DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ŞEFKAT

Nefsin değil kalbin duygusuyla ve fıtrat-ı selimeden iman şuurunun neticesi olarak acımak ve korkmak manasında ulvî bir hisdir. Zıddı, zulüm ve acımazlık denilen vahşiliktir.

Resul-u Ekremin lisan-ı hal ve kaliyle telkin ettiği şefkat sırrı:

“Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. “ S:489

İşte bu hakikattan şefkatin insaniyet dairesinde ne kadar muhterem bir sıfat olduğu anlaşılır.

“Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ: Bir vâlidenin evlâdının mes’udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.” S:622

“Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” S:636

Yine Hz. Üstad diyor: “Ben  الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Şu mes’ele münasebetiyle hatıra gelen ve muhakkikîne, hattâ bir üstadım olan İmam-ı Rabbanî’ye muhalif olarak diyorum ki: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı şedid ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir; belki şefkattir. Çünki şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbublara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise; Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbet mes’elesindedir. Demek Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın hissiyatını, ne derece Züleyha’nın hissiyatından yüksek göstermişse; şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor. Üstadım İmam-ı Rabbanî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasib görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yusufiye, mehasin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.” Evet şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok enva’ına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i a’zamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.

Demek suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan, Sure-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yakub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da  فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ dedirir. M:30

“Sual: Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur’anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?

Elcevab: Usûl-ü şeriatın kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-ı meseli gibi oluyor. Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatları zındıka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.M:362

Bu manada hizmet dairesinde nifak cereyanının tahrikiyle hücumlar yaptırılır. Hz. Üstad diyor:

“İnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalbli, sadakatı kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki:

İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onları hizmet-i Kur’aniyeden alıkoyuyorlar ki; haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’aniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da, dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki; hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkeza...

Bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek, dikkatli fehminize havale ederiz.

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!...” M:426

Evet, şer cereyanı çok sinsi ve perde altında kalarak dairedeki garazkâr enaniyet hastalariyle gürültüler yaptırıp, hizmet dairesini dağıtırlar. Hadiste Süfyaniyetin muhasarasından bahsedilir ki, günün lisaniyle ambargo tabir edilir. Yani hizmet dairesinden bazılarını dağıtmak yani,

“İslâmiyet ve Kur’an aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dâhilde bazılarını bulmuşlar ki; Kur’an lehinde cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak, evham vermek gibi propagandalarla hakikî fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlar ile alâkadar olanları evhamlandırıyorlar” Em:56

“Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillahilhamd, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var. Evet bir vâlide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahut sû’-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû’-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve i’dam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin defter-i a’maline geçeceğinden, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.” L:199

“Ezcümle; meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikatı olan acımak ve merhamet etmeyi, o vâlidemin şefkatlı fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum. Evet bu hakikî ihlas ile hakikî bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû’-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû’-i istimal etmektir.

Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatın küçücük bir nümunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor.

Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlas bulunuyor.

Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki, yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ü şeref istiyorlar. Fakat maatteessüf bîçare mübarek taife-i nisaiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, za’fiyetten ve acizden gelen başka bir nevide riyakârlığa giriyorlar. L:200

“Hem Risale-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur’a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisna maişetinde vüs’at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hâdiseleri dahi tesadüfî olamaz.” Ş:324

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.

Risale-i Nur’da kat’iyyetle isbat edilmiş ki; küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azab çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.” K:75

“Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkatı taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?

Gelen cevab şu: Vâlideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlâdlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti. K:264

Yedinci Mes’ele: Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi’ olacaklar.”

Vel’ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.” Ş:585

Bu hükmü yani, menfi cereyanın gençliği ifsad etmek maksadı bulunduğunu, okuma mecburiyetinin 5’den 8’e ve liseye kadar çıkartılması isbat eder. Halbuki hür rejimde hukuk mantığı ile bakılınca, okuyup okumamağa kanunen müdahele edilmez. Ancak gerekiyorsa devlet teşvik ve teshilat gösterir. Bir hadiste şöyle buyuruluyor:

“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek, şeytanlar onların evladlarına ortak olacaklar. (Buradaki “şeytan”ın mânası, münafık insî şeytanlara da bakar.)

Denildi ki: Bu da olacak mı yâ Resulallah? Buyurdu ki: Evet.

Dediler ki: Bizim evladlarımızı, onların evladlarından nasıl ayırd edeceğiz?

Buyurdu ki: Haya ve merhamet azlığından anlaşılacak.”(1 )” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Aile maddesi 166.p)

“Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ: Bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstehak olur. Çünki bu musibet, o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâdlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır.

İhtar: Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır. Ms:74

“Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder. Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? (Vallahi hâyır!..) لاَ وَاللّٰهِ  Ancak o rahmetin şe’nindendir ki, firak-ı ebedîyi hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi firak-ı ebedîye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.” İ:55

Evet, Cennet olmazsa, Cehennem tazib etmez. Sti:115 p1 de

Sual: Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?

Cevab: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev Cehennem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî olarak orada kalacaktır.

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’ ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.

Maahaza cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet dünyada çok namus sahibleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır. İ:81

“İşte ey birader!.. Mütenevvi olan nimetlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezâlîyi nazara al! Nasıl o muhabbet, en büyük musibet olur! Demek hicran-ı ebedî, muhabbete karşı çıkamaz. İşte saadet-i ebediye, o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.” Mu:169

Yani bu alem-i kevn ü fesada, zıdların mübarezesinden alınan ve hakikatların ve yüksek sıfatların varlığı ve kıymetlerinin hakiki manada hissedilip anlaşılması ve ebedilik dairesinde tesbit edilmesi gibi hikmetler hükmediyor. Bu sırlı hakikatı, Niyaz-i Mısrî şöyle ifade ediyor:

“İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,

Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.” E:84

Bu hakikatleri anlayanların nazarında bu kâinat bütün ahval ve şuunatiyle sürekli filim çekme sahnesi olarak görünür. Bu sır içindir ki, Cevşenin 40. ukdesinde اَضْحَكَ وَ اَبْكٰى : güldüren ve ağlatan diye esma-i İlahiye nazara verilir ve aynı ukdede ve Cevşenin bazı yerlerinde aynı sırra dikkat çekilir. Keza Mevlana Celaleddinden de yaşanarak hissedilen şu sır nakledilir.

“Hem üstadlarımdan Mevlâna Celaleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

اُو گُفْتْ اَلَسْتُ و تُو گُفْتِى بَلَى شُكْرِ بَلَى چِيسْتْ كَشِيدَنْ بَلاَ ٭

سِرِّ بَلاَ چِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا

O vakit nefsim dahi: “Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. “Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l İslâm” dedi. Meşhur Hikem-i Atâiye’nin şu fıkrası:

مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ ٭ وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ

Yani: “Cenab-ı Hakk’ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?”

Yani: “Onu bulan herşey’i bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur.” ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.” M:25

 

1 R.E. sh:504

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık