DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TABİRAT-I MÜHİMME

Evvela bilinmelidir ki, asrımızda zuhur eden mehdiyet ve süfyaniyet, hadislerin ifadesiyle birbirine zıttır. Mü’minlerin bu hakikati bilip, diyanet, hakiki medeniyet ve insaniyet düşmanı olan ve süfyaniyet olarak tabir edilen nifak cereyanına muhalif olmaları şarttır. Evet, 2. surenin 256. âyetinde geçen فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ  cümlesi, kat’iyen ifade ediyor ki, “mü’min-i muvahhid olmak için tağutları (yani deccal ve süfyanları) asla tanımamağa azmeylemektir.” (Elmalılı Tefsirinden telhisen alındı.)

Bu sebeble, bu tabirat-ı mühimmenin manaları mücmelen de olsa bilinmelidir. Şöyle ki:

BİD’A - BİD’AT

Kur’anda, aynı kökden gelme muhtelif kelime yapısı ile geçen bu kelime, hadislerde çokca geçmektedir. Bu tabir, dine aykırı olup toplumda yaşanan ve günah olan adetlerdir. 33. surenin 53. ihticab âyetiyle yasaklanan kız ve kadınların erkeklerle iç içe ve karışık bulunmaları ve açık saçık gezmeleri gibi sonradan meydana gelen günah yaşayıştır. Avrupadan getirilen bu bid’alar, şeair denilen İslam âdetlerine zıddır. (Bak: Şeair derlemesi) Hadislerde bu bid’alara, ahirzaman fitnesi denilir.

Risale-i Nur kitablarından alınan ve bid’atı anlatan bazı parçalar:

"...milletin mukadderatıyla, keyfî istibdad ile oynayan firavun-meşreb komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad!..” (M: 429)

Yani Bediüzzaman Hazretleri, haram ve günah olan âdetleri getirenleri, şiddetle kötülüyor.

Sünnetlerin " Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid'a ve dalalettir ve büyük hatadır..... Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” (L: 59)

Yani Peygamberimizin (A.S.M.) getirdiği yaşayış şeklinin değiştirilip açık saçıklık gibi âdetlerin getirilmesi, din yolundan sapıp cehennemlik olmaktır diye Bediüzzaman Hazretleri haber veriyor.

Risale-i Nur dairesinde en alt derecede olanları ifade eden: “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen, Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın." (M: 344)

"Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (K: 248)

Bediüzzaman Hazretleri bu iki cümlede bid’a denilen bu haram ve günah âdet ve yaşayışa bulaşan müslüman kimsenin, bu günahları çirkin görmek şartiyle, dinde ancak en düşük derecede kalabileceğini ve eğer bu bid’a günahlarını çirkin görmezse, durumunun tehlikeli olacağını beyan eder.

“Ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) yasak edildiği ve bid’aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur Talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid’alara girmemişlerdir." (S: 757)

Evet,"Bid’a ve dalalet zulmetlerine karşı ancak onun talebeleri, kuvvet-i imanla çelikten bir kal’a gibi duruyorlar.” (St: 51)

Yani hakiki Nurcular, bu korkunç bid’alara baş eğmemişler ve karşı koyup reddetmişlerdir.

"Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: ‘Katl, zina, şarab, ukuk-u valideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak’ tır.”  (B: 335)

Bu parçada Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda bid’alara, yani şimdi yaşanan hayat tarzına tarafdar olmanın yedi büyük kebairden olduğunu, tesbit ve beyan etti.

Nur dairesinin haricinde, " ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş." (E: 63)

Yani hakiki ve sadık Nurcu, bid’alardan nefret eder, bulaşmaz ve uzak durur.

Nur dairesinde işlediği hatasına karşı şefkat tokatına muhatab olanlardan birisi de:“Büyük Hâfız Zühdü'dür. Bu zât, Ağrus'taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid'alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid'anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi.” (L: 47)

Yani Nurcu bid’alara bulaşmamalıdır.

"Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? " (M: 396)

Yani bid’aları getirenlerin, Ehl-i Sünnet cemaatinden ve Kur’anın yolundan ayrılmış olacağı bildiriliyor.

Evet, “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Yani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek, dalalettir, ateştir. (L: 53)

"İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.” (Ş: 585)

Zamanımızda dans ve tiyatrolar, daha çok, televizyon ve sinema gibi bid’atları neşreden aletlerle, insanları istila etti.

Zamanın bu bid’alarına karşı Bediüzzaman Hazretleri," bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmiş...“ (T: 694)

Hakiki Nurcu dahi Üstadına ittiba ederek bid’alara karşı muhalefetini gösterir.

DECCAL - DECCALİYET

Hadislerde tekraren geçen bu tabir, Hz. Peygamber’in (A.S.M) bildirdiği ve kıyamete yakın ortaya çıkıp Avrupalıların bozuk anlayış ve yaşayış tarzını getirerek İslam toplum hayatını bozan azgın ve aldatıcı önderi ve onun açtığı süfyaniyet denen cereyanını anlatır. (Bu kişiye süfyan da denir.) (Bakınız: Süfyaniyetin Mahiyeti derlemesi)

Deccal’a bağlı olanların meydana getirdiği topluluk ve harekete de deccaliyet denir. Deccalin en zararlı tarafı, deccaliyet denen cereyanıdır.

Peygamberimiz (A.S.M.) diyor ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zendeka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır." (M: 270)

Bu parçada, ahirzaman cereyanına sebep olan deccaliyet cereyanının, İslam milletlerini parçalayıp boğuşturarak kuvvetsiz bırakacağına ve kolayca istila edeceğine dikkat çekiliyor. Müslümanlar bu cereyanı tanıyıp tesirinde kalmamak ve birliklerini muhafaza etmek mecburiyetindedirler.

Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir.” (Ş: 594)

Bu parçada süfyaniyet cereyanı dahi din düşmanlarıyla beraber olup kuvvet kazandığı anlatılıyor. Demek cemaat olmak ve bölünmemek gereklidir.

“Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.”(M:58)

Yani deccaliyetin getirdiği yaşayış şeklinin lehviyat ve fantaziyeler olduğuna dikkat çekildi. İşte asıl deccaliyet bu yaşayış şekli olduğundan, deccaliyetten uzak durmak, bu yaşayışdan uzak durmak demektir.

Deccaliyeti ana hatlarıyla ve pek ciddi bir şekilde tarif eden bu gelen paragraf dikkatle nazara alınmalıdır. Şöyle ki:

"İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz." (Ş: 593)

Bu parçada geçen şeriat, Kur’andan çıkan bütün hükümlerdir. Hürmet ve merhamet ise, İslam cemiyetinin temel yapısından iki esasdır. Hevesat-ı müteaffine ise, günümüzde açıkça işlenen aşırı günahlardır. İşte deccaliyetten uzak durmak, bu anlatılan yaşayışdan uzak durmak demektir.

"Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebid bir kral sıfatıyla işitilir.” (Ş:589)

Yani deccal görülmedik bir varlık değil, münafıkların başına geçerek kazandığı kuvvetle hakiki dindarlara karşı şiddetli istibdad yapan şer ceryanının lideri olduğu anlatılıyor.

Deccaliyet cereyanından çocukları korumak için, Kütüb-ü Sitteden İbn-i Mace adındaki hadis kitabında şu ifade var: “Rivayetler, ashab devrinde deccalden koruyacak bilgilerin temel eğitim müfredatında dahil edilerek çocuklara mahalle mekteplerinde öğretildiğini göstermektedir.”

İbn-i Mace’nin 4077 nolu ve üç buçuk sahifelik bu hadisin sonunda mealen şu ifade var: “Bu hadis okullarda çocuklara öğretmeleri için öğretmenlere verilmelidir.”

Bahsi geçen üç buçuk sahifelik hadis, deccaliyetin, yani İslamlar içinde çıkan deccaliyetin ana hatları ile bütün kötülüklerini, mecaz ve çok külli manada haber verir. Bu haberlerin de izahlarını ancak Risale-i Nur verir. Çünkü müteşabih hadislerin tercümelerinden deccaliyet cereyanının mahiyetini anlamak mümkün değildir. Bu vazife müceddide aittir.                                

FEDAKÂRLIK

Her türlü zahmetlere göğüs gererek, uğruna her türlü rahatını ve menfaatlerini bırakıp Kur’an hizmetinde devam etmek.

Risale-i Nur’dan fedakârlık hakkında birkaç örnek parça görelim:

«Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir(K:197)

«Nur şakirdlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin?» (E:200)

«Mülhidleri kat’î bir surette iskât etmek, bilfiil, maddeten öyle fedakârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları onların hakaik-i imaniye ihtiyaçlarını susturmuyor.» (K: 230)

İHLAS

Kur’anın müteaddid yerlerinde geçen bu tabir, yapılan din hizmetini ve kulluk görevini yalnız Allah (cc) emrettiği için yapmak ve  herhangi bir karşılık beklememek manasındadır.

Risale-i Nur’dan ihlas hakkında birkaç örnek parçalar da şöyledir

«İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.» (L:133)

«İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.» (İ: 85)

«Risale-i Nur’un meslek-i esası, ihlâs-ı tam ve terk-i enâniyettir...» (Ş: 302)  

«Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfuruşluk etmek ise, Risale‑i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır.» (Şualar sh: 681)

«Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir.» (K: 248)

«Acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (E: 195) 

«İbadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünceyle amelini adem-i ihlâsla ibtal eder. » (M: 227)

Bu parçalarda temeddüh, hodfuruşluk, şöhretperestlik ve rekabet gibi ihlasa zıt olan düşünce ve hareketlerin ihlası bozduğuna dikkat çekilmiştir.

LÂİKLİK

Yabancı lisandan gelen bu kelime, Allah’ın (cc) gönderdiği kanunları uygulamamayı esas alan devlet idaresini anlatır. Bu devlet şeklini din kabul etmez. Allah, gönderdiği, yani Kur’an’la bildirdiği bütün yasak ve emirlerinin kabul edilip, onlara uyulmasını emreder. Bu hüküm, dinî şahsiyetler olan bütün ehl-i sünnet alimlerinin ittifak ettikleri bir esastır. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa’dan getirilen lâikliğin asliyetini şöyle beyan eder:  

Lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım.” (Ş:363)

Yani lâik devlet, dinin emirlerini yaşamak ve tebliğ edip yaymak gibi vazifelere yasak koyamaz. Mesela Kur’anda emredilen örtünmek gibi hükümleri yasaklayamaz ve resmiyette de müdahele edemez. Eğer müdahele etse, yukarıda anlatılan ve dinin kabul etmediği lâikliğe de aykırı düşer. Yani hiçbir hürriyet rejimi, müslümanı, devletin kanunu ile Allah’ın kanunları arasında sıkıştıramaz.  

Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’andan aldığı hükümlerinin aleyhinde olarak adliye makamında yapılan şu tenkitleri garipdir. Şöyle ki:

Hem suçlarından diye: "Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin huruf-u Kur'aniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid'at, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur." diye yazmışlar.” (Ş:431)

Bu tenkidlere karşı Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevap şöyledir:

“Ey insafsız heyet! Eğer her asırda üçyüzelli milyonun kudsî ve semavî rehberi ve bütün saadetlerinin proğramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve   sarih çok âyât-ı Kur'aniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini, umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkün ise ve mürur-u zamanı ve müteaddid mahkemelerin beraetlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.” (Ş:432)

MASON

Bu kelime: Bütün dünyayı ele geçirmek isteyen ve bozgunculuk yoluyla İslam milletlerini dinden uzaklaştırmak için çeşitli planlar hazırlayan, hak ve hürriyet prensiplerini nazara almayan bir cereyanı ifade eder. 

Risale-i Nur eserlerinde masonlar hakkındaki ifadelerden bazıları şöyledir:

Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı "Artık yeter" dememden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebeb göstererek yalanlarını gizlesinler.” (Ş:311)

“Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahbus gönderilmiş. Tahrib kolay olmasından hususan böyle haylaz gençlerde o herif bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı, zendeka ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor.” (Ş:315)

Mason ve komünist ve ifsad ve zendeka ve ilhad ve Taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükûmeti, adliyeyi aldatarak lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar.” (Ş:521)

“Komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risale-i Nur'un kuvvetli bir mâni teşkil ettiğini biliyorlar.” (Ş:545)

“Bediüzzaman'ı komünist ve masonlar bizlere, bilhassa gençliğimize tanıtmamağa çalışmışlardır.” (Ş:549)

“Komünistlerin ve masonların tahrikatıyla, Risale-i Nur şakirdleri birçok mahkemelere sevkedilmişler.” (İ:226)

“Komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor.” (E:24)

MEHDÎ VE MEHDİYET

Hadislerde geçen bu tabir, ahirzaman fitnesine ve gizli ifsad cereyanının planlariyle toplumun dinden uzaklaştırılmasına karşı, din hayatını yeniden canlandıran ve Kur’andan aldığı kuvvetli iman dersleriyle ve isbat yoluyla dinsizlik fikirlerini önleyen büyük bir şahsiyeti ve bu şahsiyetin açtığı iman hizmeti hareketini ifade eder.

Mehdiyetin bilinmesi gereken en önemli bir hususiyeti şudur ki: Rivayetlerden de anlaşıldığı üzere süfyaniyet denen ahirzaman fitnesinin anlayış ve yaşayışına karşı olup getirdiği bid’alardan nefret etmek ve izalesine çalışmak hareketidir. Mehdiyetin bu hususiyetini unutmak, hem büyük gaflettir ve hem Nurculuk sıfatını gereği gibi kazanamamış olmaktır.

Bediüzzaman Hazretleri Mehdi hakkında şu izahatı veriyor:

Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.” (S:343)

Hidayete vesile olmak mânasıyla mehdiyet, hakaik-i imaniyeyi keşif ve neşir ile imanları kurtarmaktır. Mehdiyetin esas hakikatı ve en büyük vasfı olan bu vazifeyi de, Risale-i Nur’un ifa etmekte olduğunu, Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde tekraren beyan etmiştir. Şöyle ki: 

Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.” (B: 146)

Üstâd’ın manevi evlâdı ve fedai talebesi Merhûm Ceylan’ın vefatı münasebetiyle; hayatta kalmış Hz. Üstâd’ın hizmetkârlarının neşrettikleri mektublarındaki şu cümleler bu husustaki kanaatlarını izhar etmektedirler:

“... Bir mücahid‑i ekber, hem bir mehdi‑i azâm, hem bir müceddid‑i ekmel ve hem bir ferd‑i ferid olan Merhûm Üstâdımız Bediüzzaman Hazretlerinin...  “ (Mf.T:54)

METANET

Kur’anda kök manasıyla üç yerde geçen bu tabir, din hizmetinde karşılaşılan zorluklardan ve din düşmanlarının tecavüzlerinden yılmamak ve korkup kaçmamak ve dine hizmete kahramanca devam etmek manalarına gelir.

Bediüzzaman Hazretlerinin metanet hakkında pek çok teşvik edici beyanları vardır. Ezcümle birkaç örneği şöyledir:

“Cenab-ı Hakk'a şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi bir metanet göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i maneviyelerini takviye ediyorlar.” (K: 206)

“Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor.” (Ş:302)

“Bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.” (K:197)

Hz. Üstadın örnek tutulması gereken metaneti hakkında deniliyor ki:

“Sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki: Din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüd dahi ika' edememiştir.” (S:758)

Bu zamanda hususan bu sıralarda, Risale-i Nur'un şakirdleri tam bir metanet ve tesanüd ve dikkat etmeye muhtaçtırlar. Lillahilhamd Isparta ve havalisi kahramanları demir gibi bir metanet göstermesiyle, başka yerlere de hüsn-ü misal oldu.” (K:200)

Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun. (K:105)

Çok az olarak naklettiğimiz bu parçalar, açıkca gösteriyor ki, metanet, Nurcular dairesinde ehemmiyetli bir esastır.

MÜNAFIK

Kur’anda ve hadislerde tekraren geçen bu kelime, insanları aldatabilmek için dinsizliğini gizleyip toplumda karışıklıklar çıkaran gizli din düşmanı manasındadır.

Münafıklığın tarifi:

Münafığın ve münafıklığın dereceleri vardır. Asıl münafık, dinsiz ve din düşmanıdır. Risale-i Nur’dan Emirdağ Lahikası adlı eserin 78. sahifesinde: münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (A.S.M.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) şeklinde tarif ediliyor.

Münafık din düşmanlığını gizler:

Müslümanları aldatabilmek için münafık, dine düşmanlığını gizler. Hatta zahiren dindar bile görünür.

Keza münafıklar, azgınlıkları itibariyle de derecelidirler. Yani bazıları din düşmanlığında çok azgındır.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husûmet edince haddi aşar."1

RİYA

Kur’anda ve hadislerde tekraren geçen bu tabir, gösteriş, iki yüzlülük, yalandan gösteriş, kendini beğendirmek için yapılan sahte davranış manalarına gelir. Dinimizde riya, kötü ahlaktandır. Günümüzün yaşayışında bu riyaya çok alışıldığından riyadan uzak durmaya çalışılmalıdır. 

Hz. Üstad riyadan kurtulmak için şu nasihatı verip diyor ki:

“Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu'kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder. Risale-i Nur şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın "fena fi-ş şeyh" ve "fena fi-r resul" ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de "fena fi-l ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.” (K:184)

Büyük bir veli olan Mevlana Cami Hazretlerinin, yerli-yersiz ve riyakârane konuşmalara karşı hassasiyetini gösteren bir hâdise:

«Mevlana Cami, bilhassa ihlasta ve maneviyatta olgunluk kazanmıştır. Bundan olacak ki, gösterişten çok rahatsız olur, bütün huzur ve rahatını tevazuda, ihlasta bulurdu. Bütün mes’elesi; gönül ehli olmak, iyi niyet sahibi bulunmak, tevazu ve ihlas içinde dinî hayat yaşamaktı. Nitekim bir gün büyük zatların oturduğu bir davet sofrasında biri dikkatini çekti. Adam henüz ruhen olgunlaşmamış olduğunu, her haliyle belli ediyordu. Yemeğe başlarken yüksek sesle ve riyakârane bağırdı:

-Tuz getirin! Yemeğe tuzla başlamak sünnettir.

-Adamın kendisini beğendirmek için söylediği bu sözden rahatsız olan Mevlana, yavaşça cevap verdi:

-Hazret, ekmekte tuz vardır. Onu hatırlıyarak yerseniz, sünneti yerine getirmiş olursunuz.

Adam fazla ders almadı bu ikazdan. Az sonra birine bir ihtar verdi:

-Ekmeği tek elle koparıyorsun. Tek elle koparmak mekruhtur.

Cami Hazretleri bu hareketten de rahatsız oldu. Tekrar düzeltme yaptı:

-Sofrada başkasının eline, ağzına bakmak da mekruhtur. Hem de senin hatırlattığından fazla mekruh...

Adam birazcık ders alır gibi olup susmuştu. Ama kendini mutlaka göstermek istiyor, dikkatleri üzerine çekmek için konuşmaya devam niyeti taşıyordu. Nitekim az sonra yine başladı:

-Yemek yerken konuşmak sünnettir!

Mevlana Cami yine ikaz etti: “Çok konuşmak ise mekruhtur.”

Hatalı sözler sarfettiğini anlayan adam, bundan sonra lüzumsuz konuşmayı da, ve rahatsız edici sözlerle hata düzeltmeyi de terketti.»

Yukarıdaki dersten anlaşılıyor ki: Zamanımızda çokca alışılan bu kötü ahlak, sohbet ve konuşmalarda ileri atılıp kendini göstermek için konuşmak ve bilgiçlik taslamak ve olur olmaz çok konuşmak manasını ifade eder. Az konuşmak ve gerektiğinde konuşmak iyi ahlaktandır.

SADAKAT VE SIDK

Kur’anda sıdk kökünden gelen çeşitli mana ve kelime kalıpları olarak çokca geçer. Bu tabir, kitablarda gösterilen dinin emirlerine içten ve fiilen bağlılık ve konuşma ve hareketlerde Kur’ana uygun doğru konuşma ve davranışları anlatır.

Bir ameli, Allah emrettiği için yapmak ihlas, emredildiği gibi yapmak ise sadakattır. Sadakatın biri manevî, diğeri fiilî olarak iki ciheti vardır. Kişinin bağlandığı davaya ciddi ve kalbî samimiyetle bağlılığı, sadakatın manevî cihetidir. Bu manevî bağlılığın fiilî tezahürü ise; bağlandığı düsturları harfiyyen ve tasarruf etmeden yerine getirmek ve fiilen sadakatını isbat etmeye çalışmaktır.

Risale-i Nur’dan birkaç örnek:

«Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.» (K: 96)

«Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister....” (K: 122)

«Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.» (K: 263)

«Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.» (Em: 81)

Sıddîk-ı Ekber’in: “Cehennemde vücudum büyüsün, tâ ehl-i îmâna yer bulunmasın” diye fedakârlıkta âzamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, bîçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş(HR: 29)

Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün enva'ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.” (Hu:45)

Netice: Gerçek müslüman, doğru konuşur ve aldatmaz. İki yüzlü hareket etmez. Sözünden caymaz. Her cihette güvenilir kişi olarak bilinir.

SEBAT

Kur’anda geçen bu tabir din hizmetinde devam edip, kendi hayatına ve rahatına dönüş yapmamak ve din hizmetinde her türlü sıkıntılara sabrederek göğüs gerip geri dönmemek manasını ifade eder.

وَمَنْ يَتَوَلَّ يُعَذِّبْهُ عَذَابًا اَل۪يمً۟ا (48:17) âyeti meselemize bakan cihetiyle de çok manidardır. Bu tabir Kur’anda geçer. Risale-i Nur hizmetinde de çok ehemmiyetli bir esastır. Şöyle ki:

“Risale-i Nur'un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.” (K:89)

«Risale-i Nur kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil fiat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister.” (K:122)

“Mesleğimizde ihlas-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.” (K:248)

“Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim.” (Ş:307)

ŞEAİR

Din duygusunu kuvvetlendirip geliştiren ve İslam toplumunu canlı tutan güzel geleneklerdir.

Bid’at, şeairin zıddıdır. (Bak: Bid’aların Felaketi derlemesi)

Kur’anda, şeair kelimesinin de kökü olan شعر maddesinden türeyen muhtelif kelimeler vardır. Ezcümle hissettirmek ve işaret vermek manasında, “iş’ar”; iş’ar eden nizamlı ses ve manzume manasında “şiir”; hissî alışkanlıklara ve vicdaniyata temel teşkil eden ve cemiyette devamlı yaşanan âdetlere ve alâmetlere “şeair”; şeairin tesiri ile melekeleşip  devam eden âdet ve alışkanlık manasında, “şiar”; şuura te’sir etmek yeri manasında “meş’ar”; mezkûr te’sirler gibi dıştan alınan bütün te’sirleri hissetmeye “şuur” denmektedir.

Risalelerden şeair hakkında bir kaç nümune: 

“Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldatmasın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil.»” (Nik: 143)

“Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı toplatıp imha etmek” plânlarını güdüyorlardı.” (T: 151)

“Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.” (Ş: 179)

“Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilâkis, "Ecel birdir, tagayyür etmez... Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir." deyip mücadeleye atılmış; bid'aları tanıtan ve durduran ve Şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz senedenberi neşretmiş.” (T: 694)

“Sonra gelip, desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i Şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki her Şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş'ar vardır.” (Nik: 23)

Netice: Şeair, İslam cemiyetinin temelidir denilebilir.

ŞERİAT

Allah’ın (cc) gönderdiği bütün emir ve yasakların tamamı. Din.

“İbadet, ahlâk ve muamelatı yani İslâm Hukukunu ihtiva etmektedir. «Şeriat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülasasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.” (İ: 90)

Beşerî ve ticarî münasebetlerde meydana gelen “Muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.” (İ:84)

“Çünki o zât ümmi olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes'ud, en saadetli oluruz.” (Mt:215)

Peygamberimiz (A.S.M.)  “...öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlık-ı Kâinat'ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir. İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.” (M:193)

Hülasa: Lafzen küçük fakat mana muhtevasınca küllî ve fitne-i ahirzamanı tanıtma cihetiyle ehemmiyetli ve Risale-i Nur’dan toplanmış bir derlemedir.

 

1 Buhâri, İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106, (58); Ebu Dâvud, sünnet 16, (4688); Tirmizi, İman 14, (2634); Nesâi, İman 20, (8, 116).”

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık