DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ’NİN SEYYİDLİĞİ 1

RİSALE-İ NUR'UN ARAŞTIRMACI ALİMLERİNDEN MÜHİM BİR ZAT’IN BİR DEĞERLENDİRMESİDİR

“Yukardaki nakillerde görüldüğü üzere; Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur eserlerinde maddî ve sülalevî bir seyyidliği kendi hakkında tesbit ve kabul etmezken.. Bazı Nur talebelerine, seyyidlik manasını gösteren “Hasenîlik ve Hüseynilik” cihet ve hakikatını kabul ve izhar etmiştir. Bu durum ise, yukarda nakledilen “Seyyid olmıyan, seyyidim .. Ve seyyid olan değilim. ilaahir..” mühim düsturlu kaidenin yasağına göre; bazılarının dikkatini çekmiş veya çekebilecek olan bu meselenin bir te'lifini yapmak gerekmektedir. Şöyle ki :

Seyyidliğinin varlığı, (yani şecere ve sülale ile ittisalini gösteren) zahir ve maddî delillerle biliniyorsa, mezkûr İslamî kaideye göre “Seyyid değilim” diyemez. Fakat manevî keşifler ve ilhamî ilimler gibi ihtisaslara istinaden seyyidliğini bilen ve anlıyan bir kimse, “Seyyid değilim” demesine herhalde şer'i bir mazur olmaz.. Ve böylesi bir manevî siyadet ve dinî yüksek makama - lutf-u İlahi ile - sahib ve mazhar olan zat, elbette ihlas, mahviyet ve tevazu gibi yüce hasletlerin icabı olarak, kendisinin yüksek makam ve mertebesini ileri sürmemesi uygun gelir.. Ve her halde bu nokta içindir ki; Bediüzzaman Hazretleri manevi makam ve mertebeleri daima Risale-i Nur’a ve halis talebelerinin yüksek dairesinin şahs-ı manevisine vermiştir.

Evet, Risale-i Nurun meslek ve meşrebi azami ihlas, mahviyet, tevazu ve dünyada maddî ve manevî herşeyden feragat olduğundan; Nur talebeleri binler delil ve hüccetlerle; Üstadlarına verilmiş ve müsellem ve sabit olmuş olan en yüksek makam ve mertebeleri halisane ve haklı ve hakikatlı ve sarsılmaz kanaatları ile onun hakkında kabul ettikleri halde; Bediüzzaman Hazretleri ise, eserlerinin bir çok yerinde; o pek yüksek makamatı red etmeyip, fakat Risale-i Nur’un ve Nur talebelerinin şahsiyet-i maneviyelerine vermiş.. Ve daima ısrarla bu manevi şahsiyeti nazara vermiştir. Kendi şahsi itibarı ile ise, atfedilen o kudsi makamattan zahir nazarda daima kaçınmıştır. Ezcümle bir ifadesinde şöyle der:

“Manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın istedikleri nuranî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasımıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senedler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazu' ve mahviyetle belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?

Elcevab : Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendisini feda eder; öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var - kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-i ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim.” (Emirdağ Lâhikası-I sh:74)

Aynı manayı teyid eden diğer bir dersi şöyle:

“Nasılki insanlar evham yüzünden beni temastan men' ede ede asabıma dokundurdular; inayet-i İlahiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ihlası kırmamak ve tasannukârane hodfüruşluk vaziyetine girmeye mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur'andan gelen Risale-i Nur'un elmas gibi hakikatlarını bana mal etmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle, Cenab-ı Erhamürrâhimin bana bu hastalığı vermiştir.” (Emirdağ Lâhikası-1 sh:61)

“Hem kardeşlerimin bu biçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakikî,dinî,makam ise; Mektubat'ta ikinci Mektub'un âhirindeki kaideye göre, “Şahsıma verdikleri manevî hediye olan kemalâtı, eğer hâşâ ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor,” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetiyle enaniyet müdahale edebilir. 

Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani' var :

Birisi: Faraza velayet olsa da: bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.” (Emirdağ Lahikası-1 sh.227)

“Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan nakikat derzsini aldım ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir ma'nada hakiki Nur şakirdlerine şamil olmasından, bende Al-i Beyt'ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şanu şerefi kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur'daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” (Emirdağ Lâhikası-1 sh.267) gibi ders ve beyanlardan anlaşılıyor ki, bilerek ve istiyerek büyük makamları şahsına kabul etmek, sırr-ı ihlasa uygun düşmediğinden ve bilhassa kendisinin vefatından sonra bazılarının böyle makamlara göz dikmemek dersini kendi şahsında göstermek için, Üstad Bediüzzaman Hazretleri sahib olduğu makamı şahsına kabul etmemiş Risale-i Nur'a vermiştir.

RÜŞTÜ TAFRAL

1 Abdülkadir Badıllı Ağabeyin neşrettiği Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı 3. Baskı 1. Cild Sh:79’dan alınmıştır.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık