmı:

«Vakta ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdad tımarhaneyi bana mekteb eyledi. Vakta ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb yaptı.» (DHÖ:9)

«Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cem'iyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkid ederek; değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî-beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ sırrınca kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım.» (DHÖ:10)

«Bu hükûmet zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünun, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zâten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harb'de bana da sual ettiler: "Sen de şeriatı istemişsin?"

Dedim: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir.» (DHÖ:11)

«Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere i'dam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.» (DHÖ:12)

«Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem'iyat-ı avamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve "İttihad ve Terakki" ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref'-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki:  اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ

Fakat meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.» (DHÖ:32)

«Ey ulü-l emr! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum, maal-memnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var. Kahrolayım, eğer i'dama esirgersem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sureta mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır.» (DHÖ:33)

«Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:

فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ

Haşiye) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fasiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.» (DHÖ:34)

«Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır.» (DHÖ:40)

«Üçüncü Sual: Acaba müstebid yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebid olmaz mı? Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.» (DHÖ:41)

«Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?» (DHÖ:42)

«Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamid'den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!» (DHÖ:43)

«Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah...» (DHÖ:44)

«Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.» (DHÖ:45)

Said Nursi Hazretlerinin fedakâr, kahraman talebelerinden Zübeyir Ağabeyin hizmet hayatında esas aldığı davranışı Tarihçe-i Hayat adlı eserde şöyle geçmektedir:

«Said Nursî Risale-i Nurla dinsizliğe ve İslâmiyet aleyhindeki cereyanlara karşı giriştiği Kur'an ve Îman hizmetinde çok yardımcılara, hükûmet ve milletçe teşvik ve müzaherete muhtaç iken, bil'akis çeşitli iftira, tezvir ve ithamlarla hapse sürülmek, eserlerini imha etmek, halkı kendinden soğutmak için aleyhinde türlü isnadlar yapılmıştır. Elbette hak bildiği mesleğini; Kur'anın şerefine ve Hazret-i Peygamberin Nübüvvetinin teâlisine ait hizmetini aleyhdeki iftiralardan müberra kılmak için hakikatı söyleyecek, müdafaada bulunacak. Faraza bazılar tarafından şahsî bir noksanlık telâkki edilse bile, umumun istifade ve saadeti için şahsî zararına da razı olacaktır. Onun için Risale-i Nur hakkında beyan edilen ve neşredilen senalara bu gibi noktalardan bakmak lâzımdır; yoksa hizmete zarar olur. Dar düşünce ile hareket etmek zamanında değiliz. İmansızlar, kendi muzır mesleklerini, menfi ideolojilerini, sahte kahramanları hattâ İslâm düşmanlarını, -onlar asla lâyık olmadığı halde çeşitli medh ü sena ile insanlığın nazarına göstermeğe, alkış toplamağa çalışıyorlar. Uzağa gitmeğe lüzum yok; dünyayı saran dehşetli dinsizlik cereyanını idare edenler büyük kahramanlar olarak ilân edilirken, neden müslümanlar hak dinlerini medh ü sena etmesinler. Onun kemalâtını, ulviyetini neşretmesinler; Kur'ana âyine olan ve bu zamanın dinsizlik cereyanlarına meydan okuyup, dine en büyük hizmeti ifa eden bir eser külliyatı ve onun muhterem, mütevazi ve hadsiz zulümlere maruz kalmış müellifi, medhedilmesin! Halbuki yazılan yazılar, mücerred mevzular olarak değil, ekseriyetle müdafaa kabilinden, aleyhteki iftiralara cevab olarak neşredilmiş hakikatlardır.» (T:26)

Konferans isimli eserde de şöyle deniliyor:

«Arkadaşlar! Şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: "Hakikî âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen âlimlerdir." İşte biz, ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimad edebiliriz.» (Konf:23)

TENKİDLERE VERİLEN CEVAPLARDAN BAZILARI

Şimdi Risale-i Nur’un hakkın müdafaasıyla alâkalı birkaç bahisleri nakledilecek. Önce bir şeyhin Hz. Üstad aleyhindeki itirazına karşı Hz. Üstad’ın verdiği cevabında diyor ki:

«Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnetdarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamiyle kanaatla tam tasdik edenler, binler ehl-i îman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda sırf ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasiyle ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arab gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabiyle beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'aniyeyi kendine gelen bir kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartiyle beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de isbat etmeğe hazırım, dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?! Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!.. Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesini muhafaza için hayatını ve herşey'ini fedâ eden bir mazlûmun şekvası, elbette cevabsız kalmayacak!

İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telâşı, hak-perestlik damariyle, büyüklere lâyık ulûvv-u cenabla, enaniyet-i taassubkârânesini hakikata ve insafa feda edip tâmire çalışmasıdır; müşfik ve munsıf bir hoca tavriyle, kusurumuz varsa bize lütufkârâne ihtar ve îkazdır. Cenâb-ı Hak, Settâr-ül-Uyûbdur, hasenat seyyiata mukabil gelse, afveder. İman hizmetinde yüzbinler insanın îmanını tahkikî yapmak hasenesine karşı benim gibi bir bîçârenin hüsn-ü niyetle kuvvetli emarelerle inayet-i İlâhiyyeden tasavvur ettiği bir müjde-i Kur'aniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da, o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz!... Her ne ise.

Bu mes'ele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat'î kanaatımız olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itâate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, buna bir hüccet-i katıadır. Fakat garaz ve inad ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen îtiraz ve ayıblara karşı Eski Said (R.A.) lisaniyle derim: İşte meydan! En müteassıb ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz feylesoflara ve müdakkik hükemalara, Risale-i Nurdaki dâvaları isbat etmeğe hazırım ve hem de isbat etmişim ki, benim mahvıma ve îdamıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, o dâvaları cerhedemiyorlar ve edememişler!

Hem bütün hayatımda delilsiz dâvaları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyandan aldığım bir kuvvetle Avrupa feylesoflarına Risale-i Nur meydan okur. Risale-i Nur bu zamanda medar-ı nazar bir hâdise-i Kur'aniye olduğundan, bir iki işaret değil, belki benimle beraber Risale-i Nur şâkirdleri tarafından istihraç edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette bine yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi, sarahata yakın bir delâlet oluyor. Vahdet-i mes'ele cihetiyle o işaretler birbirine kuvvet verir. Bâzı işârâtı zaif görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mâzur olamaz. Hususan, lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikatı ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir(STG:61)

Bu cevabî ikaznamede de görüldüğü gibi, kâmil ve insaflı bir şahıs, birileri hakkında, şahsî ve teferruattan olmayan bir hata zannına kapılınca, önce her müslümanın davranışlarını bağlayıcı olan kitaplar ve şer’i ölçüler müvacehesinde isbatlama usulünü esas almak şartiyle, o şahısla hususi meşveret edilir.

Veya neşriyat ve dersler yoluyla şer’i ve kitabî olan hakikat, şahsî mücadele tavrına girmeden irşad makamında tebliğ edilir.

Aksi halde gıybet mesuliyetine ve dolayısıyla tefrikaya sebebiyet verilir. Çünkü kitabî olmayan şahsî anlayışlar, çok kere tefrikaya sebeb olur.

«Kardeşlerim!

Kur'an'ın bir tek âyetinin bir tek işareti ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini manevî bir ihtar ile gördüm.  . اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا  Bu âyet-i kerimenin makam-ı cifrîsi -şedde ve tenvin sayılmazsa- bin üçyüz ellibir (1351), مَيْتًا aslı مَيِّتًا olmasından, bin üçyüz altmışbir ederek bu tarihte umûr-u azîmeden bir dehşetli gıybeti, şu âyetin mânâ-yı işârî külliyetinde dahil ediyor. Ve umûr-u azîmeden böyle acib bir gıybet, aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:

Onsekiz sene (şimdi yirmiden geçti) müddetinde Sünnet-i Seniyyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından ve onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilâttan men ve yalnız bir odada hayatını geçirmeğe mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında Ezan-ı Muhammedi (A.S.M.) okuyup "Allahu Ekber" dediğinden ve "Lâilâhe illâllah" hakikatını güneş gibi gösterdiğinden yüz arkadaşiyle taht-ı tevkife alınan bir adam, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i İlâhiyyeden geldiğinden kat'î bir kanaatı ile işârât-ı Kur'aniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına teselli niyetiyle beyan ettiği için gıybet ve fena tâbiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle îmanlarını kurtaran mâsum şâkirdlerini ondan tenfir edip şüpheler vermek, güya ortalıkta medar-ı inkâr birşey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi yalnız o bîçârenin mevhum bir hatâsını sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zanniyle zemmetmek, elbette bu asırda, bu memlekette, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir.» (STG:63)

Bazı kimselerin, Hz. Üstad’ın fedakârane ve pervasız mesleğini anlayamadıkları için, Hazret-i Üstadı kendilerine  rakip gibi görmek ve  işin garibi bu tarz hissî itirazları kendilerine vazifeymiş gibi yapmaları en düşündürücü cihettir. Şimdi de Üstadın hakiki mesleğini yaşamaya ve korumaya çalışan fedakâr bazı Nur Talebelerine de aynı tarz tenkidler gelmektedir. Aşağıdaki ifadeler, herkesi düşünmeye ve Nur’un mezkûr tavizsiz yolunu takib edenlere karşı olmanın vahim neticelerini göstermeye yeter sanırız.

«Şu nefiy zamanımda görüyorum ki: Hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım.

Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır. Çünki sâbıkan isbat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir, bana eziyet veren, rakibane ilişen adam düşünsün ki; o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer(M:71)

Bu aşağıda gelen ifadeler de yanlışcılara karşı hem bir cevap, hem gerçekleri ortaya koyma bakımından bir örnektir. Peki bazıları tarafından bu tarz iftiralar, yalanlar ve hakikatları tersyüz etme devam ettiğine göre, bunlara karşı Risale-i Nur’da cevab teşkil eden hakikatları bulup nazara vermek her Nur talebesinin vazifesi değil midir?

Herkes gerek mizacı gerekse durumu itibariyle böyle çalışmalar yapamayabilir. Fakat farz-ı kifaye nev’inden bu yapılması gereken vazifeyi bir heyet yapıyorsa onlara taksim-ül a’mal kaidesiyle bakarak en azından dua etmek gerekmez mi? Elhamdülillah binlerce ehl-i insaf ve hakperest Nur Talebesi ve Dost Ehl-i İman dualarını yapıyorlar. Münafıklar, nifak perdesi altında fakat bilerek; ve bid’alara taraftar bazıları da din adamı sıfatiyle tahrifdarane; ve bazıları da hizmet namına fakat ifsadkârane hücumları -bilerek veya bilmeyerek- yapanlara karşı, Risale-i Nur ölçüleriyle cevap vermek, Nurun bilhassa Haslar Dairesinin vazifesi değil midir?

HAKSIZ HÜCUM VE İFTİRALARI CEVAPSIZ BIRAKMAMAK

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri geniş dairede Nurlara yapılan hücumlara alâkasız kalmamıştır. Ya kendisi bizzat cevap vermiş veya yakın hizmetkârlarına cevap yazdırmıştır. Bunlardan bir örnek: 

«Yazıları beş vecihle iftira ve yalan olduğunu gördüğüm bir gazeteyi bana okudular. Böyle iftiraların hem Isparta'ya, hem neşredenlere büyük zararı var.

Birinci Yalan: Nur Risalelerini okuyanlara mürid ve tarîkat diye beni tarîkat dersi vermekle ittiham ediyor. Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki: Mahkemelerde de sabit olduğu gibi; ben tarîkat dersi değil, imanın, Kur'anın hakikatlarını ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur Talebesi denir. Mesleğimiz tarîkat değil, imanın hakikatlarıdır.

İkinci Yalanı: İftira eden gazete başka bir gazeteyi kendine teşrik etmekle bazı yanlış tabirleri karıştırmasıyla diyor ki: "Eğirdir gençleri Said ve müridleriyle mücadeleye başladılar." Kat'iyyen bunun aslı olmadığını bütün Isparta ve Eğirdir gençleri biliyorlar. Hattâ Isparta ve Eğirdir gençleri bunu işittikleri vakit hiddetle protesto ediyorlar. Yalnız Ankara'da bulunan Eğirdir'li genç olmayan bir adam, otuz sene evvel benimle görüşmesini az tenkidkârane yazmış. Buna, "Gençler mücadeleye başladılar" namını vermek ne kadar zahir bir yalandır. Halbuki, kim olursa olsun bütün gençlere karşı daima kardeş nazarıyla bakıyorum. Bana yahut talebelerime karşı Isparta ve Eğirdir'de hiçbir gencin mücadelesini işitmemişim.

Üçüncü İftirası: O iftira eden gazete başka birisinin diliyle diyor ki: "Said ve müridleri gizli siyaset çeviriyorlar. Emniyeti bozmak tarzında nizamatı değiştirmeye çalışıyorlar." Bunun yalan olduğuna yirmisekiz senede beş mahkeme beraet vermesiyle gösteriyor ki: Siyasetle hiç bir alâkam yok. Ve hiç bir emare bulunmaması bunun ne kadar iftira olduğunu gösteriyor. Hattâ otuzbeş seneden beri siyasetten çekildiğimi bütün dostlarım biliyorlar. Bu hakikat mahkemeler tarafından da sabit olmuştur.

Dördüncü İftirası: Said Nursî bazı kadınlara şeytandır demiş. Bu iftiranın aslı: "Eskiden büyük şehirlerde açık-saçık, çıplaklık derecesinde hususan yarım çıplak Hristiyan kızları şeytan kumandasında ahlâk-ı İslâmiyeye zarar veriyorlar." İşte böyle birkaç tane açık gezenler hakkındaki bir sözü başka surete çevirip mutlak kadınlara teşmil ederek tabiri çirkinleştirip istimal etmesi, pek çirkin ve zahir bir iftiradır. Kadınlarla muhavere namındaki risalemde: Kadınlara büyük bir hürmet ve ehemmiyet ve kıymet verdiğimi hattâ şefkat cihetinde erkeklerden pek ileri olduklarından Risale-i Nur'un mühim bir esası şefkat olduğundan, bu mübarek hemşirelerimi "Muhterem Hemşirelerim" namıyla yâdediyorum. Onların samimiyet ve ihlaslarını ziyade görüyorum...

Gerilemek ve irtica, yani İslâmiyet ahkâmına, ahlâkına dönmek manasıyla "mel'un fikir" tabiri kullanması; küre-i arzı titretecek kâfirane bir iftira olduğu gibi, yalnız Ispartalılara ve Nur talebelerine değil, belki âlem-i İslâm'a karşı bir ihanettir.

Çok hasta ve çok ihtiyar Said Nursî» (Em:193)

Hakkı müdafaa eden mezkûr beyanlarla «Zaman, zemin, Risale-i Nur'un müsbet mesleği, ehl-i bid'a ile değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmağa müsaade etmez.» (Kastamonu Lâhikası251) gibi ifadeler arasındaki zâhirî tezadiyet sebebiyle yani meşru müdafaatla, ihtilafa sebeb olan garazkâr sözler arasındaki farkı nazara almayan veya alamayanlar, daha çok kendilerine zarar ederler ve mesul olurlar.

«Üstadımız ifade buyurdular ki:

Aleyhimizde olan Cumhuriyet Gazetesi müdafaamı çok yanlış ve gayet fena bir tarzda tağyir etmiş, hattâ "Bir câni yüzünden on masuma zarar gelmemesi için" cümlesinin yerine "Bir câni yüzünden on masumu zulmetten kurtarmak için" gibi hezeyanlar karıştırmış. Hem de o yazdığım cevab; beş-altı sene evvel İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesi'nde aynen söylenmiş, en mühim mes'elemde beraet verilmiş bir müdafaa iken; bir-iki ay evvel, bir bardak suda bir fırtına koparmak nev'inden, İstanbul seyahatimde gayet manasız garazkârane, bir savcı Isparta müddeiumumîsine havale edip manasız benim ifademi almaya iki resmî polis memuru gönderdi. Onlara dedim: O mes'eleye beş sene evvel cevab verilmiştir. İşte o zamanki cevabım da budur, dedim. Onlar da kabul ettiler. Hem de makine ile çıkardılar, hem o herife de göndermişler.

Şimdi uzak bir yerde tekrar manasız olarak bizden uzak bir kaymakama başkası onu vermiş. İftiracı gazete de "Onu kaymakam, savcıya vermiş." demesiyle Risale-i Nur'un bir kısım zayıf şakirdlerine vesvese ve bir evham vermek istemiştir. Bu yazıya Nur'un çok avukatları tekzib yazsınlar. O mes'elenin mevzuuna dair İstanbul sıhhî heyetinden dört rapor var. Fakat lüzumsuz olduğu için, kimseye göstermeye tenezzül etmedim. Hem de lüzum olmamış… Said Nursî» (Em:230)

Bediüzzaman Hazretleri, bazı müslümanların ilmî meselede dahi gerçekleri anlamayıp dinde hassasiyet hesabına dine zarar verebileceklerini beyan eder. Bu aşağıda gelecek parçanın son kısmında kaydedilen: “medreseler hayatlanacaktır” ifadesi her ne kadar Osmanlıların devrinde resmi olarak bulunan fakat tesirini kaybeden medreselerin ehline bakıyorsa da aynı bu ifade, şimdi gayr-ı resmî olup ve bazı cihetlerde o zamanın medreselerine benzeyen durumlarına da bakar diye düşünebilir. Hazret-i Üstad o yazısında aynen şöyle diyor:

«Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes'eleyi zikrettim. O mes'eleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def' eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me'yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes'ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa'yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm...» (Mu:50)

«İHTAR: Ehl-i dalalet, Kur'an-ı Hakîm'den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u câh, tama' ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayırda bulunan manileri def'etmek vazifesi, bizi bazan menfî harekete sevkediyor.

İşte bunun içindir ki, ehl-i nifakın hilekârane propagandasına karşı, kardeşlerimi sâbık üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def'e çalışıyorum.

Şimdi en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: "Said Kürddür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?"

İşte bilmecburiye böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Şeytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim.» (Mektubat sh:419)  diyerek Dördüncü Desise-i Şeytaniye başlıklı yazıda hakkın müdafaasına geçilir.

Ve keza «Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.» (Mektubat sh:429) diye başlayan «Es’ille-i Sitte» Risalesinde, baştan başa ehl-i dünyaya şiddetli cevaplarla hakikat pervasız ve merdane müdafaa edilir.

Uzun olmaması için mezkûr kısmî parçalar, notlar halinde hatırlatmakla iktifa edildi.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN TAVİZSİZ MERDÂNE MÜDAFAALARI

Yine Hz. Üstadın hakkı tavizsiz müdafaa eden beyanlarından bazı kısa parçalar:

Aşağıda sıralanan parçalar, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen ve ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i bid’a, ehl-i sefahet,  ehl-i nifak, ehl-i ilhad ve ifsad komitesi gibi vasıflarla tavsif edilen şer cereyanlarına ve taraftarlarına, Üstadımızın dost olmadığını ve olunamıyacağını ve ihtilat etmediğini ve edilemeyeceğini bildiren ikaz ve derslerden az bir kısmıdır. Şöyle ki:

«Sıkı bir tesanüdle, el ele, omuz omuza veriniz. Çünki; birbirinden ve Risale-i Nurdan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek istiyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek istiyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za'fınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer.» (T:431)

«Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şübheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için; benden zahiren teberri ediyorlar, belki tenkid ediyorlar. Halbuki kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinablarını, o ehl-i dünyaya sadakata değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip, o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.» (M:70)

وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ   âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor. Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.

İşte bir ehl-i Kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

Muin-i zalimîn dünyada erbab-ı denaettir

Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.

Evet; bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor(M:361)

«Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur'anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir(M:417)

«Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun! Her ceza ve i'damınıza hazırız! Hapsin harici bu vaziyette, yüz derece dâhilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet -ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye- olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz.

Biz de اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ  diyerek Rabbimize dayanıyoruz.» (Ş:280)

«Değil böyle birkaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevketseler, Kur'anın kuvvetiyle, Allah'ın inayetiyle kaçmayız. O irtidadkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!..» (Şualar:292)

وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى   âyet-i kerimesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on aded muhtaçlardan beş-altı bîçareyi Nur'un ilâçlarından mahrum etmektir. Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç itimad etmeyerek, yalnız hakikat-ı Kur'aniye ve onun tefsiri olan hakaik-i imaniyedeki kuvvete istinaden dünyaya ilân ediyorum ki: Bütün dinsizler toplansalar, ben onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum. Ve başımı eğmiyorum ve izzet-i ilmiyeyi kırmıyorum.» (Em:153)

Merhum Zübeyr Gündüzalp ağabeyimizin  meselemiz olan hakkın müsbet müdafaası ile çok ciddi alâkadar olan bir örnek yazısı:

«İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men'etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek "İfrata gidiyorsunuz" gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki: Din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikatı izhar tarzıyla müdafaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki: İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zalimane ve cebbarane haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risale-i Nur'un hakkaniyetini ilân ederek, o acib yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki: Kur'an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur'an ve İslâmiyet'i ve Dini Risale-i Nur'la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya "Biraz susun" gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ ve kellâ, kat'â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamıyacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramıyacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur'u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur'un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî'nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertibci, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilân edeceğiz.» (S:768)

Daha bunlar gibi pekçok beyan ve ikazlar, umumî hukukun muhafazası yolunda ve usul ve emr-i Kur’aniyeye muvafık ve mücahidane ikaz ve tebliğlerdir. Bu ise, kendi meyline ve anlayışına göre düşünenler müstesna, hakka bağlı olan sadık mü’minler nazarında fitneyi uyandırmakla hiçbir münasebeti yoktur. Bu yazılar Risale-i Nur’un Kur’andan alınan ikaz ve irşadatın tebliğ ve neşri olup Nur mesleğinde bir vazife-i asliyedir. Risale-i Nur’un hizmet seyrinde ihtiyaca göre devam etmiş ve etmelidir.

Kitabî müvazene ve istikameti görmek ve göstermek için tesbit edilen az bir kısım mezkûr ikaz ve irşad yazıları, ifrat ve tefritten uzak durup gerçeği anlamak için kâfidir. Yoksa daha çok bahisler Nur külliyatından nakledilebilir.

BİR MES’ELEYİ RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN TOPLAMAK VE NEŞRETMEKLE ALÂKALI BAHİSLER

Risale-i Nur eserlerinden daha iyi istifade edebilmenin ve mes’eleleri müvazeneli ve daha isabetli anlayabilmenin diğer bir şekli de, ele alınan mes’eleyi Nur Külliyatı müvacehesinde araştırma ve tahkiktir. Bununla alâkalı olarak Risale-i Nur’un hizmet hayatı seyrinde meydana gelen bazı hâdisatın istikametini göstermek için o hâdise ve mes’ele hakkında Külliyat-ı Nur’dan derlenerek neşredilen hayli lâhikalar var. Hizmet hayatında bu tarz lâhikalar, teamülî kaide halindedir.

Keza, risalelerin çok yerlerinde, bir mes’elenin izahı ve etraflıca anlaşılması için, Hz. Üstad’ın risalelerdeki izah edilen yerlere yaptığı havaleleri ve Asa-yı Musa mecmuasında ehl-i fenne, Zülfikar’da ehl-i ilme bakan bahislerin cem’edilmesi ve Tılsımlar mecmuasında ekseriyetle hilkat-i âlemin muammalarını keşfeden parçaların ve Hakikat Nurları’nda galiben ehl-i tasavvufa bakan bahislerin toplanması gibi; mezkûr tarzda bazı mecmuaların Hz. Üstad tarafından tertib edilmesi ve ettirilmesi aynı mes’eleyi te’yid eder.

Risale-i Nur’un mes’elelerinin izahını şahsî malumatlarla değil, Risale-i Nur’da aramak ve mesele daha da açılması gerekiyorsa yine Külliyatı Nur’a vakıf olmak ve yine oradan yapmak gerektiği, eğer yeteri kadar malumatı yoksa sade okumak ve dinleyicinin kendi istifadesine bırakmak lüzumu ifade edilirken deniliyor ki:

«Üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur'dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: "Risale-i Nur, imanî mes'eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur'un hocası, Risale-i Nur'dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes'eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır."

Okunan Türkçe veya Arabça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa, onu getirip okuyor.» (Konf:57)

Risale-i Nur’da aynı mevzuları biraraya getirmek ile alâkalı bahislerden bir kısmı aşağıda dercedildi. Şöyle ki:

«Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki; her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddüdlerden kurtulamayıp, bazan imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmisekizinci Mektub’daki inâyât-ı Seb’ada bir kısmına işaret edilmiş. İnşâallah bir zaman o tılsımlar, müstakil bir risalede cem’ edilecek(K:209) (Cem’ edilip Tılsımlar Mecmuası adıyla neşredildi.)

«İnşâallah nasıl Tılsımlar Mecmuası’nda, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalaletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada lezaiz-i cennetlerini gösteren ve iman Cennet’in bir manevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nur’un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve inşâallah neşredilecek.» (HŞ:17) (İman ve Küfür Müvazeneleri ismi altında toplanıp neşredildi.)

«Aziz kardeşlerim!

Bize teslim olunan kitaplarımın -yaldızlı kaplı büyük mecmualardan- bir kısmına baktım, gördüm ki: Nur, Gül fabrikalarının elmas kalemleriyle yazdıkları risaleler, o yaldızlı kaplar içinde bazan onbeş-yirmi risale içinde bulunan mecmualar o kadar güzel birer elmas kılınç hükmünde düşmanlarına karşı kendilerini büyük makamlarca ve mahkemelerde müdafaa etmek hikmetiyle; hiçbir sebeb yokken, birdenbire Risale-i Nur’u büyük mecmualar tarzında yaptırmağa hapsimizden beş ay evvel başladık.

Bunda büyük bir inayet-i İlahiye olduğuna şübhem kalmadı ve feylesofların mağlubiyetlerinin hikmetini anladık. Çünki içtimada eczaların kuvvetinden çok ziyade bir kuvvet, hususan müdafaa vaktinde içtima ve tesanüdden ileri geliyor.» (E:62)

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Onuncu Şua namında, yazdığınız Fihriste'nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said'leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur'un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi' edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım.

Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin herbirisine, meselâ Kur'an'ın Kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.

Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.

Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te'lif ile ve Dokuzuncu Şua'ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur'u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur'un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir(K:56)

«Hatıra geldi ki, Risale-i Nur’un eczaları çoktur. Herkes muhtaç olduğu halde bütününü elde edemez. Birden “Hüccetullah-il Bâliga” Mecmuası, hatıra cevab olarak geldi.

Evet Risale-i Nur’dan kesretli mecmualar çıkar ki, herbiri küçük fakat kuvvetli Risale-i Nur olur. Her muhtacın eline geçebilir. Bu münasebetle, Yirmibeşinci Söz’ün zeyillerini düşündüm. Şimdi benim yanımda dört-beş nüsha var, zeyilsizdirler. İ’caz-ı Kur’an nüktelerine ait mühim parça bulsanız ilâve edebilirsiniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 250)

«Hasan Âtıf’ın bize yazdığı şa’şaalı ve câzibedar Mu’cizat-ı Kur’an’ı esas yapıp, sair risalelerde i’caz-ı Kur’an’ın nüktelerine dair mebahisi ona zeyiller şeklinde ilhak ettik, güzel bir surete geldi.» (K:136)

«Burada, lise mektebine te’sirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın İsm-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyet-ül Kübra’nın “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafiri” diye başlayan Birinci Makam’ın başından -ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp- tâ Onsekizinci Mertebe olan kâinatın hudûs hakikatı tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp, yeni hurufla, ehl-i inkâra onikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.» (K:147)

«Buraca faidesi görülen haşre dair parçaları Onuncu Söz'ün âhirinde toplayıp, bir lâhikası hükmüne gelmiştir. Birinci parça, Dokuzuncu Şua olan mukaddeme-i haşriye, Onuncu Söz'ün arkasında yazılacak. Ve bunun arkasında, o mukaddeme-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline Otuzuncu Lem'anın İsm-i Hayy'a dair Dördüncü Remiz yazılacak. Bunun arkasında, İkinci Şua olan Tevhid Risalesi'nin haşri isbatına dair Hâtimesinin başından, tâ "Bu haşrin dört mes'elesi şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz." cümlesine kadar yazılacak. Sonra bunun arkasında İhtiyarlar Lem'asının Beşinci Ricasının ortasından başlayan, "Evet, nass-ı hadîs ile nev'-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin Enbiyanın ilââhir." tâ Altıncı Rica'ya kadar yazılacak. Eğer haşre ait, sair risalelerde bunlar gibi parçalar varsa, münasib görseniz ilâve edersiniz. Bunların heyet-i mecmuasının tesiri büyüktür.» (K:110)

« Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim!

Evvelâ: Kardeşimiz İnebolu Hüsrev'i Nazif Çelebi bana yazıyor ki: "Hizb-i Nuriye ve Salavatın neşrini bitirdikten sonra ne münasib ise neşredeceğim" diye soruyor. Bence sizin tensibinizle Hastalar ve İhtiyarlar Lem'aları ve Onyedinci Mektub olan çocukların kısacık ta'ziyenamesi ve Yirmibirinci Mektub -İhtiyarlara hizmet hakkındaki kısa mektubun- neşri münasibdir. Fakat Medreset-üz Zehra'nın erkânı hangi cümle ve hangi fıkra münasib görürlerse kaldırabilirler ve ıslah edebilirler. Ve daha kısa başka münasib risaleler varsa ilâve edebilirler." Bu mealde kahraman Nazif'e çabuk cevab gönderiniz. Hakikaten, o kardeşimizin Cevşen-ül Kebir'i ve Hizb-i Nuriye'yi Salavat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir. Cenab-ı Hak herbir harfine mukabil ona ve yardımcılarına bin sevab ihsan etsin, âmîn.» (Em:58)

Bu tarz Toplamalar Kur’andan alınan âyet veya cümlelerle de yapılmıştır. Şöyle ki:

«Risale-i Nur'un üstadı ve me'hazı ve Said'in de çok zamandan beri bir virdi olan bazı âyetler, bir Hizb-i Kur'anî suretinde bir kısım talebelerin arzularıyla kaleme alınmış. Sonra da tab' edilmiş. Ve dört-beş mahkemenin de gösterdiği ehl-i vukuf ülemaları ve hattâ Diyanet Riyaseti dairesi ve İstanbul'un fetva dairesindeki tedkik-i kütüb-ü diniye heyetinden hiçbir âlim ve ehl-i vukuf ülemaları itiraz etmemişler. Belki takdir edip tahsin etmişler. Çünki başta sahabeler ve matbu Mecmuat-ül Ahzab'da bulunan Hazret-i Üsame Radıyallahü Anhü hizb-i Kur'anîsi ki, herbir günde bir kısmını okumakla taksim edilmiştir. Ve aynı kitabda ve Mecmuat-ül Ahzab'ın aynı cildinde İmam-ı Gazalî'nin Radıyallahü Anh bir hizb-i Kur'anîsi ve çok ehl-i velayetin kendi meşreblerine muvafık bazı sureleri ve âyetleri bir hizb-i mahsus-u Kur'anî yaptıkları meydandadır.

On sene evvel şehiden vefat eden merhum Hâfız Ali gibi Nur'un kahramanlarından, benim hususî virdimi ve Risale-i Nur'un üstadları ve menbaları olan mühim âyetleri cem'etmek istediler. Sonra onlara gönderdim. Onlar da tab' ettirdiler. Çünki herkes her vakit bütün Kur'anı okumağa vakit bulamıyor. Fakat böyle bir hizb-i Kur'anî eline geçse her vakit istifade edebilir fikriyle, hem sevabları çok ziyade olan âyetler ve sureler, içinde yazılmış. Zâten Kur'an-ı Hakîm'in bir mu'cizesi şudur ki; ehl-i hakikatten ve kemalâttan herbir meslek sahibi, meşrebine muvafık, Kur'anda bir Kur'anını, bir hizb-i mahsusunu, bir üstadını bulur. Güya tek bir Kur'anda binler Kur'an var.

Bu mu'cizenin sırrı şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil, belki pekçok âyetlere ve kelâmlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşarat-ül İ'caz tefsir-i Nuriyede bu sır bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Herbir âyet, binler âyetlere bakar birer yüzü ve gözü var. Bu vaziyet-i Kur'aniye çok hakaika medardırlar. Ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikatın herbir kısmı kendi mesleğine göre, o küllî Kur'an içinde bir mahsus hizbleri var.

İşte Risale-i Nur'un Hizb-i Kur'anîsi de o neviden birisidir. Bunu böyle neşretmek için evliyadan olan merhum Hâfız Ali bunun tab'ını acele etmek istedi. Çünki tamam Kur'anın Risale-i Nur'un keşfiyatıyla hattında bir nevi mu'cize-i tevafukiye bulunmasından onu tab' edip bastırmak için bu hizb-i Kur'anîyi bir mukaddemesi, bir müjdecisi olarak bastırdılar.» (Em:150) deyip itiraz edenlere cevab veren Bediüzzaman Hazretleri devamla şu ehemmiyetli tarzını nazara verir:

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın büyük bir kumandanı olan Hazret-i Üsame Radıyallahu Anh; bir gün “hamd”e ait, bir gün “istiğfar”a ait âyetler, bir gün “tesbih”e ait, bir gün “tevekkül”e, bir gün de “selâm” lâfzına, bir gün de “tevhid” ve “Lâ ilâhe illâ hu”ya ait, bir gün de “Rab” kelimesine ait bütün Kur’andan müteferrik surelerden bir hizb-i Kur’anî çıkarmış, kendine bir vird eylemiş. Demek böyle hizblere izn-i Peygamberî (Aleyhissalâtü Vesselâm) var.» (Em:152)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu tarzda Kur’andaki “Kur’an” kelimelerini toplayıp “Hizb-ü Elfaz-il Kur’an” ve aynı şekilde “Resûl” kelimelerini cem’edip “Hizb-ü Elfaz-ir Resûl” namlarıyla neşretmiştir.

Çok kısa parçalarla tertib edilen Hizmet Rehberi adlı eserin tertib şekli hakkında şöyle denmektedir:

«Bu Hizmet Rehberi’ndeki yazılar, bahisler; Risale-i Nur’un Mektubat, Lem’alar, Şualar, Müdafaalar ve Lâhika Mektublarından alınan ve hizmet-i Nuriyeye, kısmen meslek-i Nuriyeye temas eden kısımlardan ancak birer cüz’üdür…

Bu Rehber’deki bazı kısa bahisler ve cümlelerden, derhal o bahis ve cümlelerin alındığı risalelere müracaatla mes’eleleri geniş isbat ve izahatla elde etmek, derketmek lâzımdır…

Bu Hizmet Rehberi Külliyat-ı Nur’dan ve Mektublardan, İhlâs ve Uhuvvet Risalelerindeki düsturları ve esasları te’yid ve takviye eden bahislerden müteşekkildir.» (HR: 8)

Bediüzzaman Hazretleri Arabî Mesnevî’si hakkında aynı cem’ ve tertip kaidesiyle yapılacak çalışmadan aynelyakîn bir marifetullahın tezahür edeceğini şöyle beyan eder:

«Şimdi burada emanetin hakkını eda etmek niyetiyle, Cenab-ı Hakk’ın tevfikiyle derim ki: Ben, Nokta, Katre ve Katre’nin Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe ve sair risalelerimde müteferrik hadsiyatı ve parça parça aynaları dercetmişim.

Eğer Cenab-ı Hakk’ın izniyle bir zaman gelir, birisi bütün bu müteferrik hadsleri ve parça parça aynaları tahrir ve tasvir edip birleştirirse; öyle bir ayna onlardan çıkabilir ki, aynelyakînin nuru o aynada zâhir ve nümayan olacaktır. Hem o müteferrik hadslerden öyle bir hads-i küllî meydana gelebilir ki, hakkalyakînin nuru ondan çiçekler açacaktır inşâallah.» (Mesnevî-i Nuriye Tercümesi / A.Badıllı sh: 235)

Yine aynı mevzuda, yani Risale-i Nur’un kendine has hususiyetlerine, te’sir ve faydalarına ondört asır önceden işarî bir mana ile dikkat çeken ve o hasiyetleri toplayıp incelenmesine teşvik eden İmam-ı Ali’nin (R.A.) meşhur bir eseri olan;

«Kasidede Risale-i Nur'un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sahifede der:

وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭ وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ

Yani: "İşte Risale-i Nur'un sözleri hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur." der. "Hurufların manalarını tahkik et." karinesiyle manayı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler manasındaki "Sözler" namıyla risaleler muraddır.» (Ş:298)

Şu husus da ehemmiyetle nazara alınmalıdır: Nasılki Kur’andaki mes’eleler ve hakikatler, Kur’an içinde serpilmiş olup muayyen bir yerde değil, bu sebeble de her ehl-i ilim aradığını bütün Kur’anda arar ve tahkik eder. Bu vesile ile Kur’an insanları ilmî çalışmaya sevkeder. İslâm dünyasında pekçok ilim erbabı Kur’andan çeşitli hakikatları tesbit ve izhar çalışmaları yapmışlar.

Öyle de Kur’anın hakiki bir tefsiri ve O’nun bir lem’a-i i’cazı olan Risale-i Nur dahi Kur’ana ittiba edip pek çok derin ve ince hakikatlar içinde serpilmiş olup o hakikatları Külliyat içinde arattırır, çalıştırır ve terakkiye sevkeder.

İşte hizmet hayatında ve cemiyette zamanla meydana gelen hâdiseler, mezkûr manadaki çalışmalara müşevvik ve sâiktir. Hem bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar kılınan kanun-u mübareze zeminini hazırlar. (Bakınız: Onüçüncü Lem’a Dokuzuncu İşaret ve Ondokuzuncu Mektub Beşinci Nükteli İşaret sh: 100 sonu)

Günün hâdiselerine göre istikamet cihetini gösteren Nur Risalelerinin derslerini ve düsturlarını nazara vermenin lüzumu, Emirdağ Lâhikası’nın Takdim yazısında şöyle ifade edilmiştir:

«Bu lâhikaların bir kısmı, ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vâkıalar, hâdiseler ve mes’elelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.» (E:7)

Aynı manayı ve hükmü teyiden, Hizmet Rehberi’nde de şu kayıd var:

«Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sadakat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahîye nâiliyetin ancak bu suretle mümkün olacağına kat’î kanaat getirsinler.» (HR:6)

Kastamonu Lâhikası sh: 56’da: «Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve hâşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş.» ifadesi, bu mes’elemize de bakan ve haslar dairesinin vazifesini ihtar eden bir tavsiyedir.

Hem de Risale-i Nur’un bazı ehemmiyetli ihbaratı ve ikazatının nazara verilmesi ve zamanla ortaya çıkan ve o ihbarı tasdik eden kısmında tatbikatın gösterilmesi ve buna bakan  Hz.Üstad’ın şu ifadesi:

«Beşinci Şua, yirmibeş sene evvel mesaili yazılan, yalnız bir-iki sahife tatbikat ilave edilip Şualar’a giren Beşinci Şua ellerine geçmesi ehemmiyetlidir.» (K:131)

«Sâlisen: Haşirdeki Mahkeme-i Kübra’ya şekva namındaki ve yirmisekiz sene evvel Meclis-i Meb’usana hitaben yazılan ve o vakit tab’edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhur’a yazılan üç maddelik parça, şimdi bu zamanda Ankara’da bazı meb’usların nazarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gönderilmiş. Size de bera-yı malûmat gönderiyoruz.» (Em:66)

Hem yine istikbale bakan ihbaratı izharla alâkalı şu beyanlar:

فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü'minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur'aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.  وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler(Ş:578)

«Şimdilik o hâdisat-ı gaybiyenin yüzer misallerinden -mülhidler tarafından avamın akidelerini bozmak fikriyle işaa edilen- yirmiüç mes'eleleri, tevfik-i Rabbanî ile gayet muhtasar bir surette beyan edilecek. Ve o mes'eleler mülhidlerin tahmini gibi zarar vermemekle beraber, her biri bir lem'a-i i'caz-ı Nebevî olduğu görünmekle ve hakikî tevilleri isbat ve izhar edilmekle akide-i avamı kuvvetlendirmeğe mühim bir sebeb olmasını rahmet-i Rabbanîden rica edip hatiatımı ve galatatımı afv u mağfiret altına almasını Rabb-ı Rahîmimden niyaz ederim.» (Ş:582)

…gibi daha pek çok ikazların bir vesile ile izhar edilmesi, ihtiyaca göre yapılan tatbikatlara örnek gösterilebilir.

Merhum Zübeyr Gündüzalp Ağabey, Hz.Üstad’ın Haslar Dairesinde esas teşkil eden dört vazifeye ehemmiyet verdiğini söylemişti. Meâlen:

a) Risale-i Nur eserlerinin neşri ve muhtaç ellere geçmesinin temini…

b) Dershaneler açılıp Risale-i Nur eserleriyle dersler yapılması ve bu hizmette esas teşkil eden fedai hizmetkârların yetişmesi…

c) Tevafuklu Kur’anın neşri

d) Cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında istikametli hareketi göstermek ve böylece Nur cemaatının istikametli hizmet birliğini korumak ve Risale-i Nur’la yapılan hizmetin ehemmiyetini beyan ve hizmete teşvik etmek ve muarızların aleyhteki plânlarına karşı cemaatı ikaz etmek gibi hikmetler için; Haslar Dairesinden Lâhikaların neşredilmesi, haslar dairesinin esas vazifeleridir.

NETİCE

Bu derlemeyi hazırlamakta maksadımız, hakikat-ı hali tam bilemiyen iyi niyet sahibi olan bazıların doğruyu kitabdan görüp yanlışa düşmemelerine yardım etmek ve her meselemizi Risale-i Nur Külliyatında aramaya dikkat çekmek ve bu Derlemede ele alınan Hakkın Müdafaası hakkında, kitabî istikameti ve müvazeneyi görüp göstermektir. Neşriyatımızın hiçbirinde bir adavet ve muaraza meyli ve düşüncesi yoktur ve olamaz. Müslümanlar arasına fesad sokmak isteyen gizli müfsidler, bizden en küçük bir ifsad imkanı bulamazlar. Bu cihette gayet hassas ve müteyakkız olmanın elzemiyetini görüyoruz.

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık