DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDA CUMHURİYET1

Asrımızın başlarında, 1909 yılında Meşrutiyet hakkında görüşlerini efkar-ı âmmeye beyan eden ve idare sisteminin esaslarını net bir şekilde ortaya koyan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, 2adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتِينُ  hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma olacaktır.(H:88)

Bu parağrafta “Adalet”, “meşveret”, “kanunda inhisar-ı kuvvet”, cumhuriyetin hususiyetlerinden üç temel unsur olarak gösteriliyor.

Burada zikredilen “Adalet”, İlâhî, yani Kur’anî adalettir ki, kulları üzerinde, yani ferdî ve ictimaî hayatlarında Allah’ın hakimiyetinin tek yoludur.

Bu adalet ile alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

“Emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

İşte bu cüz'î sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur'anın gösterdiği yol ile olabilir

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye'cüc ve me'cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”(H:78)

Bediüzzaman Hazretleri adalet hakikatını başka bir izahında da şöyle anlatır:

“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizac ile yaratılmıştır. O mizac yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan en müntehab şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, zînetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini, istediği gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok san'atlara ihtiyacı vardır. O san'atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur ki; herbirisi, semere-i sa'yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i akliye Sâni' tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz'-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.”(İ:84)

Keza, cumhuriyetin ikinci unsuru olarak yukarıda zikredilen meşveret, yani şer’i hukukun tatbikatı ve su-i istimallerden korunması ve bu hukukun haricinde kalan hususlarda kanunların yapılması için gerekli olan meclis sisteminin (parlamentonun) varlığı ve faaliyeti hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima' ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa'ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima' o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir.” (D:78)

İkinci meşrutiyet devresinde teşri’ organı (meclis sistemi) hakkında Bediüzzaman’a sorulan bir sual ve cevabı, meselemizi izah ve te’yid ettiği için kaydediyoruz. Şöyle ki:

“Sual: Meclis-i Meb’usan’da Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onların reylerinin Şeriat’ta ne kıymeti vardır?

Cevab: Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekseriyet ise müslümandır. Altmıştan fazla ülemadır. Meb’us hürdür. Hiçbir te’sir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslâm’dır.

Saniyen: Saati yapmakta veya makineyi işletmekte sanatkâr bir Hoço veya Berham’ın reyi mu’teberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Meb’usandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekseri bu kabilden olduğundan reddetmemek lâzım gelir.

Amma ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir.Meb’usların vazifesi o ahkâm ve hukuku, su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için, bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olmaz. Gidilse intihardır.” (A.B. 417)

“Âlem-i İslâmiyet’in ukde-i hayatiyesini tenbih ve te’min ve meyl-üt-terakkisini fa’al etmek için adalet ve meşveretten ibaret olan  meşrutiyetin me’haz ve menbaını, ezel ve ebed şanında olan kanun-u İlahiyenin şarihi olan mezahib-i erbaayı ittihaz etmektir. Zira milyonlarla dâhîlerin ecr-i âhiret için istinbat ettikleri bahr-ı umman gibi mesail-i şer’iyeye kanaat etmeyip,  Avrupa’ya ahkâm ve ahlâkta dilencilik ve izhar-ı fakr etmek, din-i İslâm’a bir cinayettir.”  (A.B. 372)

Yani, İslâm Cumhuriyetinde milletvekillerini seçen millet ve seçilen milletvekilleri, Kur’an’ın hükümlerine, diğer bir ifade ile Allah’ın kulları üzerindeki hâkimiyetine müdahale edemiyor. Ancak dinin hükmetmediği sahalarda vazifeleri var.

Bediüzzaman Hazretleri 1893 senesinde Siirt’e bağlı Tillo’da bulunduğu sırada boş bir türbede kalıyordu. Burada geçen bir hadiseyi Tarihçe-i Hayatını anlatan kitaptan alıyoruz:

“Mezkûr türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmed, yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek kendisi ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ediyordu.

Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun? denildiğinde,

–Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye malikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum, cevabında bulunmuştur...” (T:39)

Bu parağrafta İslâm Cumhuriyetinde, hak nizamına ve teavün esasına ve vazifeperverliğe dayanan ve millî menfaatı hedef tutarak doğru çalışan bir cemiyetin varlığının şart olduğuna işaret edilir. Çünkü karıncalar, Alah’ın koyduğu fıtrat kanunlarına ve teavün esasına hiç muhalefet etmeden çalışırlar.

Evet, “Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.” (H:60)

CUMHURİYET VE LÂİK CUMHURİYET

“Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte ey müddeiumumî ve mahkeme a'zaları! Elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiyle, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm "Hasbünallahü ve ni'melvekil" olarak sizin beni i'dam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben Risale-i Nur'un keşf-i kat'îsiyle i'dam olmuyorum, belki terhis edilip, nur ve saadet âlemine gidiyorum ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar! İ'dam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım! Onlara demiştim.” (Ş:363)

Bediüzzaman Hazretleri 1935 yılında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken yaptığı müdafaada mahkemeye ve devleti idare edenlere hitaben şöyle diyordu:

“Bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem; lâik cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.” (T:219)

Evet, cumhuriyetin vazife-i hâkimiyeti, yani milli çoğunluğa dayanma mecburiyeti cihetiyle bu çoğunluğun sahib olduğu mukaddesata sahib çıkması, cunhuriyetçiliğin lâzımıdır.

Evet “Hürriyet-i ilmiye, cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınmaz.” (T:221)

“Eğer farz-ı muhal olarak, müfsidlerin, muhbirlerin ihbar ettikleri gibi, Risale-i Nur, hükûmetin bir takım siyasetiyle ve bazı kanunlariyle tevfik edilmiyor, muaraza ediyor; belki başka siyasî kanaatlardır ve ayrı ayrı fikirlerdir; ve umum risaleler, imandan değil, belki siyasetten bahseder diye, gayet zâhir bir iftira farz ve kabul edilse, cevaben derim: Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükûmet ise, cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir; elbette hakikî ve kat'î ve reddedilmez kanaat-ı ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi âsâyişe dokunmamak şartiyle, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet; dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün bir tek kanaat-ı siyasiyede bulunsun. Haydi - farz-ı muhal olarak - ben, perde altında kendi kendime kanaat-ı siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan bahseder; siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.

Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: "Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor."

Elcevap: Hükûmetin lâik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda, nerede Türk varsa Müslümandır. Sair anâsır-ı İslâmiyenin küçük de olsa yine bir kısmı, İslâmiyet haricindedir. Böyle pek ciddî ve hakikî dindar ve bin sene kadar Hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde, mefâhir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılınçlarının uçlariyle yazan bu mübarek milleti, "Dini reddeder veya dinsiz olur" diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennemin esfel-i sâfilîn tabakasında ceza görmeye müstehak olurlar.” (T:230)

“Cumhuriyet ve Lâik Cumhuriyet” başlığından buraya kadar beyan olunan “Lâik Cumhuriyet” tarifleri, siyasî tariftir. Yani, lâik devlet, cemiyet hayatında yol, hastahane, adliye ve askerî teşkilat gibi milletin ortak ihtiyaçlarını icra eder, adeta maddî ihtiyaçları karşılamak için kurulan fabrika gibi çalışıp ideolojik ve manevî sahalara karışmaz. Ancak fikir ve neşir hürriyetlerini aşarak fiilî tecavüze kalkışanları cezalandırır.

İşte lâik devlet bu mahiyyette olduğu için dinsizliğe ve dinsizlere dokunmadığı gibi, dine ve dindarlara da dokunmaz, dokundurmaz ve dinî anlayış ve yaşayışlarına karışmaz ve karışamaz.

İşte Bediüzzaman Hazretleri lâik devlet, Kur’an’da Allah’ın gönderdiği kanunları terkedip devlet idaresinde tatbik etmeyen bir idare şekli olduğu halde, lâiklik perdesi altında dine ve dindarlara baskı yapanların din ve vicdan hürriyetlerini çiğnediklerini tekraren hatırlatır ki, bir kısım örneklerini yukarıda gördük.

Gerçi Bediüzzaman Hazretleri dini, cemiyet hayatından ve idare sahasından ayıran lâik anlayışı, dinin kâbul etmediğini de nazara verir. Ezcümle bir eserinde şöyle der:

Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler

Şu jön-türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

Medeniyet sistemi 3 bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...”(S:716)

Hem yine bir suale verdiği cevapta, dinin teferruat sayılan hükümlerini dahi tebdil etmenin dinden uzaklaşmak olacağını beyan ederken diyor:

“Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.

Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyat-ı Diniye" denilen ve kabil-i evil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.”(M:435)4

Bediüzzaman Hazretleri burada, lâiklik iddiasını ileri süren bazılarının, dine ve dindarlara karşı açığa çıkan davranışlarıyla, nazariyede iddia olunan ve dine ters düşen lâikliğe dahi muhalif olduklarını hatırlatır ve ikâz eder.

Laik cumhuriyetin, dindar ve dinsiz cereyanlar arasında hakem makamında kalmasını hatırlatan Bediüzzaman hazretleri diyor ki:

“Müdafaatımın bütün safahatında gizli ve müdhiş bir komiteye karşı mübareze vaziyetini gösteren tarz-ı ifademdeki maksadım şudur:

Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye "Dîni dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak" prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen Hükûmet-i Cumhuriyenin dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin me'murlarını iğfal eden gizli menfi komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum. O komitelerden, tesadüfle hükûmetin me'muriyetine girenler, ciddi dindarlara takmak için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükûmeti iğfâle çalışıyorlar. O iki kulpun birisi: O mülhidlerin dinsizliğine temayül göstermemek mânasiyle "İrtica" kulpunu takıyor. Diğeri: Hâşâ ve hâşâ! dinsizliği, bu Hükûmet-i İslâmiyenin ayn-ı siyaseti telâkki etmediğimiz mânasında "Dini siyasete alet etmek" kulpu ile lekelemek istiyorlar.5

Evet, Hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarını elbette terviç etmez ve tarafdar olamaz. Menetmek, cumhuriyet kanunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere tarafdarlık ile, cumhuriyetin esaslı prensiplerine zıddı zıddına gidemez. Hükûmet-i Cumhuriye, bizim ile o müfsidler mabeyninde hakem hükmünü alsın. Hangimiz zâlim ise ve tecavüz ediyorsa; o vakit, hakem hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.

Evet inkâr edilmez ki; kâinatta, dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanındanberi cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes'elemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın Garbda ve Avrupa'da zuhuru; ve ağleb-i Enbiyanın Şarkda ve Asya'da tulu'ları Kader-i Ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya'da hâkim, galib, din cereyanıdır. Elbette, Asyanın ileri kumandanı olan bu Hükûmet-i Cumhuriye, Asya'nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.” (T:240)

“Evet, değil bu mahkemeye, belki bütün dünyaya ilân ediyorum: Ben, hakaik-ı kudsiye-i imaniyeyi, Avrupa feylesoflarına ve bilhassa dinsiz feylesoflara ve bilhassa siyaseti dinsizliğe âlet edenlere ve asayişi manen ihlâl edenlere karşı müdafaa etmişim ve ediyorum.

Ben, Hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım Kanun-u Medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum. Kararname namındaki ithamnamede, vazifesini yapan müstantiklere değil, belki müstantiklerin istinad ettiği mülhid zalimlerin evham ve entrikalarına karşı derim:

Siz, beni: "Dini siyasete âlet etmek" ile itham ediyorsunuz. Ve o itham, zâhir bir iftira olduğu ve esassız, çürük bulunduğunu yüz delil-i kat'i ile isbat etmekle beraber; bu ağır iftiranıza mukabil, ben de sizi, siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorsunuz diye itham ediyorum!” (T:251)

“Hükûmet-i Cumhuriyenin kanunlariyle beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbab bulunmazsa; elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber, tam hürriyetimizi vermek lâzım gelir.” (T:258)

“Hükûmet-i Cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arzediyorum ki; beni bu belâya sevkeden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünki, hiç bir hâdisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır, yüzbin dostum varken, hiç biri bana bir mektub yazamadı, bir selâm gönderemedi; hükûmeti iğfale çalışan entrikacıların ihbârâtiyle Vilâyât-ı Şarkiyeden, ta Vilâyât-ı Garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir.” (T:260)

“Hükûmet-i Cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek manasiyle hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz. Ben hukukumu, kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle ittiham ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini, elbette Hükûmet-i Cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim. Eskişehir hapsinde tecrid-i mutlakda

Said Nursî” (T:262)

“Bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevkeden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya İslâmiyete ve hakikat-ı Kur'an'a karşı mürtedane mücadele eden bir dessas zındıktır ki; bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle; hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler. Onları Kahhar-ı Zülcelal'in kahrına havale edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için "Hasbünallahü ve ni'melvekil" kal'asına iltica ederiz.” (Ş:377)

“İşte ben de yüzer âyât-ı Kur'aniyeye istinaden Kur'anın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında, Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.” (Em:158)

“(Kırk iki 6sene evvel dinî ceridelerde neşredilen Said'in makalesidir.)

Yaşasın Şeriat-ı Garra 29 Şubat 324 Dinî ceride: 73 Mart 1909

Ey meb'usan!

Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnabında îcaz var. Şöyle ki:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet, bu ünvan ile beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem (1) ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın (2) ve nokta-i istinadımızı temin eden (3) ve meşrutiyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4) ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menafi'-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7) ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9) ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10) ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden (12) ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15) ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i'caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16) ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde'yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ülema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anasır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade te'lif ve rabteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hâdim-i medeniyet 7 olan sefahet ve israfat ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren (28) ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi ey meb'uslar ellibin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden (30) ve sizi icma-i ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binaen a'malinizi ibadet gibi ettiren (32) ve üçyüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine sû'-i kasd ve cinayetten sizi tahlis eden (33) ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm. Yaşasın Şeriat-ı Garra!..

Said Nursî” (D: 61)-(H: 81)

S- Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

C- Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba'-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cem'iyettir.

Benî-beşerde ona intisab eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatına feda etmeyen.. hem de menfaatını ızrar-ı nâsta gören.. hem de müvazenesiz, muhakemesiz mana veren.. hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane millete ruhunu feda etmek davasında bulunan.. hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan.. hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan afv ve istiharat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.” (Mü:12)

Mezkûr ifade ve beyanlardan anlaşılıyor ki, bazı gizli cereyan mensupları, resmî makamları elde ederek din ve dindarlar aleyhinde iğfalat ve ifsadata çalışıyorlar. Bunlara karşı vatanperver siyasîlerin aldanmamaları için ikâzlar yapılmıştır. İşte bir derece yumuşak olan mezkûr ikâz ifadelerinin muhatabı iyi niyetli siyasîler olup gizli zendeka cereyanı değildir. Malum olduğu üzere hitaplarda, kim demiş, kime demiş gibi makamlar var.

Müslüman bir milletin idarecilerinin, cumhuriyetçiliğin zaruri neticesi olarak millî temayül ve vicdana uymaları ve mukaddesatı korumaları farz iken, lâik rejime geçiş sebebiyle dine taaruz serbestliğini bulan gizli cereyana karşı, müslüman milletin dinini koruması farz-ı ayın olduğundan dolayı eserler yazan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Onuncu Sözün tevafukatındandır ki; Onuncu Sözün satırları hem te'lif tarihine, hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir emaredir. Yani o fıkranın meali budur: "Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalâlet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir." demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir; belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel, Onuncu Söz, sekizyüz nüsha yayılmasiyle, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi; ağızlarını tıkadı. Onuncu Sözün harika bürhanlarını gözlerine soktu.

Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azim-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu. Elbette Hükûmet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meclisteki meb'usanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi.” (T:248)

“Evet evvelâ: Başta لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'an'dan çıkacak diye haber verip, bir lem'a-i i'caz gösterir.” (Ş:271)

Evet her türlü fesadı, sefaheti ve ahlâksızlığı yayan müfsidlere ve gizli dinsizlik cereyanlarına karşı, devlet gereği gibi dine sahip çıkmazsa Müslüman halk dinini korumaya çalışacak. Aksi halde dindarlık hayatının devam etmesi düşünülemez.

 

1 (Mehaz Tutulan Kitaplar Envar Neşriyat’ındır.)

2 O zaman Meşrutiyet, şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.

3 Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor.     

4 Buharî, Ebû Davut, İbn-i Mace, Müsned-i Ahmet gibi temel hadis kitaplarında geçen bu hadisin kısa bir meali: “Okun yaydan çıkması gibi dinden çıkıyorlar.”(Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları Hadis Sıra No 625)

5: Yani: "Hükûmet bir siyaset takib etmiyor, hâşâ sümme hâşâ! Hükûmetin siyaseti dinsizliktir." diye tevehhüm eden o mülhidlerin nazarında, benim, Kur'an-ı Hakîmin nusûs-u kat'iyyesinden tereşşuh eden Risale-i Nur ile takib ettiğim hakaik-i imaniyeye hizmetimi muhalif bir siyaset demekle, dünyada en şenî bir iftirayı eder.

6Bu tarih 1951 senesine aittir.

7Hâdim-i medeniyet: Medeniyeti yıkıcı.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık