بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
ASILSIZ BAZI TENKİTLERE CEVAB
Evvela bilinmelidir ki:
İslamiyeti müdafaa etmek yolundaki fedakârane hizmetine zarar vermek isteyen gizli din düşmanlarının tahrikiyle ve iğfalatiyle Bediüzzamanın hapishanelerde ve çekilmez musibetler içinde hayatını geçirdiği, inkârı mümkün olmayan hadisedir. Dolayısıyla Bediüzzamana muhalefet, nifak cereyanına yardımdır.
Hem Bediüzzaman Hazretlerinin, ahirzaman fitnesi denen mevcud sefahetlerin manevi tahribatını tamir etmek yolunda hayatı boyunca çalıştığı dahi bedihi olduğundan, Bediüzzaman Hazretlerini tenkid etmenin gizli cereyana yardım olacağı hükmü de, milli vicdanda yerleşmiştir. Bununla beraber Bediüzzamanın dinî hizmeti tenkid edildikçe, O’na olan bağlılık daha kuvvetlenmiştir ve kuvvetlenir.
Esasen dinî sahaya bakan tenkidlerin, önce iyi niyete ve sonra da şer’î delillere dayanması şarttır. Aksi halde tenkidci, muhatab alınmaz. Hatta bazı iddialar dahi çok basit ve tutarsız ve kasıtlı olduğu görüldüğünden nazara alınmadı. Ancak, o tenkidler sisice hazırlanıp yayılmışsa, avam taifesinin manevî zarar görmemesi için şer’î ve mantıkî cevablar verilmelidir. Biz de tenkidcileri müstemi’ makamamında bırakıp iyi niyetlileri muhatab alacağız. Şöyle ki:
1- Rüya meselesi:
Hz. Bediüzzamanın rüyasında, Resulullah’dan (A.S.M.) ilim istemesi ve bu rüyanın manevî feyzinden ilme karşı kuvvetli bir alaka duyması ve ilimde yükselmesi olan masumane ve meşru rüya hadisesi, tenkid bahanesi yapılıyor.
Halbuki asırlardan bu yana İslam büyükleri olan mürşidler ve veliler ve hatta avam dairesinde dahi bunun gibi nice rüyalar ve feyizdarlıkları –bilhassa tasavvuf dairesinde- hayli nakledilmiştir. Din namına yapılan tenkidlerde, bütün müslümanların ortak kabul ettikleri şeriatın temel kitablarından delil getirmek şarttır. Bu zamanda böyle bahaneci bazı tenkidciler, şer’î kaynaklardan kaçtıklarından, sözleri değer taşımaz.
2- İmamiye anlayışına benzetme:
İşin daha garibi, bu rüya, Alevilik mezhebinin “imamiye, talimiye” gibi kollarına benzetilmek istenilmiş. Halbuki bu mezheblerin akıl, ilim, tefekkür ve naklî delillere değil, sadece mutlak manada imama bağlı kalınacağı şeklindeki anlayışları, mezhebler tarihi ve hatta kelam kitablarında dahi tafsilatla yazılmıştır. Halbuki Risale-i Nur eserleri, ilmi ve şer’î ahkâmı esas almış olduğu gibi, Bediüzzaman dahi kendisini sözü dinlecek tek şahsiyet olarak göstermemiştir. Mesela birkaç örnek verelim.
Bediüzzaman diyor:
“Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” (Mü:14)
Yani ortaya atılan sözler ve iddiaların doğruluk ölçüsünün ahkâm-ı Kur’aniyeyi gösteren şeriatın malum olan temel kitablarında yazılı hükümler olduğuna, Bediüzzaman Hazretleri “mehenge vurunuz” sözüyle dikkat çeker.
Yine Bediüzzaman diyor:
“"Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” (E:73)
Bediüzzaman Hazretlerinin daha bunlar gibi pek çok beyanları, Risale-i Nur’da serpilip nazarlar, şahıslardan kitaba, yani hakaik-ı Kur’aniye çevriliyor.
Şimdi kasıtlı olarak yapılan iddiada Bediüzzamanın, mutlak manada sözü dinlenen tek şahıs manasındaki “imamiye ve talimiye”ciliğe benzetilmek istenmesi, bilerek hakikatı tahrif ile tersine çevirip hak ve hakikata sinsice taarruz olmaz mı!... Ehl-i insafın vicdanlarına havale ediyoruz.
3- Rüya ile irşad meselesi:
Bir de, rüya ile irşadın yapılamıyacağı iddia ediliyor. Üstelik mesele ile alakası olmayan bazı ayetler, ehl-i ilmin nefret edeceği sathilikle güya delil gösteriliyor. Büyük müfessirlerimizin ve imamlarımızın hükümlerini yok sayarak mezhebsizlik yoluna sapılıyor. Halbuki, Kur’anda, ehadiste ve dinî şahsiyetlerin tarihçelerinde, hatta avamın rüyalarına kadar kesretle vuku bulup kısmen yazılı olan bu rüya ile irşad hadiseleri mebzuliyetle vardır. Bu meselenin bedihi oluşu sebebiyle, Büyük İslam ilmihalinden bir örnekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki:
“Mescid-i Nebevî (Peygamberin Mescidi) yapıldıktan sonra, ashab-ı kiram toplanıp beş vakit namazı cemaatla kılmaya başlamışlardı. Fakat namaz vakitlerini ilân edip bildirmek gerekiyordu. Başka milletlerin ibadete çağrı için boru öttürmek, çan çalmak, yüksek bir yerde ateş yakmak gibi kabul etmiş oldukları anlamsız işaretler İslâmiyete yakışmazdı. Bir aralık Hazret-i Ömer'in teklifi ile: "Essalâte Camiaten (topluca namaza)" diye seslenildi. Sonra Ensar-ı kiramdan Abdullah ibni Zeyd'e rüyasında bildiğimiz şekilde ezan öğretildi.” (B.İslam ilmihali:546)
4- Kur’an hakikatlarının ilhamen gelişi:
Risale-i Nur’daki ifadelerini bozarak hareket eden tenkidcilerin Bediüzzamana atfen bir iddiaları da şöyle:
“Kur’anın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!” denmiş.
Halbuki Bediüzzaman’ın asıl ifadesi şöyledir:
“تَنْزِيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor” (Ş:711) diyerek her asrın dinî şahsiyetlerin bu İlahî ihsana mazhariyetleri beyan edilip “şu asırda bir şakirdini ve bir lem'asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.” (Ş:711) şeklindeki meşru ve makbul bir ifadeyi, “Kur’anın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!” şeklinde bilerek tahrif etmek, açık bir garazkârlığın ve dinî inkişafa sinsi muhalefetin eseri olur.
Evet, bu paragrafta Kur’an ayetlerinin sarih manasından başka işarî manaların dahi bulunduğu ve bu işarî manaların her asırda mazharları bulunabileceği cihetiyle Risale-i Nur’un dahi feyiz ve ilham yoluyla bir mazhariyeti bulunduğu ifade ediliyor. Bu ise dini ölçüler dairesinde İslâm ulemasınca kabul edilmiştir. Tenkitçilerin İslâm’ın dini şahsiyetlerini hatta ehl-i sünnetin hak mezheblerini dahi nazara almamak gibi garip anlayışları olduğu anlaşılıyor. Çünkü tenkidcilerin iddialarını, güya Kur’andan hüküm çıkarabilme salahiyetinde imişler gibi bazı ayetleri tevilat-ı fâside ile tahrif ederek garazlarına alet ettikleri görülüyor.
Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde, Kur’anın mana camiiyeti ve külliyeti hakkında izahlar yapmıştır. Bunlardan birisi şöyledir:
Kur’anın “Lafzındaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden şu câmiiyet aşikâre görünüyor. Evet
لِكُلِّ آيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ وَ لِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَ فُنُونٌ
olan hadîsin işaret ettiği gibi; elfaz-ı Kur'aniye, öyle bir tarzda vaz'edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. (S:391)
Bediüzzaman Hazretleri bir mahkemede iddia makamının tenkidine verdiği cevabında diyor ki:
“...mana-yı sarihî ile, mana-yı işarî ve mana-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübra ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ülemaların küllî hâdiselerine, hattâ nefsin cüz'î ahvaline dair âyâtın mana-yı sarihi değil, işarî manalarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu malûmdur. Hem âyâtın mana-yı işarî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirdleri de bulunduğuna eskiden beri ülema mabeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiç bir cihetle âyâtı şahsî fikirlere âlet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.” (Ş:419)
“Hem dememişiz ki mana-yı işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işarî ve remzîdir. Ve o mana-yı işarî de bir küllîdir, her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferddir ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ülema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'anın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i'caz ve belâgatına hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın nihayetsiz işarat-ı Kur'aniyeden hadd ü hesaba gelmeyen istihraclarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.” (Ş:682)
İşte Risale-i Nur Külliyatında bu manada olarak çeşitli izahlar vardır.
Amma tenkidçiler İslâm alimleri dairesinde makbul olan anlayışlara değil, kendi maksadlı anlayışlarına bağlı kalarak garip sözler söyleyebilirler. Bu gibi sözleri hakiki müslümanlara tesir etmediği gibi aksine nefret uyandırır.
5- Peygamberlik ithamı:
Yine yukarıda Şualar adlı eserin 711. sahifesinden naklettiğimiz ifade, çok acib tahrif edilerek son Peygamber olma iddiası şeklinde iftira edildi. Risale-i Nur’da böyle ithamlara verilen cevablardan birisi şöyledir:
“Said Nursî gibi bir İslâm müellifini böyle siyasî iftiralarla mevzubahs etmek; çok vecihlerle vicdansızlıktır, müdhiş bir gaddarlıktır, âdi bir yalancılık derekesine sukuttur.
Herhangi bir din âlimine, bir bahane ile peygamberlik isnadını yapmak, doğrudan doğruya İslâmiyete bir taarruz ve Kur'ana bir ihanettir.” (Em:219)
Peygamberimizin (A.S.M.) son peygamber, yani hâtem-ül enbiya olduğunu, Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder:
“مِنْ قَبْلِكَ kelimesine bak! Bu âyetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu âyet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet mes'elesinde "Beş Maksad" vardır. Bu maksadlar, beş nükte ve letaiften in'ikas etmiştir. Bu beş letaif, مِنْ قَبْلِكَ nin sadefindedir. Maksadlar ise:
1- Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, resuldür.
2- Ekmel-ür Rusüldür.
3- Hâtem-ül Enbiyadır.
4- Risaleti, âmmedir.
5- Şeriatı, sair şeriatların mehasinini cem' ile onların nâsihidir.” (İ:50)
“Demek Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, hâtem-ül enbiyadır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki, ondan sonra peygamber gelmez. Hâtemiyetine hâtem ve imza basar.” (İ:51)
Evet “Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an'anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.” (İ:52)
“مِنْ قَبْلِكَ deki مِنْ , ibtida manasını ifade eder. İbtida ise, bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delalet eder. Öyle ise o hazret, Hâtem-ül Enbiya'dır ve âlem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.” (İ:52)
“Nasılki Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir. Bütün Enbiya, onun asıl nurundan istifaza ve hakikat-ı diniyenin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (A.S.M.) cebhe-i Âdem'den tâ Zât-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.
Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi'rac'da kat'î bir surette isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-ı Kur'aniye, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile beraber müteselsilen Enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşrederek gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur'an-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.
Bütün Enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları ve hülâsa-i kitabları Kur'anda bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler.” (B:324)
Şimdi az bir kısmı olarak nakledilen ve Risale-i Nur’da büyük bir yekün teşkil eden bu sarih beyanlar müvacehesinde Bediüzzaman Hazretlerine dil uzatanlar, ehl-i vicdanın nazarında ne hale düşüyorlar!...Ve eğer nedamet etmezlerse, huzur-u İlahide ve mahkeme-i kübrada halleri nice olur!...
6- Urvet-ül vüska meselesi:
Tenkid bahanesi arayanlar, Risale-i Nurda geçen “urvet-ül vüska” tabirini istismara kalktılar.
Kur’anda geçen bu tabiri, Önce ansiklopedi ve bazı lûgatlardan bakalım. Mesela Kamus-i Türkîde şu ifade var: Kemal-i itmi’nanla yapışılıp istinad ve istimdad olunabilen şey.
Kur’an Lugatı-Timaş yayınları, “vüska” kelimesi için teşbihtir der. Yani temsilî bir ifade olduğunu kaydeder.
Lugatlar küçük farklarla Kamus-i Türkînin beyanına yakın manada ifade ederler. Yani bu tabir Kur’an ve İslamiyet manasına geldiği gibi; lûgat ve mecaz manalariyle de, kemal-i itmi’nanla yapışılıp istinad ve istimdad olunabilen şey ve benzeri manalarda kullanılmaktadır.
Şâmil Yayınları-İslam Ansiklopedisi- “urvet-ül vüska” tabirini genişçe izah eder. Biz bu izahından mes’elemizle alakası olan kısımlarını nakledeceğiz. Şöyle ki:
“Urvet-ül vüska: Çok sağlam kulp, tutanak, sap anlamındadır. Kur'ân'da iki âyette yer alan urvetü'l-vuska kavramı çok geniş manalıdır. Bu kavramın geçtiği âyetleri müfessirler uzun uzadıya açıklamışlardır.
Burada tağutu inkâr edip Allah'a iman eden kimse, asla kopmak bilmeyen bir kulpa sıkı sıkıya yapışmış bir kimseye benzetilmektedir.
Bu konuyla ilgili Buharî ve Müslim'de Abdullah b. Selam'dan şöyle bir hadis-i şerif rivâyet edilmektedir: Rasûlüllah (s.a.s) döneminde bir rüya gördüm. Onu Peygamber (s.a.s)'e anlattım. Rüya şuydu: Yemyeşil bir bahçe içindeymişim. (İbn Amr şöyle dedi: Bu bahçenin yeşilliğini ve genişliğini de zikretti) Onun ortasında demirden bir direk vardı. Bunun alt tarafı yerde, üst tarafı da semadaydı. En üst tarafından da bir kulp bulunmakta idi. Bana "Bu direğe çık" dediler. Ben "Gücüm yetmez" dedim. Derken bir hizmetçi geldi. Arkamdan elbiselerimi kaldırıp "tırman" dedi. Ben de kulpu yakalayıncaya kadar tırmandım. Bana: "Kulpa yapış" dedi. Derken bu kulp elimde olduğu halde uyandım. Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gittim. Bana şöyle dedi: "Gördüğün bahçe İslâm bahçesidir. Direk de İslâmın direğidir. O kulp ise sapasağlam olan kulptur. Sen ölene kadar İslâm üzere kalacaksın" Bu bakımdan sahabe-i kiram Abdullah b. Selam (r.a) hakkında şöyle derlenmiş: "Cennet ehlinden bir kişi görmek isteyen, buna, (Abdullah b. Sellam)'a baksın (Müslim, Fedailu's-Sahabe,150; İbn Mâce, Rüya, 10; Buharî, Tabir, 23).
...Urvet'ul-Vuska (sağlam kulp) ifadesi, Allah'a teslim olan mü'min'in gönlünde Rabbına karşı güven ve emniyet bağının ifadesidir. ” (İslam Ansiklopedisi- Şâmil Yayınları, “urvet-ül vüska” maddesi.)
Bütün bu izahların neticesinde, teşbihî bir tabir olan “urvet-ül vüska”nın Kur’an ve İslamiyet manasında olduğu gibi, Allaha, Kur’ana, İslamiyete ve Resulullaha samimi bağlılığı sebebiyle güvenilen ve istikamete vesile oluşu itibariyle bağlanılan manevi değerlere de denilebildiği görüldü. Fakat bu nakillere rağmen yine de itiraz edilirse, böyle kasıdlı ve te’vilat-ı fâsideye dayanan itirazlar nazara alınmaz.
Şimdi Risale-i Nurda “urvet-ül vüska” tabirinin geçtiği parçaları ele alacağız. Şöyle ki:
“وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ * بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى Bu iki kudsî cümleler, kuvvetli münasebet-i maneviye ile beraber makam-ı cifrî ve ebcedî hesabıyla, birincisi Risalet-ün Nur'un ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına manen ve cifren tam tamına tetabukları bir emaredir ki; Risalet-ün Nur bu asırda, bu tarihte bir "urvet-ül vüska"dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "hablullah"tır. Ona elini atan, yapışan necat bulur diye mana-yı remziyle haber verir.” (Ş:272)
Burada açıkça anlatıan, mana-yı sarih değil, mana-yı remzîdir. mana-yı remzî ise, mezkûr beyanlar müvacehesinde makbul ve müsta’meldir. Mu’terizlerin itirazı, avam tabakasını aldatabilmek için mana-yı sarih şeklinde gösteriliyor. Yani tenkid için bahane aranıyor. Mevzuya devam ediyoruz.
“Hem "Elbakara" suresinde, hem "Lukman" suresinde
فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى cümlesidir. Yani: "Allah'a iman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder." Risale-i Nur ise, iman-ı billah’ın Kur'anî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى külliyetinde hususî dâhil olduğuna teyiden makam-ı cifrîsi bin üçyüz kırkyedi (1347) ederek Risalet-ün Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu ondördüncü asırda Kur'anın i'caz-ı manevîsinden neş'et eden bir urvet-ül vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risale-in Nur olduğunu remzen bildirir.” (Ş:700)
Bu parçada dahi Risale-i Nur eserlerinin Kur’andan alınan bürhanlar olduğu, yani Kur’ana bağlı olduğu ve milyonlarca makbul İslamî eserlerin vazifesi gibi, İman nuruna vesile olduğu, hem remzî mananın külliyetinde, yani geçmiş asırlardaki, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazali, Şah-ı Geylanî gibi büyük dinî şahsiyetlerin de bu remzi mana tabakasından hissedar oldukları nazara verildi.
Keza “Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvet-ül vüska" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.” (H:50)
Bu kısımda lûgat ve mecaz bir mana ile, kalben, lisanen ve fiilen yaşanan doğruluğa, sıdk’a Urvet-ül vüska denildi.
Ve keza “Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvet-ül vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal'adır" (H:65)
Burada da İslamiyeti koruma sıfatı olan Hamiyet-i İslâmiyeye urvet-ül vüskadır deniliyor.
“...meşrutiyet-i şer'iye taht-ı efkâra çıktı; habl-ül metin-i milliyeti ihtizaza getirdi; nuranî urvet-ül vüska olan İslâmiyet ihtizaza geldi.” (Mü:66)
Bu parağrafta dahi İslâmiyet, doğrudan urvet-ül vüska vasfiyle tavsif edildi.
Şimdi bu nakillerin ortaya koyduğu hakikatlara rağmen, yine de Risale-i Nur eserlerini ve Bediüzzamanı çürütebilmek yoluna gidilse ancak, iyi niyet sahibi ve münsif insanların nefretleri kazanılır.
7- Kur’anı okumayıp Risale-i Nur okurlar ithamı da çok garibtir:
Esasen bu itham, cevab verilmesi gerekmiyen bir iftiradır. Çünkü çok insanlar bilir ki, Nurcular, dinî günlerde, hususan üç aylarda ve bilhassa Ramazanda, ferden ve cemaat halinde hatimler indirirler. Zikir kitablarının başındaki surelerden her gün okurlar. Hatta bunun böyle olduğunu, ithamı yapanlar da bilirler. O halde böyle ithamlardan maksadları nedir? Nurcuların din ve iman hizmetindeki tesirlerini kırmak mı isteniyor? Hemen ifade edelim ki bu ithamlar, bazı saf kimseleri kandırsa da, ehl-i iman ekseriyetinin ancak nefretini celbeder.
Kur’anı okumak dinde tahsin edilir fakat, Kur’anî ilimleri öğrenmek ve emirlerini yaşamak farzdır.
Evet, “Lisanın, Kur'anın Âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun mânasını neşretsin; lisan-ı hâlin ile de Kur'anı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun! “ (T:157)
Keza “Avn-ül Ma’bud yazarı bundan sonra sözlerine devamla: Bazı âlimler demişler ki; Kur’an-ı Kerim ile amel edenler, yani durum ve davranışlarını ona uydurup yaşayışlarını bu ölçüye göre düzenliyenler, Kur’an okumasını bilmeseler bile devamlı okuyormuş gibidir. Kur’an ile amel etmiyenler, yani yaşayışlarını ona göre düzenlemiyenler ise devamlı okusalar bile hiç okumamış gibi sayılır. Bu itibarla sırf okuyup ezberlemek, Cennet’teki yüce mertebelere erişmeye vesile olmaz. Önemli olan, onunla amel etmektir.” (İbn-i Mace tercemesi, ci: 9 sh: 570-571) (Ramuz-ul Ehadis, ci:l sh: 283)
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur'ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.” (STİ:29)
Büyük İslam İlmihali de Şöyle der:
"Her müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek bir farzdır." (B.İslam ilmihali: sh. 436)
Bir tefsirde de bir ayet açıklanırken şu hususlara dikkat çekilir:
“Yüce Allah'ın Kitab'ını okumanın, sesli ya da sessiz olarak bu Kitab'ın cümlelerini gözden geçirmekten başka bir anlamı vardır. Kur'an'ı okumak, onun anlamını düşünmek demektir. Bu düşünmeyi anlamak, etkilenmek ve arkasından uygulamak ve davranışlara yansıtmak izlemelidir. Bundan dolayı ayette Kur'an okumayı namaz kılmak ve Allah'ın bağışladığı rızkın bir bölümünü gizli ya da açık bir şekilde dağıtmak görevleri gelmektedir.” (Fizilal-il Kur’an, 35. sure,29. ayet)
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an okutan talebelerini takdir etmiştir. Ezcümle Kur’an okutan bir talebesi için şöyle der:
“Şimdi Nurların bir vazifesi olan, çocuklara Kur'an okutmak ve iman derslerini vermek hizmetiyle meşgul olduğunu yazıyor. Ona yazınız ki: Bu hizmetin, aynen eskide Nurlara çalışmanız gibi kıymetlidir.” (E:174)
Keza Üstad Bediüzzaman Ramazan ayını Kur’an okuma ayı olarak ilan eder.
“Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur'anı, o hitab-ı semavîyi Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur'an ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın sair efradları, bazıları huşu' ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar.” (M:401)
Burada az bir miktar naklettiğimiz şu beyanlara insafla bakanlar, mu’terizlerin itirazlarının asılsız ve kasıtlı olduğunu anlayacaklarından, nakilleri yeterli gördük.
8- Risale-i Nur’un, Kur’anın alındığı yerden alındığı şeklindeki tahrifli itham:
Evet, bu itham, apaçık ve kasıtlı bir tahriftir. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi aynen şöyledir:
“Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” (Ş:690) İşte bu ifade açıktır.
Yani Kur’an, şark ve garbın, yani beşerî anlayışların üstündedir, yani İlahîdir. Risale-i Nur ise, Kur’anın o yüksek mana mertebesinden alınmıştır, yani Kur’anın alındığı yerden değil, Kur’andan alınmıştır deniliyor. Bu açık ifadeye rağmen mana, acaib bir şekilde asliyetinden saptırılıyor. Evet, her makbul tefsirin müfessiri, derecesine göre Kur’anın mertebe-i arşisinden, yani arş gibi yüksek ve muhit mana külliyetinden manaları alır ve tefsirini yazar. Esasen ehl-i sünnet alimlerinin asıl kaynaklara müstenid yazdıkları makbul olan tefsirlerde beyan edilen manaların ekserisi, Kur’andaki manalardan alınmış ve alınır ve alınması da icab eder.
“Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından olan Ebu Hallâd radıyallahu anhü anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma hasletlerinin verildiğini görürseniz ona yaklaşın (ve sözlerini dikkatle dinleyin). Çünkü o hikmetli sözler eder-veya ona hikmet ilham edilir- "(Kütüb-ü sitte:7204)
Bir hadiste şöyle buyurulur:
يَكُونُ فِى اُمَّتِ رَجُلَانِ اَحَدُهُمَا وَهَبُ يَهِبُ اللَّهُ لَهُ الْحِكْمَةَ وَالْآ خَرُ غَيْلَانُ فِتْنَتُهُ عَلَل هَذِهِ الْاُمَّةِ اَشَدُّ مِنْ فِتْنَةِ الشَّيْطَانِ 1
Bu hadis-i şerif, ümmet-i Muhammediyenin hayatı nokta-i nazarında çok şamil bir te’siri haiz iki şahsı haber vermektedir. Bunlardan biri, mahz-ı mevhibe-i İlahiye olacak ve kendisine hikmet-i İlahiye ve hikmet-i Kur’aniye ihsan edilecek. Diğeri de, fitnesi bu ümmet-i Muhammed’e şeytandan daha te’sirli olan bir şerir zalim olacaktır.”
Burada bahsedilen dinî şahsiyetin ilmi, vehbîdir, ilhamîdir.
Elmalılı tefsirinde şu bilgi veriliyor:
“ ….. aklın da başlıca iki nevi seyri vardır. Birincisi ağır, tedricî ve zamanî olan teemmülî seyridir ki, buna fikir tesmiye olunur. Diğeri de bir lahzada, bir hamlede matluba vasıl oluverecek derecede seri olan ani seyridir ki, buna da hads tesmiye edilir. Bu hads de iki kısımdır: Birisi; her birinde mevzuuna göre uzun müddet vaki olan tahsil, tecrübe ve mümareseden mütehassıl meleke-i itiyaddır ki, kesbîdir. Nazarî, amelî tahsil ve terbiye-i ilmiyye bu gayeye ermek içindir. Buna akl-ı mesmu dahi denilir. Diğeri; doğrudan doğruya fıtratta merkuz ve sırf vehbi-i İlahî olan melekedir ki, buna da kuvve-i kudsiye veya akl-ı matbu veya garizî tesmiye olunur. Bunda esas itibariyle sa’y ü kesbin hiç hükmü yoktur. Ve herkesin bu nevi hads ü akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmuun hiç hükmü olmaz. Bunun kabil-i tahdid olmayan bir çok meratibi vardır ki, bir zekâ-yı basitten ukul-u enbiya mertebelerine kadar gider.” (Elmalılı Tefsiri, sh. 566)
Mu’terizler hak mezheb imamlarının tesbit ettikleri hükümleri bilip kabul etseler, bu tarz itirazları yapmazlardı. Onun için asıl muhatab, hak mezhebe bağlı olanlardır.
Amma risalelerde geçen yazdırıldı ve benzeri ifadeleri ise, yukarıda bir nebze nakledilen ve ulema-i İslamın makbul gördüğü vehbîlik hakikatının neticesidir. Ehlince malûm olduğu üzere, tefsir usûlünde, beşerî anlayışa göre tefsir yazmak hatadır ve makbul değildir. O halde kesbî ilimle de tefsir yazan, usûl-i tefsir esaslarına müstenid Kur’andaki manaları anlar ve yazar ve yazmalıdır. Amma bir bazılar da var ki, Kur’ana mücerred terceme cihetiyle bakar ve asırlarca devam eden İslam dairesindeki imamları, mürşidleri ve muhakkik müfessirleri yok sayarcasına hareketle kendi nefsaniyetine ve garazına bağlı olan akıl ve anlayışını esas alır ve Kur’an lehinde görünüp Kur’anı tahrif ve alet etmek yolunda gider. Bunlar muhatab alınmaz. Avam dahi bunların durumlarını anladıkça onlara nefret eder ve onlardan uzak durur.
10- Bu münekkid kişilerin İmam-ı Ali’ye (R.A.) de gizlice muhalefetleri olduğu anlaşılıyor. Çünkü İmam-ı Ali’ye (R.A.), dünyanın başından kıyamete kadar ilimlerin ve sırların bildirildiği haberini tenkid ediyorlar. Hatta Peygamberimizden (A.S.M.) öğrenemiyeceği, çünkü Peygamberimizin de (A.S.M.) bu ilimleri ve sırları kesin bilmediği iddiasını ileri sürüyorlar. Peygamberimiz hakkındaki çirkin iddiaya cevab vermek abes olduğundan vicdan-ı amme-yi İslamiye ve insaniyet nazarına havale ederiz.
Burada buna benzer muhtemel bir suale Hz. Bediüzzamanın verdiği şu cevabı nazara veriyoruz:
“Eğer bir muannid tarafından denilse: "Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bu umum mecazî manaları irade etmemiş." Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü irade etmezse, fakat kelâmı delalet eder ve karinelerin kuvvetiyle, işarî ve zımnî delaletle manaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî mana ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'ın, böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa; Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü'nün üstadı olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm'ın küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelalinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.” (M:467)
Âlem-i İslamın manevî merkezleri olan İslam büyüklerine ve hasseten âl-i beyt silsilesine karşı bu çeşid iddia ve anlayış sahiblerini müslüman halk bilse, nefret eder ve böyle garib iddialara kimse aldanmaz. Onun için ictimaiyat dairesinde konuşan ve yazan zatların bu ciheti, yani halkın uyandırılmasını nazara almaları lazım.
11- Tiyatro oynar gibi bir muvazaa ile ve kasdî bir tarzda ileri sürülen iddialardan biri de, Hz.Üstada olağanüstü değer vermek ithamıdır.
Bu ithama, Hz. Bediüzzamanın en yakın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin seneler önce yazdığı bir yazısiyle cevab veriyoruz. Şöyle ki:
“….. zehirlemekten zevk alan akrep misillü ve anarşist ruhlu olmıyan herbir ferd, bu dâvanın karşısında ancak sevinç duyar.
Belki bize şöyle bir sual sorulabilir:
"Acaba bu Tarihçe-i Hayatla Said Nursî beşerin efkârına insan üstü bir varlık olarak gösterilmek mi isteniyor?.."
Hayır!...
Dünyanın ve hayatın mahiyetini bilen insanlar için, muvakkat âlâyişin, şan ve şöhretin hiç bir kıymeti yoktur. Hakikatı müdrik bir insan, fânilerin sahte iltifatlarına kıymet vermez ve arkasına dönüp bakmaz. İşte Said Nursî bu noktadan da mânevî büyük bir kahramandır. Hayatı, insanı hayrette bırakan çeşitli kahramanlıklarla dolu olmakla beraber; Hak'ta, Hak yolunda fâni olup, şahsından feragat etmede de mümtaz bir fedakâr olarak nazara çarpmaktadır. İlâhî bir inayete mazhariyetle, dağ gibi engelleri aşıp; bu asrın yüzlerce menfi cereyanları karşısında kudsî dâvasını çekinmeyerek ilân edip selâmete çıkarması, kendisinin fâni şahsiyetinden tamamiyle feragat ettiğini, Hak yolunda fedâi olduğunu göstermektedir.” Tarihçe-i Hayat:22
Esasen bu gibi mübarezelere sebebiyet veren ve sureta din tarafdarı görünme perdesi altında yapılan kasdî itirazlar, samimi müslümanları tahrik eder ve sahabeler zamanında ortaya çıkan fitnelerin müslümanların dini koruma gayretini kamçıladığı gibi, bu zamanda da böyle garazî tenkidler, hamiyet-i İslamiye hissini kamçılar. Bediüzzaman Hazretleri, asr-ı saadetteki fitnenin, her zamana şamil ibretlik hikmetlerini anlatırken diyor ki:
“Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'anın muhafazasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı...” (M:100)
Yani 28. surenin 45. ayetinde işaret olunduğu üzere, zaman geçtikçe dinî bir faaliyetin ilk heyecanı, ülfet ve ünsiyet ve gaflet gibi sebeblerle zayıflar. Himmetler, rahat ve menfaat-ı şahsiyeye döner. Bu hali fırsad gören gizli cereyan, şahsî menfaat ve enaniyetine mağlub olan bazılarını, dinin ve dinî hizmetin aleyhine sinsice sevkedip ortalığı karıştırmak isterler. Kader-i İlahî de yukarıda anlatıldığı gibi böyle tecavüzleri, hamiyet-i İslamiyenin yeniden canlanmasına vesile yapar diye düşünüp çokça şevkleniyoruz. Böyle tecavüzkârane hadiseler, hakiki müslümanlar için çok kıymetli fırsatlardır. Değerlendirmesini bilmeli. Yani gayrete gelip dinin himayesine koşmalı.
12- Abdülkadir-i Geylanî gibi Şah-ı velayet olan bir Zatın izn-i İlahî ile vesile olduğu manevî himmetini, yani himmet ve keramet-i evliyayı, mu’terizlerin tezyif edici iddiaları da çok garibdir.
Âlem-i İslamda asırlardan beri yaşanan ve kabul gören bir hakikat-ı umumiyeyi ve bütün İslam büyüklerini yani bütün imam ve mürşidleri inkâr edercesine ileri sürülen itirazları, azıcık dinî hissiyata sahib olan en ami bir müslüman dahi reddeder.
Bediüzzaman Hazretleri, Velilerin himmetleri hakkında diyor ki:
“Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah'tır.” (Ms:240)
Yani hidayet ve necat gibi iyilik ve ihsanların hepsi Allahtandır. Fakat Allah, hikmetinin iktizasınca, bazı kullarını taltif ve teşrif makamında ve izni ile şefaate vesile eder.
Geylanî Hazretlerinin keramet ve himmeti hakkında Üstad Bediüzzaman diyor ki:
“O kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip; hizmet-i Kur'aniyeye füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avaika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.” (L:446)
Evet, “Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: "Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz."Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.
İşte böyle güneş gibi bir mu'cize-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), yüksek ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin, gayb-âşinâ nazariyle asrımızı görüp, böyle bir keramet izhariyle teselli verip teşci' etmek şe'nindendir. Acaba hiç mümkün müdür ki "Sultan-ül-Evliya" makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mâzi ve müstakbeli hâzır gibi izn-i İlâhî ile görmüş ve mematında dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velâyet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf ile Kur'anın hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna mâruz ve teselli ve te'mine muhtaç bîçâre Kur'anın hâdimlerine ve talebelerine lâkayd kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki, bizimle münasebetdar olmasın? Sekiz, dokuz, belki onbeş kuvvetli delilden kat'-ı nazar, edna bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delâlet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünki, makam iktiza ediyor, mutabık-ı muktezayı haldir ve münasebet kavîdir.” (St:150)
Keza, İmam-ı Ali’nin (R.A.) ve Gavs-ı Azam’ın (K.S.) keramet ve himmetlerini yazan Sikke-i Gaybî Mecmuasının ve Risale-i Nur eserlerinin yüzlerce beraeti de, iddia olunan ithamları reddeder. Mesela:
“Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasında dercedilen İşarat-ı Kur'aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiblerine geri iade edilmiştir.” (M:462)
“Bediüzzaman Said Nursî; Kur'an, İman ve Din'e yaptığı hizmetinde, senelerden beri mütemadî bir tarassud ve tecessüs, takibat ve tedkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rıza-yı İlahî için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyet'e hizmet ettiği ve hizmet-i Kur'aniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddid mahkemelerde de sabit olmuştur.
Eğer bu mezkûr hakikatlara ve eserlerindeki hak ve hakikatı gören hakperestlerin, Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikata mugayir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmibeş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecek idi.
Nitekim bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbar, müstebid din düşmanlarının tahrikatıyla mahkemelere sevkedildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi; tahkikat ve muhakeme neticesinde hiç bir suç olmadığı tahakkuk ederek, beraet ettiği vakit sükût edilmesi; bu hakikatın aşikâr çok delillerinden bir tanesidir.” (S:761)
Hem “İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua İşarat-ı Kur'aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur'un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin'e demiş ki:
"Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn" diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin pederleri olan Sultan-ül Ülema'nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:
"Bu misillü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır. Ve Hoca Mustafa'ya emretmiş, "Söylediğimi yaz!"
Bediüzzaman'a kemal-i hürmetle selâm ederim. Te'lifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymetdardır). Bazı ülema-üs sû'un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira yemişli ağaç taşlanır, .... kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffak-un bilhayr eylesin! Bâki Hakk'ın birliğine emanet olunuz.
Eski Fetva Emini Ali Rıza
İşte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur'an cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş.” (K:194)
Şimdi sorarız: Bazı örneklerini verdiğimiz hakikatlara benzer pek çok hakikatları dinlemeyip, menfi cereyanlar lehinde olarak Nurculuk hareketinin tesirini kırmaya çalışanları dinlemek, mümkün değildir.
Mu’terizlerin en çok dikkat çekici bir tarafları da, zahiren dinden yana ve hatta dinin müdafii edasiyle görünürlerken, itirazlarının isbatında şer’î kaynaklara dayanmamalarıdır. Adeta ehl-i Sünnet imamlarını yok sayıyorlar gibi konuşuyorlar. Hakikaten bunlar, ehl-i sünnet imamlarını yok sayıyorlarsa ve bu anlayışlarını da müslümanlar bilse, aldanmaları muhtemel olan bazı müslümanları ikaz için yazdığımız bu kısa cevabları yazmazdık. Çünkü bu durumda hiçbir müslüman bunlara aldanmazdı. Onun için kapalı ve cerbezeliliği takib ediyorlar.
Şer’î delillere yanaşmayan bu mu’terizler, itirazları arasında büyük şahsiyetlerin şefaat ve himmetleri gibi meseleleri tezyifkârane ele alırlar fakat kendi iddialarını, güya Kur’ana dayandırmayı esas alıyorlarmış gibi çok tutarsız ayet meallerini delil götermekle haklılık tavrını takınırlar. Halbuki 34. surenin 23. ve benzeri ayetlere ve ehadise istinaden şeriat imamları Allahı izni ile şefaat haktır hükmünü vermişlerdir. Bunun bir örneği şöyledir:
“Bid'at sahibine "Mübtedi" denir ki, inancı sünnet ve cemaat ehlinin inancına aykırı olan kimse demektir. Bid'at sahibine uymanın kerahetle caiz olması, inancıküfre varmadığıtakdirdedir. Eğer inancı küfrü gerektiriyorsa, ona uymak bütün Hanefilerce de caiz olmaz. Şefaatı, kabir azabını ve hafaza meleklerini inkâr etmek gibi...” (B.İslam İlmihali:147)
Yani bu gibi hükümleri inkâr etmek, imanı yok eder.
Naklî delillerden yazılacak çok hükümler varsa da şimdilik bu kadarla iktifa edildi.
1 R.E. shf: 518
Bu dersi indirmek için tıklayınız.