ÖLMÜŞ GİTMİŞ VE HÜKÜMETTEN ALAKASI KESİLMİŞ ŞAHIS (M.KEMAL)
1948 senesinde vuku bulan Afyon Mahkemesinde, yazdığı bir eserinin manasını M. Kemal’le ilgili göstermelerine mukabil Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Hem maslahat-ı hükûmet namına derim: Madem Beşinci Şua’ı hem Denizli, hem Ankara Mahkemeleri tedkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu, yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir.
Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevab etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez! Kabl-el vuku’ haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddid manalarından bir manası muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybî ihbarı ve manayı, resmiyete koymamayı ve bizi onunla muahaze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asayiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.” (Şualar:356)
Yani hükümetler, o şahsı müsbet veya menfi medar-ı bahs etmemeliler. Eğer o şahıs devlet proğramı yapılırsa hadislerde haber verilen din zararına olan mahiyeti ortaya çıkar. Bu da dahili kargaşaya ve ikiye bölünmeye (tefrikaya) sebep olur diye Üstad ikaz ediyor.
Risale-i Nurların mahkemelerce tedkikinde, ahirzamanın büyük hadiselerinden bahseden ve bu husustaki hadisleri tevil eden 5. Şua nam risalesini, bazı savcılar manaları M. Kemal’le ilişkili göstermişlerdi. Mesela 1944 yılında Denizli Ağırceza Mahkemesi bu risaleyi tedkiklerinde suç unsuru görmeyip, tam beraat verdikleri ve Temyiz Mahkemesi de bu hükmü tasdik ettiği halde bu hadiseden 5 yıl sonra Afyon Mahkemesi aynı eseri M. Kemal ile alakalı görerek suçlu göstermişlerdir. Bu çelişkiyi ve Mustafa Kemal’in hükümet ve devletle alakasının mahiyetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder:
“Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemelerinde inceden inceye tedkikten sonra, bize beraet verip o kitabı bize iade ettikleri halde, o Beşinci Şua’ın bir-iki mes’elesini, ölmüş gitmiş bir kumandana tatbik edip, bize suç gösteriyor. Biz dahi deriz: Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen küllî bir haklı tenkidi hiç bir kanun suç saymaz.
Hem küllî bir tevil manasından makam-ı iddia cerbezesiyle o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mana, mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale hârika bir tarzda müteşabih hadîslerin tevillerini beyan etmiş. O beyan otuz-kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankara’nın altı makamatına üç sene zarfında iki defa takdim edilip tenkid görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kat’î cevab verildiği halde, o hadîsin hakikatını beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiç bir kanun suç sayamaz.
Hem o şahsı tenkid, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebeb olduğu bir inkılabın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükûmetindir. Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkid etmek, elbette bir suç olmadığı gibi, inkılaba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii’ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?” (Şualar:384)
Yine aynı manada M. Kemal’in hem hükümetle bir alakası kalmadığını hem geçmiş icraatların kusurlara sebeb olduğunu bildiren bir bahiste de şöyle denilir:
“Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılabdaki bazı kusurata sebeb olmuş bir reise, sarihan tenkid ve itiraz da olsa kanunen bir suç olamaz. Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş. O mahrem ve herkese bildirmediğimiz manaları izhar ve teşhir edip umumun nazar-ı dikkatini celbediyor. Eğer onda bir suç varsa, o makam-ı iddia suçlu olur. Çünki halkı teşvik edip, o manalara nazar-ı dikkati celbediyor.” (Şualar:390)
2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği bir istida mektubunda, Bediüzzaman Hazretleri, M. Kemal’i tenkidinin ve muhabbet etmemesinin sebeplerini şöyle izah etmiştir:
“Reisicumhur’a gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- “Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkıyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci Madde:Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.” (Emirdağ1:284)
Türk milletinin İslamiyetten koparılması için, inkılaplar adı altında Lozan Anlaşması sonrası bazı kanunlar zorla tatbik edilmişti. İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu dayatmalarla mücadele etmiş ve bunun neticesi olarak mahkemelere verilmiş, hapislerde yatmıştır. Yine Afyon Mahkemesinin bununla ilgili ön kararını tenkid eden Üstad der ki:
“Afyon Mahkemesi adalet namına değil belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubu namına, eski harfle de neşredilen kararnamenin âhirinde bizi mahkûm etmek için en mühim sebeb, savcının garazkârlığı sebebiyle, mahkeme heyeti demişler ki:
“Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan demişler ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar, onun için mahkûm ediyoruz.”
Acaba, ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa böyle itiraz da olsa, şahsî bir dava oluyor. Mahkeme-i adalet buna dair böyle bir hüküm vermek, elbette pek acib bir mana, iş içinde vardır.” (Emirdağ1:42)
“Elli sene evvel (1908) ve şapka hakkında bir hadîse mana vermişim. Sonra mahkemeler bunu bir kumandana tecavüzdür diye medar-ı bahis ettiler. Afyon mahkemesi benim cezamın şiddetine bir sebeb; o tecavüzü, o manayı göstermiş. Halbuki faraza yeni yazmışım ve o kumandan da sağdır farzedilsin.
Dininde ve rejiminde mutaassıb İngiliz’in hükmü altında yüz milyon müslüman, yüz senede İngiliz’in hem rejimini hem dinini inkâr etmişlerken, kanunen adliyeleri onlara o ciheti medar-ı mes’uliyet yapmadığı halde.. hem şimdi eski parti liderleri faraza o kumandanın üçte biri de olsalar (belki onun gibi birer kumandan idiler) benim o kumandana hadîs ile vurduğum tokatın yirmi mislini, şimdiki cerideler daha şiddetli olarak o liderlere, o eski kumandanlara vurmaktadırlar. Medar-ı mes’uliyet tutulmuyorlar, serbest oluyorlar.
Halbuki elli sene evvel bir hadîsin taşını atmışım, yirmi sene sonra bir kumandan başını karşı tutmuş, başı kırılmış. Ölmüş gitmiş, alâkası hükûmetten ve dünyadan kesilmiş. Halbuki eski partinin liderleri meb’us iken veya memur iken hükûmetle alâkaları olduğu halde onlara gelen tecavüz, Risale-i Nur’un vurduğu tokatın on belki yüz derece ziyade iken, serbest cerideler intişar ediyor.” (Em:107)
“Hem, Ankara’da hükümetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemal’e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele etmeyip sükût eden ve o öldükten sonra onun yanlışını gösteren bir hakikat-ı hadîsiyeyi beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkidlerim, medar-ı mes’uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükümetten alâkası kesilmiş bir şahsın hâtırı nerede? Ve Hükümetin ve milletin bir hâtırası ve Cenâb-ı Hakk’ın bir tecelli-i hâkimiyeti olan adaletleri, kanunları nerede?” (Tarihçe-i Hayat:404)
NETİCE
Bu kısa derlemede de görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri, M. Kemal Paşa’nın hükümet ve devletle alâkasını, tarihe geçmiş bir şahsiyet olarak değerlendirmektedir. Yeni Demokrat hükümetlere bu yönde yol göstermektedir. Yani tecavüz etmeyin, fakat O’nun inkılab kusurlarının savunuculuğunu üstlenmeyin manasında dersler vermiştir.
Devlet bürokrasisine, hakimlere savcılara da, “-şimdilerde Atatürkçülük, Kemalizm de denilen- inkılabları tenkid edenlere ilişmeyin. Mahkeme, adalet sistemi dostluk taassubuyla hareket edemez” der.
Bediüzzaman Hazretleri hatta 1950 öncesi Halk Partisinin genel başkan vekili Hilmi Uran’a 1947’de yazdığı mektupta çok meselelerde ikaz etmesi yanında bu “inkılab kusurları” meselesine de temas eder ve der ki:
“Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.” (Emirdağ:219)
İkinci Dünya Harbinin getirdiği vahşet ve tahribat sonrası çıkış yolları arayan Avrupanın bazı devletleri, Kur’an’ın bazı kanunlarını anayasalarına temel madde olarak almışlardı. Mesela: “Birisinin hatasıyla başkaları mesul olmaz” kaidesi. Mesela: “Memuriyeti hizmetkarlık olarak görmek. Hatta İsveç’te bakanlar, başbakanlar vazifeye belediye otobüsleriyle gidip geldikleri yazılıyor. İşte Bediüzzaman Hazretleri Halk Partililere bunları hatırlatır ve devamla der ki:
“Bu asrın Kur’ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç-dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları -hususan an’ane-i diniye hakkında- tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.” (Emirdağ:219)
İster Demokratlar olsun, ister Halkçılar olsun memleketin idaresine gelen her görüşte hükümet, geçmiş inkılab kusurlarının ve o kusurlara sebep olan şahıs ve şahısların bekçiliğini deruhte etmeyecekler. Demokrat – Hürriyetperver hükümet olmak ve millete hizmet etmenin bundan başka yolu yoktur.
Hatta şimdilerde tesettür hürriyeti için, M.Kemal Paşanın Annesinin ve Hanımının o zamanın şartlarının etkisiyle olan tesettürünü örnek göstermeye de gerek yoktur. Herkes biliyor ki, M.Kemal kadınların açık-saçık gezmesini, erkeklerle içiçe yaşamasını istemiştir. Bunun için balolar, danslar düzenlenmiş millet alıştırılmaya çalışılmıştır.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.