RİSALE-İ NUR, Kur’anın i’caz-ı manevîsinin tefsiri olup, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından 1920-1960 seneleri arasında telif edilmiş olan eserlerdir.
Risale-i Nur isminin verilişi eserlerinde şöyle ifade edilir:
«Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edildiği için bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlahîolduğuna bütün imanımla kaniim.» (Şualar sh: 496)
Risale-i Nur’un Barla’da başlayan te’lifi ve o devrin çok ağır tahakküm ve istibdadı, Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatı’nda şöyle beyan ve tasvir edilir:
«Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatının te’lif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalalet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’andan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulu’ ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lütf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm Milletinin evladları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî saadetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.
Bediüzzaman Said Nursî Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdad ve zulüm ve tarassud altında bulunduruluyordu. Barla’ya nefiy sebebi ise kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp, böyle hücra bir köye atılarak ruhunda mevcud hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuşturmamak, söyletmemek, İslâmî imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürup dinsizlerle mücahededen ve Kur’ana hizmetten men’etmek idi. Bediüzzaman ise, bu plânın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’an ve iman hakikatlarını ders veren Risale-i Nur eserlerini te’lif ederek perde altında neşrini temin etti. Bu muvaffakiyet ve bu muzafferiyet ise çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakikî bir tek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup, yok edilmeğe çalışılıyordu. Dinsizler, Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuşmuş kalb ve akılları ihtizaza getiren İslâmî ve imanî neşriyatına mani olamamışlardı.
Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmibeş senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde hiçbir zatın yapamadığı bir iş idi.
Bediüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir. Bu tarihler, Türkiye’de yirmi beş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-yı faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı toplatıp imha etmek” plânlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’anı imha etmesini intac edecek bir plân yapalım” demişler ve bu plânı tatbike koyulmuşlardı. İslâmiyeti yok etmek için, tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.
Evet altıyüz sene, belki Abbasîler zamanından beri yani bin seneden beri Kur’an-ı Hakîm’in bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evladlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î değil, küllî ve umumî idi. Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar masumların, talebelerin iman ve itikadlarına dünyevî ve uhrevî felaketlerine taalluk eden çok geniş ve şümullü bir hâdise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alâkadardı.
O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallayı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları kesilerek bir takım maskeli ve sûreta parlak kelâmlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu!
İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakki ve medeniyet umdeleri yerine dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edip ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında, Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması örf-âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!
İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin, Risale-i Nur’la Anadolu’daki hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesine cansiperane çalışan bir fedai-yi İslâm olarak başladığı seneler ki, zemin yüzünün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlangıcı ve teessüs zamanı idi. Bunun için Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la hizmetine nazar edildiği vakit, böyle dehşetli bir zamanı göz önünde bulundurmak icab eder. Zira tarihte emsali görülmemiş bu kadar ağır şerait tahtında yapılan zerre kadar hizmet, dağ gibi bir kıymet kazanabilir ufacık bir hizmet, büyük bir değeri ve neticeyi haiz olabilir! İşte Risale-i Nur böyle dehşetli ve ehemmiyetli bir zamanın mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur’un müellifi, yirmibeş senelik din yıkıcılığının hükmettiği dehşetli bir devrin cihad-ı diniye meydanının en büyük kahramanı ve tâ kıyamete kadar Ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) Dar-üs Selâm’a davet eden ve beşeriyete yol gösteren rehber-i ekmelidir. Ve hem Risale-i Nur, Kur’anın elmas bir kılıncıdır ki, zaman ve zemin ve fiiliyat bunu kat’iyetle isbat etmiş ve gözlere göstermiştir. İşte öyle elîm ve feci ve dehşetli bir devri ihdas eden dinsizlerin icraatı olan pek ağır şartlar dâhilinde Bediüzzaman’ın inayet-i Hak’la te’life muvaffak olduğu Risale-i Nur eserleri, dinsizliğin istilasına karşı, yıkılması gayr-ı kabil olan muazzam ve muhteşem bir sed teşkil etmiştir. Risale-i Nur maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarız felsefenin muhal, bâtıl ve mümteni’ olduğunu cerhedilmez bürhanlarla, aklî mantıkî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete dûçar etmiş, dinsizliğin istilasını durdurmuştur.
Evet Bediüzzaman’a yapılan o tarihî zulüm ve işkence ve ihanetler altında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül İslâmdır. Risale-i Nur ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların maşuku, canların cananı olmuş icabında bu canan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur beşerin sertacı ve halaskârı mevki-i muallasında hizmet yapmış ve yapmaktadır. Risale-i Nur, Kur’anın son asırlarda beklenen bir mu’cize-i manevîsi olarak tulû’ etmiş ve başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeşleri, bu hakikat-ı Kur’aniye etrafında pervaneler gibi dönerek onun nuruyla nurlanmışlar, ondaki Kur’an ve iman hakikatlarını massetmişler (emmişler), imanlarını kuvvetlendirmişler ve bu hakikat-ı kübrayı bütün dünyaya ilân etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmişlerdir.
Evet Türk Milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i İslâmı ebede kadar şerefle yaşatacak ve mazide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın sahifelerine, Kur’an ve İslâmiyet hizmetinde âlem-i İslâmın pişdarı ve namdar kumandanı olarak kaydettirecek medar-ı iftiharı Risale-i Nur’dur. Büyük bir vüs’at ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslâm Âleminde zuhur edip her tarafta hüsn-ü kabule ve tesire mazhariyetle gittikçe inkişaf ve intişar eden bu eser Kur’anın malıdır, âlem-i İslâmın ve ehl-i imanın malıdır ve bu vatan ahalisinin İslâmî bir medar-ı iftiharıdır. Bu memlekette hükmeden bir hükûmetin nokta-i istinadı, hem aynı zamanda bütün dünyaya duyuracağı muazzam hakikatlar manzumesidir ki, inşâallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders verilecek ve ilân edilecektir.
Evet dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üçyüz yıl evvel âlem-i beşeriyete doğmuş olan güneşin bir in’ikasıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından birisidir ve beklenilen son mu’cize-i manevîsidir! Yalnız maneviyat sahasında değil, zâhiren ve maddeten dahi tesirini göstermiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 151-156)
Nur Risalelerinde bütün Kur’an âyetleri değil, devrin ihtiyacına cevap veren, imanî hakikatları anlatan âyetler tefsir edilmiştir. Eserin yegâne istinadgâhı Kur’andır. Mehmed Akif Ersoy’un:
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.
beytiyle ifade ettiği idealini, Nur müellifi tahakkuk ettirmiştir. Risale-i Nur 1957 senesinden beri matbaalarda muhtelif defalar basılarak neşredilmiştir ve edilmektedir.
Daha has bir tarifle Risale-i Nur Bediüzzaman Said Nursî’nin “Yeni Said” devresinde yazdığı eserlerinin hepsine birden verilen isimdir. “Eski Said” devresinde yazdığı eserlerinin de bir kısmını sonradan bizzat kendisi Risale-i Nur’a dâhil etmiştir. Bazı mektublarında buna dair beyanları vardır.
Bu eserlerinin bir kısmı ciltli kitaplar halinde, bir kısmı da cep kitapları şeklindedir. Ciltli kitap halinde olanlar şunlardır:
Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Barla Lâhikası, Kastamonu Lâhikası, Emirdağ Lâhikası, İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye.
Son ikisinin aslı Arabça olup, kardeşi Abdülmecid Efendi tarafından yapılmış tercümeleri neşredilmektedir. Mesnevi-i Nuriye daha sonraları Abdülkadir Badıllı tarafından da tercüme edilmiştir.
Bir de Bediüzzaman Hazretlerinin hayatına dair yakın talebeleri tarafından yazılmış Tarihçe-i Hayat eseri bu meyanda zikredilebilir. Bu ciltli kitaplardan alınarak tertib edilen ciltli iki kitap daha vardır: Asa-yı Musa ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî.
Küçük cep kitabı olarak neşredilen ve ciltli kitaplardan alınmamış eserleri ise şunlardır:
Hutbe-i Şamiye, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Münazarat, Muhakemat, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Nurun İlk Kapısı, Nur Âleminin Bir Anahtarı.
Gerek mecmua şeklinde birarada gerekse müstakil olarak neşredilen bu risalelerden bazılarına hususi isimler de verilmiştir. Tesbit edebildiklerimiz şunlardır:
Türkçe Risaleler:
Âyet-i Feth Risalesi,
Âyet-i Hasbiye Risalesi,
Âyet-ül Kübra Risalesi,
Bismillah Risalesi,
Elhüccet-üz Zehra Risalesi,
Es’ile-i Sitte Risalesi,
Esma-i Sitte Risalesi ,
Fihriste Risalesi,
Hakikat Çekirdekleri Risalesi,
Hastalar Risalesi,
Haşir Risalesi,
Hikmet-ül İstiaze Risalesi,
Hutbe-i Şamiye Risalesi,
Hutuvat-ı Sitte Risalesi,
Hücumat-ı Sitte Risalesi,
İçtihad Risalesi,
İhlas Risaleleri,
İhtiyarlar Risalesi,
İktisad Risalesi,
İşarat-ı Kur’aniye Risalesi,
İşarat-ı Seb’a Risalesi,
İşarat-ı Selase Risalesi,
Kader Risalesi,
Keramet-i Aleviye Risalesi,
Lemeat Risalesi,
Meyve Risalesi,
Minhac-üs Sünne Risalesi,
Mi’rac Risalesi,
Mirkat-üs Sünne Risalesi,
Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi,
Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi,
Muhakemat Risalesi,
Müdafaat Risalesi,
Münacat Risalesi,
Münazarat Risalesi,
Nokta Risalesi,
Notalar Risalesi,
Nur Âleminin Bir Anahtarı Risalesi,
Nurun İlk Kapısı Risalesi,
Nübüvvet-i Ahmediye Risalesi,
Pencereler Risalesi,
Ramazan Risalesi,
Rumuzat-ı Semaniye Risalesi,
Sünuhat Risalesi,
Şakk-ı Kamer Risalesi,
Şefkat Tokatları Risalesi,
Şuaat-ı Marifet-in Nebi Risalesi,
Şükür Risalesi,
Tabiat Risalesi,
Telvihat-ı Tis’a Risalesi,
Tesettür Risalesi,
Uhuvvet Risalesi,
Zerrat Risalesi.
Arabî Risaleler:
Habbe,
Hubab (Habab),
İşarat-ül İ’caz,
Katre,
Kızıl İcaz,
Lasiyyemalar (El-Lasiyyemat) ,
Lem’alar (El-Lemeat),
Reşhalar (Er-Reşahat),
Şemme,
Şu’le,
Ta’likat,
Zerre,
Zühre (Zehre).
Risale-i Nur Külliyatında risaleler hakkında verilen bilgilerden bazı örnekler:
«Risalet-ün Nur’un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arabça “kelimat”tır.» (Şualar sh: 699)
İmam-ı Ali (R.A.) meşhur Celcelutiye Kasidesinde
«Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sayfada der:
وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭ وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ
Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve mânâlarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların mânâlarını tahkik et” karinesiyle mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler mânâsındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا (1 )(Şualar: 298)
«Malûmdur ki Risale-Nur başta otuzüç adet Sözler’dir ve Sözler namıyla yad edilir. Fakat Otuzüçüncü Söz müstakil değil, belki otuzüç adet Mektubat’tan ibarettir. Ve Mektubat namıyla zikredilir. Sonra Otuzbirinci Mektub dahi müstakil değil, belki otuzbir adet Lem’alar’dan mürekkebdir. Ve Lem’alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuzbirinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuzbir adet Şualar’dan mürekkeb olacak.» (Şualar sh: 730)
Görüldüğü gibi bütün risaleler müteselsilen Sözler’den geldiğinden, Sözler ismi bu makamda Risale-i Nur külliyatını ifade eder.
En çok iman esaslarının izah ve isbatı üzerinde duran bu eserler Velayet-i Kübra yolundan giderek akıl ve kalbi beraber inkişaf ettirir. Mes’eleleri, teferruatıyla ele almak yerine, kâinata şamil hikmet-i İlahiyenin küllî nokta-i nazarıyla izah eder. Okuyucunun mantık ve anlayış seviyesini yükselterek, mes’eleleri küllî ve isabetli anlama imkânını verir ve ikna kabiliyetini artırır, az söyler çok öğretir.
«Bediüzzaman, eserlerinde hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak lafızdan ziyade manaya ehemmiyet vermiştir. Manayı, lafza feda etmemiş lafzı manaya feda etmiştir. Üslûbda okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikatı ve manayı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 697)
«Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, nazirsiz cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet Bediüzzaman, zatına mahsus bir üslûba maliktir. Onun üslûbu başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir ima veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar birden intikal edemezler.
Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdeba meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspir’ler, Dekart’lar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.» (Sözler sh: 764)
Bediüzzaman Hazretleri, Lemaat adlı eserinde şöyle der:
«Zannımca lafz ve nazım, san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.» (Sözler sh: 694)
İşte Risale-i Nur bu tarz üzere gittiği için, lafza ehemmiyet verenlerin nazarında edebî meziyeti tam görünmeyebilir. Bediüzzaman bu hususu belirtirken: «Nur, nar göründüğü gibi bazan şiddet-i belâgat dahi, mübalağa görünür.» (Mektubat sh: 475)
...diyerek Kur’anî beliğ eserlere, Kur’anın belâgat nazarıyla bakılması gerektiğini hatırlatır.
Böyle edebî meziyetleri sebebiyledir ki, İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Celcelutiye” nam eserinden işarî manada bir istihracında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
«Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır. İbareleri bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde, bana verilen Bediüzzaman lakabı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş. Demek Süryanice bedi’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi, işarî bir tarzda bid’at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi’liğine münasebettarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına.. tahmin ediyorum.» (Şualar sh: 747)
Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un bu ulvî meziyet ve hususiyetini, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bir beyanını naklederek şöyle ifade eder:
«O imam, ders verirken diyordu:
“Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır” ve “Birtek mesele-i imaniyenin vuzuhla inkişafı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır.”
Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla isbat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki2HAŞİYE o adamım” diye, iman ve tevhid bütün kemâlât-ı insaniyenin esası, mayası, nuru, hayatı olduğunu ve (3 )تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍdüsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarikatında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nev’i olmasıdır diye tâlim ederdi.» (Şualar sh: 166)
Bediüzzaman Hazretleri, Muhakemat eserinin unsur-u belâgat kısmında üslûbun ehemmiyetli unsurlarını anlatırken diyor ki:
«Üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…
İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz ve “Esrar-ül Belâga”sındaki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi…
Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lâsiyyema makale-i sâlisedeki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti, şu kitabı üslûb-u âlî’ye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz’îdir.
Elhasıl: Eğer İlahiyat ve usûl bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zinet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.
Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile cemal-i zatiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.» (Muhakemat sh: 109)
Bununla beraber Risale-i Nur gibi akla, kalbe ve hissiyata ders veren eserlerden daha iyi istifade edebilmek için, hitabetin güzelliği ile beraber muhatabda da gereken bazı hususiyetler vardır. O hususiyetler ise: Kur’andan alınan o manevî ilaçlara ihtiyacını hissetmek ve kendi manevî hastalıklarının farkında olup izalesini istemek ve bekadan başka hiçbir şeye razı olmayan ve vicdanın derinlerinde bulunan fıtrî aşk-ı bekanın faniyat âleminin boğucu dalgaları içinde vaveylalarını işiterek manevî imdad aramak haletlerinde olmak gibi şartlardır.
Evet Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:
«Bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevkedemez.» (Şualar sh: 60)
«Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmiyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, ani ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.» (Mektubat sh: 375)
Bediüzzaman Hazretleri, müellifi olduğu ve hayatı boyunca okuyup istifade ettiği eserlerinin manevî ihtiyaçlarına nasıl deva olduğunu anlatırken, sahib olduğu halet-i ruhiyelerinden bir kaçını zikredersek, mes’elemiz bir derece daha tavazzuh eder. Çünki eserlerinin bir kısmı, Bediüzzaman Hazretlerinin kendi ifadesiyle:
«Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedir.» (Mektubat sh: 356)
İşte hakaik-ı imaniyeye şiddetli ihtiyaç duyuran o haletlerden birisi:
«Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena, ağlattırıcı lehvalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalat ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine, mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiç bir teselli, bir meded göremedim. Çünki zaman-ı mazi tarafı, bir mezar-ı ekber ve müstakbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm. Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki ölüm, ehl-i iman için bir terhistir ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbettir ve dar-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’i anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım.» (Şualar sh: 16)
...diye devam eden bahiste, sırr-ı tevhidin şifakâr nurlarının tafsilatını Nur risalelerine havale eder.
Dinî hizmette ehemmiyeti haiz olan tebliğde dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi, muhatabın o hakikatlara ihtiyaç duyan kişi olmasıdır. Bediüzzaman, eserlerinde tebliğ hakkında ihtiyaç duymak şartını ısrarla bildirir. Ezcümle: Herkesle görüşmediği cihetle sorulan bir sual ve cevabı çok dikkat çekicidir:
«Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un intişarına ve istifadesine belki bir zarar olur?
Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzemdir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade ettirmek vazife-i İlahiyedir, ona karışamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almağa teşvik etmeğe ihtiyaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar olduğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yalvarmalı. Hem Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.» (Siyaset-Neşriyat sh: 113)
«Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 170)
«Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakiki ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 257)
Hem «yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.» (Mektubat sh: 70)
«Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz müşteriler onu aramalı, yalvarmalı.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)
...şeklindeki ifadelerden anlaşılıyor ki Risale-i Nur’da kemmiyetten ziyade keyfiyet esas alınır.
Yine Bediüzzaman bu mevzumuzla alâkalı olarak kendisinin bazı ifadeleri hakkında şöyle der:
«Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise zaten meşgul olmazlar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meşgul olanlar, ihtiyacı hissetmişlerdir.» (Mesnevi Tercümesi/A.Badıllı sh: 84)
«Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya lafız ve üslûbun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ül Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mânânın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister müşkilat-ı Kur’aniye bu kısımdandır.» (Muhakemat sh: 41)
Daha bu misaller «gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakim’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.» (Mektubat sh: 358)
...diyen Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, insanlık dünyasının ve hele bu asır insanlığının ıztırabını çektiği manevî dertlerinin devası olduğunu ilân eder. Hülasa, Risale-i Nur’dan ileri derecede istifade edebilmek için, manevî yaralarını hissedip tedavisine ihtiyaç duymak gerektir. Aksi halde yani dünya emellerine ve hayatına meftun olmuş ve sefahete dalmış veya acz ve fakrını hissetmez bir istiğna ve gurur haletine girmiş veya enaniyet, şan ü şeref hırsı ve siyaset sarhoşluğu içine gömülmüş olanlar, hakaik-i imaniyeyi aklen anlasalar bile vicdanen, kalben ve ruhen tefeyyüz edip hakiki istifade edemezler veya çok noksan ve sathî kalırlar. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri şayan-ı dikkattir:
«Bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.» (Mektubat sh: 70)
«Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)
«Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.» (Mektubat sh: 26)
«Hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu’, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor.» (Lem’alar sh: 44)
Bu misaller hayli çoğaltılabilir.
Risale-i Nur külliyatının kıymeti ve mümtaz hususiyetleri hakkında müellifi bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde hayli beyan ve ifadeler vardır. Ezcümle:
«Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaikı avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme kırk-elli sahifede, meşhur “Mukaddemat-ı İsna Aşer” namıyla “Telvih” nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, Kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?
Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azimüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkil-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi dördüncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve akıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.
Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububiyeti hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatları kemal-i vuzuh ile Onaltıncı Söz ve Otuz ikinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum ziruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-ı kâinatta müdahalesi imtina’ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌkelimesi beyanında ve üç temsili havi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
Hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikın ekseriyet-i mutlakası dekaikıyla zuhuru doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.» (Mektubat sh: 372)
Evet «Resail-in Nur’un mesaili ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 210)
«Sözler hakkında tevazu’ suretinde demiyorum belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kemalat, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer ayat-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim elbette baki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı.
Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmiyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir elbette sema-yı Kur’anın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı. Hem madem örf-i nâsda, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menba’ı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-ı âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremiyen şahsiyetime mal etmek hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak, Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.» (Mektubat sh: 369)
«Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:
“Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti.
Gözü kapalı olarak değil belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlana Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 7)
«Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.
Evet, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.
İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek hakaik-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.» (Mektubat sh: 356)
«Risale-i Nur Kur’anın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir.” tekrar ile dediğimizden, bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikatı beyan etmeğe bir ihtar aldım. O hakikat şudur.
Tefsir iki kısımdır:
Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler.
İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.» (Şualar sh: 515)
Hem Kur’an (2:129, 151, 269) âyetlerinden istifaza ile:
«Risale-in Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.» (Şualar sh: 700)
Hem «Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 8)
«Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zatlar taraflarından soruldu: “Risalet-in Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”
Elcevab: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ülemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.
Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar…
Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar hakaik-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 11)
Bu zamandaki dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı Risale-i Nur’un en isabetli ve muvaffakiyetli eserler olduğunu beyan eden Bediüzzaman, bu sebeble Nurcuların münhasıran Risale-i Nur’la hizmet ettiklerini ifade eder ve bunu elzem görür. Ezcümle bir mektubunda şöyle diyor:
Bazı kimseler «diyorlar: “Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.” İşte bu acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zendekadır fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki: “Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül-İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlıyan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.
Fakat onların zamanında bu dehşetli zendeka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede isti’mal ettikleri silahlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silahları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek.
Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zatlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var, karşımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silah, mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 182)
«Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular.
O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarlasırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.
Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksatlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hâsıl ediyor.
Fesübhanallah!.. Hattâ öyle Nur Talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebeb olarak da- münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar:
Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 690)
Bediüzzaman bir hoca efendiye (dolayısıyla da bütün hocalara) bu zamanda Risale-i Nur’la dine hizmet etmeyi tavsiye ederken diyor ki:
«Zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatlı zatlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünki bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata karşı mağlub olmadı. En muannid düşmanlarına da, serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hattâ iki seneden beridir büyük makamatlar ve adliyeler, tedkikat neticesinde, Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-i mahrem bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.
Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmıyarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve te’vilat ile bin nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.
Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir iman var tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkârane Risale-i Nur’a şakird ol. Ta binler, belki yüzbinler şakirdlerin şirket-i maneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Ta senin hayırların, iyiliklerin cüz’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 63)
Bediüzzaman, Risale-i Nur dairesinde bulunan ilim sahibi hocalara da şöyle diyor:
«Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, ta ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara yetişsin onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risele-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır bizler taksim-ül a’mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..» (Mektubat sh: 395)
Yukarıda gayet mücmel olarak geçen (şerh ve izah) ifadesinin hududu ve şekli, Kastamonu Lâhikası’nda açıkça beyan edildiği gibi, Risale-i Nur’un bazı yerlerinde de tafsilat vardır. Risale-i Nur’un mücmel yerlerini yine Risale-i Nur’la izah etmek, Risale-i Nur’da bir kaidedir. İşte Bediüzzaman Hazretleri izah şekli hakkında gayet açık olarak şöyle diyor:
«Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım. Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hakeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.» (Kastamonu Lâhikası sh: 56)
Evet Risale-i Nur eserleri bu zamanın ihtiyaçlarına cevab olarak yazılmıştır. Bu zaman ile eski zaman arasında büyük farklar vardır. Zira:
«Eski zamanda esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahim olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şu’lesini acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bulunsa, ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur’anındır.» (Mektubat sh: 376)
«Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid filozoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risale-i Nur mağlûp olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çekmekle ve sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyakla kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:
Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.
Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir.
Ve (4 )يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِâyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu isbat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb‑ı Hak Gafûrü’r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.
İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 7)
«Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi.
Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle, hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.
İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mucizülbeyan’ın bir mucize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok müvazenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’anın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh:15)
«Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.
İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşıyamaz, fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil!..
İşte otuzüç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz hey’et-i İslâmiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevî lemeatından olan malûm Sözler’i, şu dalalet zendekasına bir tiryak hasiyetini vermiş tasavvurundayım.» (Mektubat sh: 23)
Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda gelip fesadı izale edeceği rivayetlerde müjdelenen zatın kendisi olduğu yolundaki has şakirdlerinin kanaatlarının daima Risale-i Nur ve şahs-ı manevîsi hakkında doğru olduğunu beyan ederek, kendini nazara vermekten çekinmiştir. Ezcümle, mevzu ile alâkalı bir mektubunda şöyle diyor:
«Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamınıRisale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikattan anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.» (Sikke-i Tasdik sh: 9)
Risale-i Nur’un resmen neşredilmesinin lüzumu:
«Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belâyı def’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli belâdan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilâkârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmıyan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi âlem-i İslâmın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.
Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ ederek resmi neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 102)
Evet «bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zaruridir:
Birincisi: merhamet. İkincisi: hürmet. Üçüncüsü: emniyet. Dördüncüsü: haram ve helalı bilip haramdan çekilmek. Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası te’min edip, asayişin temel taşını tesbit ve te’min eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 241)
Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
«Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.
Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’anın feyziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet, Kur’an-ı Hakîm’in mânası ve hakikatlı tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 152)
«Evet, (5 )عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائيِلَfermân etmiş. Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam‑ı Rabbânî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve harika zatlar, bu hadisi, kıymettar irşâdatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş.
Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 7)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.