DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

RİSALE-İ NUR NEDİR?

RİSALE-İ NUR, Kur’anın i’caz-ı manevîsinin tefsiri olup, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tara­fından 1920-1960 sene­leri arasında telif edilmiş olan eserlerdir.

Risale-i Nur isminin verilişi eserlerinde şöyle ifade edilir:

«Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan fü­yu­zatı yanım­daki kim­selere yazdırarak birtakım risale­ler vü­cuda geldi. Bu risa­lelerin heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edil­diği için bu isim vicda­nımdan doğ­muş. Bunun ilham-ı İlahîoldu­ğuna bütün ima­nımla kaniim.» (Şualar sh: 496)

Risale-i Nur’un Barla’da başlayan te’lifi ve o dev­rin çok ağır tahakküm ve istibdadı, Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatı’nda şöyle beyan ve tas­vir edilir:

«Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderi­len Risale-i Nur Külliyatı­nın te’lif edilmeye başlandığı ilk mer­kezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin hususan Anadolu hal­kının başına gelen deh­şetli bir dalalet ve dinsizlik cereya­nına karşı, Kur’andan gelen bir hidayet nurunun, bir sa­adet güneşinin tulu’ ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabba­nînin ve lütf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kah­raman İslâm Milletinin evlad­ları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve me­matlarının, ebedî sa­adetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdad ve zulüm ve tarassud altında bulun­duruluyordu. Barla’ya ne­fiy sebebi ise kalabalık şe­hirlerden uzaklaştırıp, böyle hücra bir köye atıla­rak ru­hunda mevcud hami­yet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuş­tur­ma­mak, söyletmemek, İslâmî imanî eserler yazdır­mamak, âtıl bir vaziyete düşürup din­sizlerle mücahe­deden ve Kur’ana hizmetten men’etmek idi. Bediüzzaman ise, bu plânın tamamen aksine hare­ket et­mekte muvaffak oldu bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’an ve iman hakikatlarını ders ve­ren Risale-i Nur eserlerini te­’lif ederek perde altında neş­rini temin etti. Bu mu­vaffa­kiyet ve bu muzafferiyet ise çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, ha­kikî bir tek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup, yok edilmeğe çalışılıyordu. Dinsizler, Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuş­muş kalb ve akılları ihtizaza geti­ren İslâmî ve imanî neşri­yatına mani ola­mamışlardı.

Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmibeş senelik eşedd-i zu­lüm ve istibdad-ı mutlak devrinde hiç­bir zatın yapama­dığı bir iş idi.

Bediüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir. Bu ta­rihler, Türkiye’de yirmi beş sene de­vam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-yı faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeair­leri birer birer kaldıra­rak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı topla­tıp imha et­mek” plânlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını ibli­sane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’anı imha etmesini intac ede­cek bir plân yapa­lım” demişler ve bu plânı tatbike ko­yulmuş­lardı. İslâmiyeti yok etmek için, tarihte görül­me­miş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.

Evet altıyüz sene, belki Abbasîler zamanından beri yani bin seneden beri Kur’an-ı Hakîm’in bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evladlarını, İslâmiyetten uzaklaştır­mak ve mahrum bırakmak için, müs­lümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalı­şılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î de­ğil, küllî ve umumî idi. Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar ma­sumların, talebelerin iman ve itikadlarına dünyevî ve uh­revî fe­la­ketlerine taalluk eden çok geniş ve şümullü bir hâ­dise idi. Ve kıya­mete kadar gelip geçecek Anadolu hal­kının ebedî hayat­larıyla alâkadardı.

O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yük­sek bir mevki-i mu­allayı ih­raz etmiş bulunan kah­raman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler ya­pılıyor ve ciha­nın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak ma­zisi ve o mazide med­fun muhte­rem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebe­lere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları ke­silerek bir ta­kım maskeli ve sû­reta parlak kelâmlarla iğ­falatta bulunularak, komü­nizm reji­mine zemin hazırlanıyordu!

İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek te­rakki ve medeniyet umdeleri yerine din­siz fel­sefenin bataklı­ğındaki nursuz pren­sipler, edebsiz edip ve feylesofların fikir ve ideoloji­leri, gizli ko­münist­ler, farmasonlar, din­sizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve manen yıprat­mak, sömürmek emelleri­nin başında, Kahraman Türk Milletinin dinî bağ­lardan uzak­laştı­rılması örf-âdet, an­’ane ve ah­lâk bakımından tama­men İslâmiyete zıt bir du­ruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar ma­alesef tatbik sahasına konmuştu!

İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin, Risale-i Nur’la Anadolu’daki hiz­met-i imaniye ve Kur’aniyesine cansi­pe­rane çalı­şan bir fedai-yi İslâm ola­rak başladığı sene­ler ki, zemin yüzü­nün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlan­gıcı ve teessüs za­manı idi. Bunun için Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la hiz­metine nazar edildiği vakit, böyle deh­şetli bir zamanı göz önünde bulundurmak icab eder. Zira tarihte em­sali gö­rülmemiş bu kadar ağır şerait tahtında yapılan zerre ka­dar hizmet, dağ gibi bir kıymet kazanabilir ufacık bir hiz­met, büyük bir değeri ve ne­ticeyi haiz olabilir! İşte Risale-i Nur böyle dehşetli ve ehem­miyetli bir za­manın mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur’un müellifi, yirmibeş senelik din yıkıcılı­ğının hükmet­tiği dehşetli bir devrin cihad-ı diniye meydanının en bü­yük kahra­manı ve tâ kıyamete kadar Ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) Dar-üs Selâm’a davet eden ve beşeriyete yol gös­teren reh­ber-i ekmeli­dir. Ve hem Risale-i Nur, Kur’anın elmas bir kılıncıdır ki, za­man ve zemin ve fiiliyat bunu kat’iyetle isbat et­miş ve gözlere göstermiştir. İşte öyle elîm ve feci ve dehşetli bir devri ih­das eden dinsizlerin icraatı olan pek ağır şartlar dâhilinde Bediüzzaman’ın inayet-i Hak’la te’life muvaffak olduğu Risale-i Nur eserleri, dinsizli­ğin istila­sına karşı, yıkıl­ması gayr-ı kabil olan muazzam ve muhteşem bir sed teşkil et­miştir. Risale-i Nur maddiyyunluk, tabi­iyyunluk gibi dine mua­rız felsefe­nin muhal, bâtıl ve mümteni’ oldu­ğunu cerhedilmez bürhanlarla, aklî mantıkî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubi­yete dûçar etmiş, din­siz­liğin istilasını durdurmuş­tur.

Evet Bediüzzaman’a yapılan o tarihî zulüm ve iş­kence ve iha­netler al­tında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül İslâmdır. Risale-i Nur ruhların sev­gilisi, kalblerin mahbubu, âşıkla­rın maşuku, canların cananı ol­muş ica­bında bu canan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur be­şerin sertacı ve ha­laskârı mevki-i mualla­sında hiz­met yapmış ve yapmakta­dır. Risale-i Nur, Kur’anın son asır­larda bekle­nen bir mu­’cize-i manevîsi ola­rak tulû’ etmiş ve başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeş­leri, bu ha­kikat-ı Kur’aniye etrafında pervaneler gibi dönerek onun nu­ruyla nurlanmışlar, ondaki Kur’an ve iman ha­kikatlarını mas­setmişler (emmiş­ler), imanlarını kuv­vetlendirmişler ve bu haki­kat-ı kübrayı bütün dün­yaya ilân etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmişlerdir.

Evet Türk Milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i İslâmı ebede ka­dar şe­refle yaşatacak ve mazide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın sa­hifelerine, Kur’an ve İslâmiyet hizmetinde âlem-i İslâmın pişdarı ve namdar kumandanı olarak kaydetti­recek me­dar-ı iftiharı Risale-i Nur’dur. Büyük bir vüs’at ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslâm Âleminde zu­hur edip her tarafta hüsn-ü kabule ve te­sire mazhariyetle git­tikçe inki­şaf ve intişar eden bu eser Kur’anın malıdır, âlem-i İslâmın ve ehl-i imanın ma­lıdır ve bu vatan aha­lisinin İslâmî bir me­dar-ı iftiharı­dır. Bu memlekette hükmeden bir hükûmetin nokta-i istinadı, hem aynı za­manda bütün dünyaya duyu­racağı muazzam hakikatlar manzumesidir ki, inşâallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders veri­lecek ve ilân edile­cektir.

Evet dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üçyüz yıl ev­vel âlem-i beşeri­yete doğmuş olan güne­şin bir in’i­kasıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’a­larından birisidir ve beklenilen son mu’cize-i manevî­sidir! Yalnız mane­viyat saha­sında değil, zâhiren ve madde­ten dahi te­sirini göstermiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 151-156)

Nur Risalelerinde bütün Kur’an âyetleri değil, dev­rin ihtiya­cına ce­vap veren, imanî hakikat­ları anlatan âyetler tefsir edilmiştir. Eserin ye­gâne istinadgâhı Kur’andır. Mehmed Akif Ersoy’un:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.

beytiyle ifade ettiği idealini, Nur müellifi tahak­kuk ettirmiştir. Risale-i Nur 1957 senesinden beri mat­ba­alarda muhtelif defalar ba­sılarak neşre­dil­miştir ve edilmektedir.

Daha has bir tarifle Risale-i Nur Bediüzzaman Said Nursî’nin “Yeni Said” devresinde yazdığı eserlerinin hepsine birden veri­len isimdir. “Eski Said” devresinde yazdığı eserlerinin de bir kıs­mını sonra­dan bizzat ken­disi Risale-i Nur’a dâhil etmiştir. Bazı mektublarında buna dair beyanları var­dır.

Bu eserlerinin bir kısmı ciltli kitaplar halinde, bir kısmı da cep kitap­ları şeklindedir. Ciltli kitap ha­linde olanlar şunlardır:

Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Barla Lâhikası, Kastamonu Lâhikası,  Emirdağ Lâhikası, İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye.

Son ikisinin aslı Arabça olup, kardeşi Abdülmecid Efendi tara­fından ya­pılmış tercümeleri neşredilmekte­dir. Mesnevi-i Nuriye daha sonraları Abdülkadir Badıllı tarafından da tercüme edilmiştir.

Bir de Bediüzzaman Hazretlerinin hayatına dair yakın ta­lebeleri tara­fın­dan yazılmış Tarihçe-i Hayat eseri bu me­yanda zikredilebilir. Bu ciltli kitaplar­dan alınarak tertib edilen ciltli iki kitap daha vardır: Asa-yı Musa ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî.

Küçük cep kitabı olarak neşredilen ve ciltli ki­taplar­dan alın­mamış eserleri ise şunlardır:

Hutbe-i Şamiye, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Münazarat, Muhakemat, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Nurun İlk Kapısı, Nur Âleminin Bir Anahtarı.

Gerek mecmua şeklinde birarada gerekse müstakil ola­rak neşre­dilen bu risalelerden bazılarına hususi isimler de verilmiş­tir. Tesbit edebildiklerimiz şun­lar­dır:

Türkçe Risaleler:

Âyet-i Feth Risalesi,

Âyet-i Hasbiye Risalesi,

Âyet-ül Kübra Risalesi,

Bismillah Risalesi,

Elhüccet-üz Zehra Risalesi,

Es’ile-i Sitte Risalesi,

Esma-i Sitte Risalesi ,

Fihriste Risalesi,

Hakikat Çekirdekleri Risalesi,

Hastalar Risalesi,

Haşir Risalesi,

Hikmet-ül İstiaze Risalesi,

Hutbe-i Şamiye Risalesi,

Hutuvat-ı Sitte Risalesi,

Hücumat-ı Sitte Risalesi,

İçtihad Risalesi,

İhlas Risaleleri,

İhtiyarlar Risalesi,

İktisad Risalesi,

İşarat-ı Kur’aniye Risalesi,

İşarat-ı Seb’a Risalesi,

İşarat-ı Selase Risalesi,

Kader Risalesi,

Keramet-i Aleviye Risalesi,

Lemeat Risalesi,

Meyve Risalesi,

Minhac-üs Sünne Risalesi,

Mi’rac Risalesi,

Mirkat-üs Sünne Risalesi,

Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi,

Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi,

Muhakemat Risalesi,

Müdafaat Risalesi,

Münacat Risalesi,

Münazarat Risalesi,

Nokta Risalesi,

Notalar Risalesi,

Nur Âleminin Bir Anahtarı Risalesi,

Nurun İlk Kapısı Risalesi,

Nübüvvet-i Ahmediye Risalesi,

Pencereler Risalesi,

Ramazan Risalesi,

Rumuzat-ı Semaniye Risalesi,

Sünuhat Risalesi,

Şakk-ı Kamer Risalesi,

Şefkat Tokatları Risalesi,

Şuaat-ı Marifet-in Nebi Risalesi,

Şükür Risalesi,

Tabiat Risalesi,

Telvihat-ı Tis’a Risalesi,

Tesettür Risalesi,

Uhuvvet Risalesi,

Zerrat Risalesi.

Arabî Risaleler:

Habbe,

Hubab (Habab),

İşarat-ül İ’caz,

Katre,

Kızıl İcaz,

Lasiyyemalar (El-Lasiyyemat) ,

Lem’alar (El-Lemeat),

Reşhalar (Er-Reşahat),

Şemme,

Şu’le,

Ta’likat,

Zerre,

Zühre (Zehre).

Risale-i Nur Külliyatında risaleler hakkında veri­len bilgiler­den bazı örnek­ler:

«Risalet-ün Nur’un eczaları Sözler namıyla iş­tihar etmiş­ler. Sözler ise Arabça “kelimat”tır.» (Şualar sh: 699)

İmam-ı Ali (R.A.) meşhur Celcelutiye Kasidesinde

«Risale-i Nur’un mühim eczala­rına tertibiyle işaretlerin hâ­timesinde, mukabil sayfada der:        

وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭ وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ

Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyle­dik. Sen onların hassala­rını topla ve mânâlarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların mâ­nâlarını tahkik et” karine­siyle mânâyı ifade etme­yen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelime­ler mânâsındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا (1 )(Şualar: 298)

«Malûmdur ki Risale-Nur başta otuzüç adet Sözler’dir ve Sözler na­mıyla yad edilir. Fakat Otuzüçüncü Söz müstakil değil, belki otuzüç adet Mektubat’tan ibaret­tir. Ve Mektubat namıyla zik­redilir. Sonra Otuzbirinci Mektub dahi müstakil değil, belki otuzbir adet Lem’alar’dan mürekkebdir. Ve Lem’alar adı ile müştehir­dir. Sonra Otuzbirinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuzbir adet Şualar’dan mürek­keb olacak.» (Şualar sh: 730)

Görüldüğü gibi bütün risaleler müteselsilen Sözler’den gel­diğinden, Söz­ler ismi bu makamda Risale-i Nur külli­yatını ifade eder.

En çok iman esaslarının izah ve isbatı üzerinde duran bu eserler Velayet-i Kübra yolundan giderek akıl ve kalbi be­raber inkişaf ettirir. Mes’eleleri, teferru­atıyla ele almak ye­rine, kâinata şamil hikmet-i İlahiyenin küllî nokta-i nazarıyla izah eder. Okuyucunun mantık ve anlayış seviyesini yüksel­terek, mes’ele­leri küllî ve isabetli anlama imkânını verir ve ikna kabiliyetini ar­tırır, az söyler çok öğretir.

«Bediüzzaman, eserlerinde hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak lafızdan ziyade manaya ehemmiyet ver­miştir. Manayı, lafza feda etme­miş lafzı manaya feda etmiştir. Üslûbda okuyucunun bir nevi he­vesini nazara almamış, hakikatı ve manayı esas tutmuştur. Vücuda el­biseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 697)

«Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, na­zirsiz cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet Bediüzzaman, za­tına mahsus bir üslûba malik­tir. Onun üslûbu başka üslûb­larla müvazene ve muka­yese edile­mez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaide­sine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşme­miş gibi zan­nedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir ima veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o be­yan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince ince­liği, âlim­ler de birden pek anlamadıklarını iti­raf etmişlerdir. Bunun için Bediüzzaman’ın eserlerin­deki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla işti­gal etmemiş olanlar birden intikal edemezler.

Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı mer­hum Mehmed Akif, bir üdeba meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspir’ler, Dekart’lar edebi­yatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi ola­bi­lirler” demiştir.» (Sözler sh: 764)

Bediüzzaman Hazretleri, Lemaat adlı eserinde şöyle der:

«Zannımca lafz ve nazım, san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meş­gul eder. Nazarı manadan çevir­me­mek için perişan olması daha iyi­dir.» (Sözler sh: 694)

İşte Risale-i Nur bu tarz üzere gittiği için, lafza ehemmiyet verenlerin nazarında edebî meziyeti tam gö­rünmeyebilir. Bediüzzaman bu hususu be­lirtirken: «Nur, nar göründüğü gibi ba­zan şiddet-i belâgat dahi, müba­lağa görünür.» (Mektubat sh: 475)

...diyerek Kur’anî beliğ eserlere, Kur’anın belâgat naza­rıyla bakılması ge­rektiğini hatırlatır.

Böyle edebî meziyetleri sebebiyledir ki, İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Celcelutiye” nam eserinden işarî ma­nada bir istihra­cında Bediüzzaman Hazretleri şöyle di­yor:

«Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ ma­nasındadır. İbare­leri bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerle­rinde tereşşuhatı gö­ründüğünden, kasidenin ismi ona bakı­yor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatım olma­dığı halde, bana verilen Bediüzzaman lakabı benim değildi. Belki Ri­sale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emane­ten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş. Demek Süryanice bedi’ manasında ve kasidede tekerrürüne bi­naen kasi­deye verilen Celcelutiye ismi, işarî bir tarzda bid­’at zama­nında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim nok­tala­rıyla bedi’liğine münase­bettar­lığını ihsas etme­sine ve bu isim bir parça ona da bakma­sına ve bu ismin müsemma­sında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına.. tahmin edi­yo­rum.» (Şualar sh: 747)

Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un bu ulvî mezi­yet ve hususiyetini, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bir beya­nını naklede­rek şöyle ifade eder:

«O imam, ders verirken diyordu:

“Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafı­dır” ve “Birtek mesele-i imani­yenin vuzuhla inkişafı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır.”

Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar de­mişler ki: ‘Mütekelli­mînden ve ilm-i kelâm ule­masından birisi ge­lecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i ak­liye ile kemâl-i vuzuhla isbat ede­cek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki­2HAŞİYE  o adamım” diye, iman ve tevhid bütün kemâlât-ı insaniyenin esası, mayası, nuru, hayatı oldu­ğunu ve (3 )تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍdüsturu, tefekkürat-ı imani­yeye ait bulun­ması ve Nakşî tari­katında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıy­met­tar tefekkürün bir nev’i olmasıdır diye tâlim ederdi.» (Şualar sh: 166)

Bediüzzaman Hazretleri, Muhakemat eserinin unsur-u belâ­gat kısmında üslûbun ehemmiyetli unsurlarını anla­tır­ken diyor ki:

«Üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz ve “Es­rar-ül Belâga”sındaki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi…

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın me­alindeki arabiyy-ül ibare, lâsiy­yema makale-i sâlisedeki müşevveş fakat muhkem par­çaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti, şu kitabı üslûb-u âlî’ye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz­’î­dir.

Elhasıl: Eğer İlahiyat ve usûl bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuv­vet ve heybeti tazammun eden üs­lûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.

Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zinet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzey­yeni elinden gelirse elden bı­rakma. Fakat gösteriş ve tasan­nu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.

Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilim­lerde isen vefa ve ihti­sar ve selâmet ve selaset ve tabi­iliği te­kef­fül eden ve sadeliği ile cemal-i zatiyeyi göste­ren üs­lûb-u mücerrede iktisar et.» (Muhakemat sh: 109)

Bununla beraber Risale-i Nur gibi akla, kalbe ve hissi­yata ders veren eser­lerden daha iyi istifade edebil­mek için, hitabetin güzelliği ile beraber muha­tabda da gereken bazı hususiyetler vardır. O hususiyetler ise: Kur’andan alı­nan o manevî ilaçlara ihtiyacını hissetmek ve kendi manevî hasta­lıklarının farkında olup izalesini istemek ve bekadan başka hiçbir şeye razı olmayan ve vicdanın derin­lerinde bulunan fıtrî aşk-ı bekanın fani­yat âle­minin boğucu dal­gaları içinde vaveylalarını işi­terek manevî im­dad aramak haletlerinde olmak gibi şart­lardır.

Evet Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:

«Bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmi­yetli bir mu­hakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mü­te­nevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz et­miş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zev­kede­mez.» (Şualar sh: 60)

«Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutla­kası- ha­riçten hiç­bir sebeb gelmiyerek, ruhum­dan tevel­lüd eden bir hacete binaen, ani ve de­f’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gös­ter­diğim vakit, de­miş­ler: “Şu zamanın yarala­rına deva­dır.” İntişar ettikten sonra ekser kar­deşlerimden anla­dım ki, tam şu zaman­daki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.» (Mektubat sh: 375)

Bediüzzaman Hazretleri, müellifi olduğu ve hayatı boyunca oku­yup isti­fade ettiği eserlerinin manevî ihti­yaçlarına nasıl deva olduğunu anlatır­ken, sahib olduğu ha­let-i ruhiyelerinden bir ka­çını zikredersek, mes’elemiz bir derece daha tavazzuh eder. Çünki eserlerinin bir kısmı, Bediüzzaman  Hazretlerinin kendi ifa­desiyle:
«Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye de­ğil belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imani­yedir ve pek yük­sek ve kıymet­tar maarif-i İlahiye hük­mündedir.» (Mektubat sh: 356)

İşte hakaik-ı imaniyeye şiddetli ihtiyaç duyuran o ha­letler­den birisi:

«Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti da­ğıtacak bir inti­bah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mana­sıyla, ölüm bütün çıp­lak­lığıyla ve zeval ve fena, ağlattı­rıcı lehva­larıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratım­daki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar ol­du­ğum ehl-i kemalat ve meşahir-i enbiya ve evliya ve as­fi­yanın sönme­lerine, mahvolmalarına karşı mahiye­tim­deki rik­kat-i cin­siye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feve­ran etti. Ve altı cihete istimdadkâ­rane baktım. Hiç bir te­selli, bir meded göre­medim. Çünki za­man-ı mazi tarafı, bir mezar-ı ekber ve müs­takbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol ta­raflarından elîm ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gör­düm. Birden sırr-ı tevhid im­dadıma ye­tişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gös­terdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yü­züne baktım. Gördüm ki ölüm, ehl-i iman için bir terhistir ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekân­dır, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesi ve kapısı­dır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uç­mak­tır. Hizmetinin ücretini al­mak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbet­tir ve dar-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’i anladığımdan, ölümü ve mevti sev­meğe başla­dım.» (Şualar sh: 16)

...diye devam eden bahiste, sırr-ı tevhidin şifakâr nurla­rı­nın tafsilatını Nur risalelerine havale eder.

Dinî hizmette ehemmiyeti haiz olan tebliğde dikkat edilmesi gereken hu­suslardan birisi, muhatabın o haki­kat­lara ihtiyaç du­yan kişi olmasıdır. Bediüzzaman, eser­lerinde tebliğ hakkında ih­tiyaç duymak şartını ısrarla bildi­rir. Ezcümle: Herkesle görüş­mediği cihetle sorulan bir sual ve cevabı çok dik­kat çekicidir:

«Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un inti­şarına ve is­tifadesine belki bir zarar olur?

Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzem­dir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade et­tirmek vazife-i İlahiyedir, ona karı­şamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almağa teşvik etmeğe ih­tiyaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar ol­duğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yal­varmalı. Hem Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.» (Siyaset-Neş­riyat sh: 113)

«Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftar­ları ara­maya kendile­rini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hiz­mettir, müşterileri aramayız, on­lar gel­sinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyor­lar.» (Emirdağ Lâhi­kası-II sh: 170)

«Hem müşterileri aramak değil, belki müşteri­ler hakiki ihtiyacını his­se­dip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u arama­sının lüzumu…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 257)

Hem «yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğ­ruya nef­sime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muh­taç ve kalbleri ya­ralı olanlar o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyor­lar.» (Mektubat sh: 70)

«Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz müş­teriler onu aramalı, yal­varmalı.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)

...şeklindeki ifadelerden anlaşılıyor ki Risale-i Nur’da kem­miyetten ziyade keyfiyet esas alınır.

Yine Bediüzzaman bu mevzumuzla alâkalı olarak ken­disinin bazı ifadeleri hakkında şöyle der:

«Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı his­setsin. Muhtaç olmayanlar ise za­ten meşgul olmaz­lar ki, ihtiyaç hisset­sinler. Demek meş­gul olanlar, ihtiyacı his­setmişlerdir.» (Mesnevi Tercümesi/A.Badıllı sh: 84)

«Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya la­fız ve üslû­bun perişanlı­ğından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ül Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mâ­nânın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttır­mak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet ver­mek ister müşkilat-ı Kur’aniye bu kısım­dandır.» (Muhakemat sh: 41)

Daha bu misaller «gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğ­ruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakim’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ru­haniye, ihtiyacını hisse­denlere ve ciddi ihlas ile istimal eden­lere yeter, kâfi gelir.» (Mektubat sh: 358)

...diyen Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, in­san­lık dün­yasının ve hele bu asır insanlığının ıztırabını çektiği manevî dertlerinin devası olduğunu ilân eder. Hülasa, Risale-i Nur’dan ileri derecede istifade edebil­mek için, ma­nevî yara­larını hissedip tedavisine ihtiyaç duymak gerektir. Aksi halde yani dünya emel­lerine ve hayatına meftun olmuş ve sefahete dalmış veya acz ve fakrını his­setmez bir istiğna ve gurur haletine girmiş veya enani­yet, şan ü şe­ref hırsı ve si­yaset sarhoşluğu içine gömülmüş olanlar, hakaik-i imaniyeyi aklen anla­salar bile vicdanen, kalben ve ruhen tefeyyüz edip ha­kiki istifade edemezler veya çok nok­san ve sathî kalırlar. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri şa­yan-ı dikkattir:

«Bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden te­cerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.» (Mektubat sh: 70)

«Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığın­dan, siyasî bir kafa çabuk tak­dir edemiyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)

«Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açı­lır, zul­metler dağılır.» (Mektubat sh: 26)

«Hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu’, te­melluk, te­zellül zul­metleriyle birleşemiyor.» (Lem’alar sh: 44)

Bu misaller hayli çoğaltılabilir.

Risale-i Nur külliyatının kıymeti ve mümtaz hu­susi­yet­leri hakkında müel­lifi bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde hayli beyan ve ifadeler var­dır. Ezcümle:

«Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı ima­niye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işa­ret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki ha­kaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî te­lakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bula­maz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla ye­tişemediği haka­ikı avam­lara da, çocuklara da bildiri­yor.

Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme kırk-elli sahifede, meşhur “Mukaddemat-ı İsna Aşer” namıyla “Telvih” nam kitabında ancak hallettiği ve ancak ha­vassa bildirdiği aynı mesaili, Kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildi­recek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiç­bir felse­fe­nin eliyle keş­fedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tıl­sım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azimüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkil-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi dör­düncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirin­deki re­mizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün ta­havvülat-ı zer­ratın altı adet hikme­tinde keşfedilmiştir. Kâinattaki fa­aliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve akıbe­tinin muammasını ve tahavvülat-ı zer­rat­taki hare­kâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişler­dir, mey­dandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububi­yeti hem niha­yetsiz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu­’diye­ti­miz olan hayret-en­giz hakikatları kemal-i vuzuh ile Onaltıncı Söz ve Otuz ikinci Söz beyan et­tikleri gibi, kud­ret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi ol­du­ğunu ve haşr-i a’zamda umum ziruhun ihyası, bir nef­sin ihyası kadar o kudrete kolay ol­duğunu ve şirkin hil­kat-ı kâ­inatta müdahalesi imtina’ de­recesinde akıl­dan uzak ol­duğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌkeli­mesi beyanında ve üç temsili havi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiş­tir.

Hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyede öyle bir ge­nişlik var ki, en bü­yük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde benim gibi zihni mü­şevveş, vazi­yeti perişan, mü­racaat edi­lecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikın ekseriyet-i mutlakası deka­ikıyla zuhuru doğ­rudan doğ­ruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı ma­nev­îsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işa­ret-i gaybiyedir.» (Mektubat sh: 372)

Evet «Resail-in Nur’un mesaili ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlaka ile sünu­hat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 210)

«Sözler hakkında tevazu’ suretinde demiyorum belki bir ha­kikatı be­yan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kema­lat, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yü­zer ayat-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve ma­dem ben faniyim, gi­de­ceğim elbette baki olacak birşey ve bir eser, benimle bağ­lanmamak ge­rektir ve bağlanma­malı.

Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gel­mi­yen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleri­dir elbette sema-yı Kur’anın yıl­dız­larıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çü­rük bir di­rek ile bağlanma­malı. Hem madem örf-i nâsda, bir eser­deki mezaya, o eserin masdarı ve menba’ı zannet­tik­leri müellifinin etva­rında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-ı âliyeyi ve o ce­vahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremiyen şahsiyetime mal etmek ha­kikata karşı büyük bir haksız­lık ol­duğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak, Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar ol­duklarını iz­har etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm sal­kımlarının hasiyetleri, kuru çu­bu­ğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hük­münde­yim.» (Mektubat sh: 369)

«Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u ak­liye ve felsefi­yede ha­reket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete ka­naat ede­medi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir de­rece yaralı idi tedavi lâ­zımdı. Sonra hem kalben, hem ak­len hakikate gi­den bazı büyük ehl-i hakikatın arka­sında gitmek is­tedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazi­bedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gidece­ğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üs­tadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşa­dıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu ma­nevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti.

Gözü kapalı olarak değil belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlana Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gö­zünü kapadığı yerlerde, o ma­kam­larda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a had­siz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadiyle haki­kate bir yol bulmuş, girmiş.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 7)

«Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek merte­beli vela­yet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün le­ta­iflerinin hissele­rini aldık­ların­dan ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid oldu­ğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi velayet-i kübra fe­yiz­lerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

Evet, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:

Biri: Tarikat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.

İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat ber­zahına uğ­ramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yük­sek ve kısa tarik şudur. Demek ha­kaik-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercü­man­lık eden Sözler, o hassaya malik ola­bilir­ler ve ma­liktirler.» (Mektubat sh: 356)

«Risale-i Nur Kur’anın çok kuvvetli, ha­kiki bir tef­si­ridir.” tekrar ile dediğimizden, bazı dik­katsizler tam manasını bi­lemediğinden bir hakikatı be­yan etmeğe bir ihtar aldım. O hakikat şudur.

Tefsir iki kısımdır:

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibare­sini ve ke­lime ve cüm­lelerinin manalarını be­yan ve izah ve isbat eder­ler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikat­larını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmek­tir. Bu kısmın pekçok ehem­mi­yeti var. Zâhir malûm tefsir­ler, bu kısmı bazan müc­mel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur doğru­dan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsir­dir.» (Şualar sh: 515)

Hem Kur’an (2:129, 151, 269) âyetlerinden isti­faza ile:

«Risale-in Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâina­tın ayine­sinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsi­yeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neti­cesi, hikmet-i Kur’aniyedir.» (Şualar sh: 700)

Hem «Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesle­ğinde gitme­yip, Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamış­tır ki, bu dehşetli za­manda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp ga­lebe et­miş.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 8)

«Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok müta­laa eden bir kı­sım zatlar taraflarından soruldu: “Risalet-in Nur’un ver­diği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Elcevab: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ülemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neti­cele­rinden ve meyve­lerinden ve feyizle­rinden bahse­der­ler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve kökle­rine hü­cum yoktu ve erkân-ı iman sar­sılmıyordu. Şimdi ise kök­lerine ve erkâ­nına şiddetli ve ce­maatli bir surette taarruz var. O divanlar ve ri­salele­rin çoğu has mü’minlere ve ferd­lere hitab ederler, bu zamanın deh­şetli ta­arruzunu def’e­demiyorlar.

Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan isti­fade cihetine değil, belki çok delil­ler ve parlak bürhan­lar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muha­faza­sına ve şübehattan kurtarma­sına hizmet et­tiğinden herkese bu za­manda ek­mek gibi, ilaç gibi lü­zumu var olduğunu dik­katle bakanlar hükmediyor­lar…

Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yal­nız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zev­kiyle ha­re­ket etmiyor belki akıl ve kalbin ittihad ve imti­zacı ve ruh vesair letaifin te­avünü ayağıyla ha­reket ederek evc-i a’lâya uçar taar­ruz eden felsefe­nin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar ha­kaik-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 11)

Bu zamandaki dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı Risale-i Nur’un en isabetli ve muvaffakiyetli eserler oldu­ğunu beyan eden Bediüzzaman, bu se­beble Nurcuların mün­hasıran Risale-i Nur’la hizmet ettikle­rini ifade eder ve bunu elzem görür. Ezcümle bir mek­tubunda şöyle diyor:

Bazı kimseler «diyorlar: “Said, yanında başka ki­tabları bulun­durmu­yor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (R.A.) tam beğen­miyor ki, eserle­rini yanına getirmiyor.” İşte bu acib manasız sözlerle bir bu­lantı veri­yorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zen­dekadır fakat, saf­dil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapı­yorlar.

Buna karşı deriz ki: “Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül-İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlıyan ye­gâne üsta­dımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mes­leği ehl-i dalaletin hü­cumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.

Fakat onların zamanında bu dehşetli zendeka hü­cumu, er­kân-ı imani­yeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve al­lâme ve müçtehid zatların asırla­rına göre münazara-i il­miyede ve diniyede isti’mal ettikleri silahlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edeme­diğinden Ri­sale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşman­ların başını dağıta­cak silahları bul­duğu için, o müba­rek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum on­la­rın merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risale-i Nur’a tam mü­kem­mel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az ol­duğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eser­lerden de istifade etsek.

Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mis­linden zi­yade zatlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi ya­pıyorlar. Biz de, o vazifeyi on­lara bırakmışız. Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstad­la­rımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar se­ve­riz. Fakat herbirimizin birer ka­fası, bi­rer eli, birer dili var, kar­şımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silah, mit­ralyoz gibi Risale-i Nur bürhanla­rını gördüğümüz­den, mec­buriyetle ona sa­rılıp iktifa ediyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 182)

«Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anla­dılar ki, Nur Tale­be­lerinin kefenleri boyun­larındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadla­rından ayırmak kabil değil­dir. Bunun için şey­tanî plânlarını, desiselerini de­ğiştir­diler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden is­tifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular.

O münafıklar veya o münafıkların adam­ları veya adamlarına al­danmış olanlar dost su­retine girerek, ba­zan da talebe şekline gire­rek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hiz­mettir bu da onlarla müca­deledir. Şu malû­matı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet eder­sin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarlasırf o Nur Talebe­sinin Nurlarla olan meşguliyet ve hiz­metini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevi­rip, nihayet Risale-i Nur’a ça­lışmaya vakit bı­rakmamak gibi tuzaklara düşür­meye çalışıyor­lar. Ve­yahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şey­lerle aldatmaya veya kor­kut­makla hizmetten vazge­çirmeye gayret ediyorlar.

Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî inti­bah ve uyanıklık veriyor ki bütün böyle aldat­malar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teş­vik ve o dessas müna­fıkların mak­sat­larının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hâ­sıl ediyor.

Fesübhanallah!.. Hattâ öyle Nur Talebeleri mey­dana gelmek­tedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebeb  olarak da- münafıkların mezkûr plân­larının ina­dına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi di­yorlar:

Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 690)

Bediüzzaman bir hoca efendiye (dolayısıyla da bü­tün hoca­lara) bu za­manda Risale-i Nur’la dine hizmet etmeyi tavsiye ederken diyor ki:

«Zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatlı zatlar Risale-i Nur daire­sine giriniz. Çünki bu asırda Risale-i Nur, bütün teha­cümata karşı mağlub olmadı. En muan­nid düşmanlarına da, serbestiyetini resmen tes­lim ettirdi. Hattâ iki seneden beridir büyük maka­matlar ve adliyeler, tedkikat netice­sinde, Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-i mahrem bütün ecza­larını sahiplerine teslime karar verdiler.

Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmıyarak belki galebe ede­rek pek çok mu­annidleri imana getirmesi pek çok hâdi­satın şehadetiyle, bu asırda bir mu’­cize-i maneviye-i Kur’aniye ol­duğunu is­bat eder. O dairenin ha­ri­cinde, ekseriyetle bu memle­kette bu hususi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağ­lubane perde al­tında veya bid’alara müsamaha sure­tinde ve te­’vilat ile bin nevi tahri­fat içinde hizmet-i di­niye tam olamaz diye, hâdisat bize ka­naat ver­miş.

Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir iman var tam bir ih­las ve tam bir mahviyetle, sebatkâ­rane Risale-i Nur’a şakird ol. Ta binler, belki yüzbinler şakirdlerin şirket-i maneviye-i uhrevi­ye­lerine his­sedar ol. Ta senin hayırların, iyilik­le­rin cüz­’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret ol­sun.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 63)

Bediüzzaman, Risale-i Nur dairesinde bulunan ilim sahibi hocalara da şöyle diyor:

«Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabı­nızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskanç­lık da­marı bulunmak, en tehlikelidir. Siz­lerde mü­him ehl-i ilim de var. Ehl-i il­min bir kıs­mında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mü­tevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırak­maz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî ena­niyeti cihe­tinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risa­le­leri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıs­kanç­lık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıy­met­leri­nin tenzilini arzu eder, ta ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara ye­tişsin onlar gibi satılsın. Halbuki bil­mec­buriye bunu haber veriyo­rum ki:

Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar vazi­feleri -ulûm-u ima­niye cihetinde- yalnız ya­zı­lan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle an­lamı­şız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tav­zif edilmişiz.

Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmi­yeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir­şey yazsa soğuk bir muaraza veya nâkıs bir tak­lidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle ta­hakkuk etmiş ki: Risele-i Nur ec­zaları, Kur’anın tereşşuhatıdır bizler tak­sim-ül a’mal ka­ide­siyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı ha­yat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiri­yoruz!..» (Mektubat sh: 395)

Yukarıda gayet mücmel olarak geçen (şerh ve izah) ifadesi­nin hududu ve şekli, Kastamonu Lâhikası’nda açıkça beyan edildiği gibi, Risale-i Nur’un bazı yerle­rinde de tafsilat vardır. Risale-i Nur’un mücmel yerle­rini yine Risale-i Nur’la izah etmek, Risale-i Nur’da bir kaidedir. İşte Bediüzzaman Hazretleri izah şekli hak­kında gayet açık olarak şöyle diyor:

«Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşi­ye­lerle be­yanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tah­min ediyorum. Bir ema­resi de şudur ki bu sene çok defa ihtar edilen hakikat­leri kaydet­mek için teşebbüs ettim ise de çalıştı­rılama­dım. Evet Risale-i Nur size mü­kem­mel bir me’haz olabilir. Ve ondan er­kân-ı imani­ye­nin her birisine, meselâ Kur’an ke­lâmullah ol­du­ğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik ri­sale­lerdeki par­çalar top­lansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hakeza.. mü­kemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi ta­mamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yer­lerde aramaya lüzum yok.» (Kastamonu Lâhikası sh: 56)

Evet Risale-i Nur eserleri bu zamanın ihtiyaçla­rına ce­vab olarak yazıl­mış­tır. Bu zaman ile eski zaman arasında büyük farklar vardır. Zira:

«Eski zamanda esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferru­atta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları mak­bul idi, kâfi idi. Fakat şu za­manda dalalet-i fenniye, elini esasata ve er­kâna uzatmış olduğun­dan, her derde lâyık devayı ih­san eden Hakîm-i Rahim olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’ca­zından olan temsila­tından bir şu’lesini acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hiz­met-i Kur’an’a ait yazıla­rıma ihsan etti.

Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikat­lar gayet ya­kın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler top­lattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika ko­laylıkla yetiş­tirildi. Hem sırr-ı temsil pen­ceresiyle hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şu­huda ya­kın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile be­raber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i si­laha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bu­lunsa, an­cak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihti­yacımla talebdir ve ga­yet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur’anındır.» (Mektubat sh: 376)

«Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kar­deşlerime sual etmiş­ler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid filo­zoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risale-i Nur mağlûp olmu­yor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çek­mekle ve se­fahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzet­leriyle çok bîçare gençleri ve in­sanları hakaik-i imaniyeden mahrum bırakıyor­lar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aley­hinde yapılan propagan­dalarla Risale-i Nur’u kırmak, in­sanları ondan ür­kütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un in­tişarı, hatta çoğu el yaz­masıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla perde altında inti­şar etmesi ve dahil ve ha­riçte kemâl-i iştiyakla kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi ne­dir?” diye bu me­alde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:

Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehen­nemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cen­net bulunduğunu isbat ediyor. Ve gü­nahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elem­leri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bu­lunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarı­yor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.

Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir bat­man lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre ga­lebe ettiğin­den, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegâ­nesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir.

Ve (4 )يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِâyetinin işare­tiyle, bu za­manda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dün­yevî kı­rılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kur­tarma­nın çare-i ye­gânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri gös­termekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zaman­daki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşı­sında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vü­cudunu  isbat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazge­çirmek yo­luyla on­dan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb‑ı Hak Gafûrü’r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.

İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü netice­lerini göstermekle, en muannid ve nefisperest in­sanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nef­ret verip, aklı başında olanları tevbeye sev­keder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 7)

«Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fen­den gelen dalaletler ve küfr-ü ina­d­îden gelen temer­rüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkik­lerinin dersleri, hüccet­leri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü ça­buk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğun­dan Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar et­mekle çok­ları sefahetlerden, da­laletlerden vazgeçebilir­lerdi.

Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dala­lete girip inad ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbe­ten şimdi yüz derece zi­yade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar firavunluk derece­sinde bir gurur ile ve deh­şetli dalaletleriyle, hakaik-ı ima­niyeye karşı muaraza ettik­lerin­den, elbette bunlara karşı atom bombası gibi bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kud­siye lâzım­dır ki, onla­rın te­cavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yara­sına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mucizülbeyan’ın bir mu­cize-i maneviyesi ve lemaatı bu­lu­nan Risale-i Nur, pek çok müvazenelerle en dehşetli mu­annid mütemerridleri, Kur’anın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zer­releri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın ha­kikatlarına hüc­cetleri, delilleri gösteriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh:15)

«Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rab­banî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmet­lerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin tak­viyesine sarfedecek­lerdi. Çünki saadet-i ebediyenin me­darı onlardır. Onlarda kusur edilse, şe­kavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çok­tur. Ekmeksiz insan yaşıyamaz, fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, ha­kaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk se­neye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-ı ima­niyeye ancak çıkılabi­lirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahme­tiyle, kırk dakikada o hakaika çı­kılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil!..

İşte otuzüç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtı­ğını, dikkatle oku­yanlar hükmediyorlar. Madem haki­kat budur esrar-ı Kur’aniyeye ait yazı­lan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz hey­’et-i İslâmiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet va­dilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber ol­duğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi ko­laydır. Fakat dala­let, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski za­manda ikinci kısım, binde bir bulu­nu­yordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola ge­lebilirdi. Çünki öyleler kendilerini be­ğe­niyorlar hem bil­miyorlar, hem ken­dilerini bilir zannediyorlar.

Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevî lemeatın­dan olan malûm Sözler’i, şu dalalet zendeka­sına bir tiryak hasiye­tini vermiş tasav­vu­rundayım.» (Mektubat sh: 23)

Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda gelip fesadı izale ede­ceği rivayet­lerde müjdelenen zatın kendisi ol­duğu yo­lundaki has şakirdlerinin kanaatlarının daima Risale-i Nur ve şahs-ı manevîsi hakkında doğru oldu­ğunu beyan ederek, kendini nazara vermek­ten çekinmiş­tir. Ezcümle, mevzu ile alâ­kalı bir mektu­bunda şöyle diyor:

«Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymet­darı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle o en ehemmi­yetli vazi­feyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüş­ler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamınıRi­sale-i Nur’un şahs-ı ma­nevî­sinde keşfen gör­müşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manev­îyi bir hâdimine vermişler, o hâ­dime mül­tefitane bakmışlar. Bu hakikattan anla­şılıyor ki sonra gele­cek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir prog­ramı olarak ne­şir ve tatbik ede­cek.» (Sikke-i Tas­dik sh: 9)

Risale-i Nur’un resmen neşredilmesinin lüzumu:

«Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir ha­las­kârı ol­mak cihe­tiyle şimdi iki dehşetli manevî belâyı def­’etmek için matbuat âlemiyle teza­hüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gi­bidir zan­nede­rim.

O dehşetli belâdan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan deh­şetli dinsiz­lik cereyanı, bu vatanı manevî is­tilasına karşı Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazife­sini görebilir ve âlem-i İslâmın bu müba­rek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve itti­hamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla ko­nuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ih­tar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da is­tilâ­kârane hükme­den ve edyan-ı se­maviyeye dayanmı­yan dehşetli cereyanın istila­sına karşı Risale-i Nur haki­katları bir kal’a olduğu gibi âlem-i İslâmın ve Asya kıta­sının hal-i hazır­daki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki mu­hab­bet ve uhuvve­tini iade etmeğe vesile olan bir mu­’cize-i Kur’aniyedir.

Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk ak­lını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ ederek resmi neş­retmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı si­per ol­sun.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 102)

Evet «bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve si­ya­siyesi anar­şilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zaruri­dir:

Birincisi: merhamet. İkincisi: hürmet. Üçüncüsü: emni­yet. Dördün­cüsü: haram ve helalı bi­lip haramdan çekilmek. Beşincisi: serseriliği bıra­kıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtima­iyeye baktığı va­kit bu beş esası te’min edip, asayişin temel taşını tesbit ve te’min eder.» (Kas­tamonu Lâhikası sh: 241)

Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî oldu­ğunu be­yan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

«Her asırda dine ve imana tam hizmet eden mü­ced­didler geldikleri gibi, bu acib ve komi­tecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zama­nında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benze­mez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.

Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müced­did olması kaviyyen muhte­mel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim had­dim değil belki müker­rer yaz­dığım gibi, benim haya­tım Risale-i Nur’a bir nevi çe­kirdek olabi­lir. Kur’anın fey­ziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsa­nıyla o çekirdek­ten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçme­sidir. Ben bir çe­kirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet, Kur’an-ı Ha­kîm’in mânası ve haki­katlı tef­siri olan Risale-i Nur’a ait­tir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 152)

«Evet, (5 )عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائيِلَfermân etmiş. Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam‑ı Rabbânî gibi hem şahsen, hem va­zifeten büyük ve harika zatlar, bu hadisi, kıymettar irşâ­datlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet za­manı ol­duğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhi­leri ümme­tin imdadına göndermiş.

Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve deh­şetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakird­lerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koştur­muş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağır­laşmış müşiri­yet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.» (Kasta­monu Lâhikası sh: 7)

 

 

 

 


1   Bakara Sûresi, 2:286.

2Zaman isbat etti ki, o adam, adam değil, Risa­le-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nuru ehemmiyet­siz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşa­hede etmişler, “bir adam” demişler. (Müellif)

3 el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 1:310; Gazâlî, İh­yâu Ulûmü'd-Dîn: 4:409 (Kitâbu't-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid: 1:78.

4 İbrahim Sûresi, 14:3.

5 el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:64; Tec­rîd-i Sarîh Tercemesi, 1:107.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık