DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TARÎKAT

Tarîk ve tarîkat, kelime itibariyle yol, tarz, meslek ve din hayatında tutulan yol manalarındadır. Dinî bir tabir olarak da: Yeme, içme, uyuma gibi hayati ihtiyaçlarda azaltma ve dünya alâkalarını kesmek gibi riyazet denen çarelerle nefsanî istek ve meyilleri kesmek ve böylece nefsi terbiye etmek ve kalbî ve manevî hisleri geliştirmek gayesiyle hakikî bir  mürşid zâtın kurduğu dinî bir mesleği ifade eder.

Samimi manada dine bağlı hak tarîkatlar olduğu gibi, tarîkat ismini almış bozuk mesleklerde vardır diye Hz. Üstad hatırlatır. Bilhassa geçmiş asırlarda ve İslam hâkimiyetinin hükmettiği milletler içinde fazilet kazanma vesilesi olan tarikatlar çoktu.

Bediüzzaman Hazretleri müsbet tarîkat ve tasavvufu anlatırken diyor ki:

“Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.” M:443

Bu beyanda görüldüğü gibi; tarîkat, “kalb ayağıyla bir seyr-i süluk-u ruhani” tarzında yürüyen bir meslek olduğu halde netice ve gayesinin yine Kur’an caddesinin takib ettiği “hakaik-i imaniye ve Kur’aniye” olmasının lüzumu nazara veriliyor.

“Evet İmam- Rabbanî’nin (R.A) beyanıyla «Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.” M:22

Mezkûr velayet-i suğra denen meslekte aklî, mantıkî ve ilmî bürhan ve delillere dayanmaktan daha çok, şeyhin manevî makamını hüsn-ü zanla kabul edip bağlanmak; yani Bediüzzaman Hazretlerinin beyanıyla “Büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes'elelerde hükümleri” Emirdağ Lâhikası-I sh:91 hareket tarzı esas alınır.

Hattâ İlm-i Mantık'ta "kaziye-i makbule" tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmektir.” (Emirdağ Lâhikası-I sh:91) diye anlatılan meslek, velayet-i suğradır.

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin bu bahsedilen ve meşhur ve yaygın olan tarîkatın esas hususiyetine bakan bir ifadesi de şöyledir:

“Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi.” Ms:7

İşte yukarıda kısmen nakledilen Risale-i Nur’un ifadeleriyle, tarîkat dendiği zaman, Müslüman ekseriyetin anladığı mezkûr manadaki tarîkattır.

Bununla beraber, velayet-i kübra, cadde-i kübra tabirleri ile ifade edilen en üstün Kur’an mesleğine de, meslek ve yol manasında olarak tarîk, tarikat kelimeleri, izafetli şekliyle kullanıldığından birbirine iltibas edilmemelidir.

Evet “Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a'lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” K:12

Risale-i Nur ile tasavvuf mesleği arasındaki farkın en dikkat çekici cihetini anlatan bu gelen dersin kat’i ve sarih beyanıyla Risale-i Nur, sahabe mesleğini takip eder. Şöyle ki:

“Sual: Tarîkatlar, hakikatların yollarıdır. Tarîkatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarîk-ı Nakşbendî hakkında, o tarîkatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:

دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ

تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ

Yani, tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.” S:495

Bununla beraber Bedüzzaman Hazretleri tarîkat ve tasavvufu bilhassa geçmiş asırlardaki hakikî ve kâmil tarîkat ve cemaatlerin hizmetlerini takdir eder ve nifak cereyanının onlara yaptığı hücumlara karşı onları müdafaa eder. Ezcümle bir eserinde diyor ki:

“Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat'î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak'tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.

İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî üleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû'-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba'ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû'-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû'-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a'mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat'iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zendekaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.

Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal'a-i İslâmiyeden bir kal'asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul'u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde "Allah Allah!" diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.

İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz? M:444 ilâ 446

Yukarıda hak tarîkatları ve bilhassa geçmişteki mükemmel tarîkatları, din düşmanı olan şer cereyanlarına karşı müdafaa eden Bediüzzaman Hazretlerinin bu hareketi, hakşinaslığının ve uhuvvet ve teavün-ü İslâmiyeyi esas alan mesleğinin icabıdır.

Esasen zamanın emsalsiz fitnesi, yani fen ve felsefeden gelen inkâr ve nefisperestlikten aşılanan ve yayılan sefahet karşısında ancak Risale-i Nur dayanabiliyor.1 Çünki Risale-i Nur, Kur’anın üstadlığı 2 ile kâinat kitabını okutup hem aklı talim hem kalbi tenvir hem nefsi terbiye eden velayet-i kübra ve cadde-i kübra mesleğidir. İşte Risale-i Nur eserlerinde, zaman tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur tarîkat değil, hakikattır gibi ifadeler bu manaya da bakar ve hatırlatır.

Ezcümle bir eserinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

“"Risale-i Nur'un mesleği tarîkat değil, hakikattır; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır." Risale-i Nur, bu hizmeti lillahilhamd en müşkil ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor.” E:67

Evet, “Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir3 ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserîsi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler.” M:50

“Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."

"Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

.............

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.” M:22-23

“Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarîkatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindeler. Neden evliyalar gibi manevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar. Bunun hikmeti nedir?

Elcevab: Evvelâ sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.” E:91

Risale-i Nur’la imana hizmet etmenin kıymetini gereği kadar anlamayıp, tarikata meyleden az bir kısım dostları tekdir eden Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ihtarı dikkat çekicidir. Evet, Hz. Üstad diyor:

“Biz elimizdeki kıymettar nimet-i İlâhiyeyi tam takdir etmediğimizden, tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsî bir mücâhede-i mâneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle velâyet-i kübrânın feyzine mazhar ve sahâbenin sırr-ı meşrebine medâr olan Risâle-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’âniyemize kanâat etmeyip, menfaatı şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa, hem vahdetimizi bozacaktı,4 hem dört elifin tesânüdüyle bin yüz on birden dört kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkâr ve bu gayet ağır hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenâfür-ü kulûba uğrayacaktı. Said Nursî” OL:680

Bediüzzaman Hazretleri aklı talim, kalbi tenvir, nefsi terbiye eden Kur’an’ın cadde-i kübrasında gittiği için Nur mesleğinde ilim ve maneviyat, yani kelam ulemasının ilmi ile tarikat mutasavvıflarının tasavvuf ve marifeti, Kur’an mesleğinden alınan şekliyle vardır. Evet Bediüzzaman Hazretleri her iki sahada inayet-i Hak’la teceddüd yaparak Kur’an mesleğini en berrak şekliyle ortaya koyup tecdid vazifesini yapmıştır.

Ezcümle bir talebesine hitab eden dolayısıyla da her zamanda herkes için ders olan mektubunda diyor ki:

“Mektubunda İlm-i Kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zâten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî İlm-i Kelâm'ın dersleridir. İmam-ı Rabbanî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda İlm-i Kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesail-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki; umum ehl-i keşf ü tarîkatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir.” B:2833

Nitekim Risale-i Nur mesleğinin tarîkata girmeden ve medreselerde okutan âlet ilimlerini okumadan, Kur’an’ın en üstün marifetullah derecesine ulaştıran Kur’anî bir meslek olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur'andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.

Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.” Ms:212

NETİCE

Risale-i Nur eserlerinde pek çok sarih beyanlar ve te’vil kabul etmez kat’i hükümler müvacehesinde anlaşılıyor ki, Risali Nur ve Nurculuk mesleği, cadde-i kübra ve velayet-i kübra denilen meslektir. Yani Kur’an’ın talim ve terbiyesiyle aklı talim eder ve kâinat kitabını okutur ve kalbi maneviyatta inkişaf ettirir ve nefsi de yaradılış gayesinde istihdam eder.(Bakınız: Kitab-ı Kainatı Okumak Mesleği derlemesi)

Merhum Hulusi Ağabey şöyle der:

“Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba’-ı sünnet et, yedi kebairi işleme dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can ü dilden belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.” B:29

Madem hakikat budur. Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi-meşreb zâtlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa Risale-i Nur’a karşı rakibane başka bir çığır açmak ile hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’aniyeye bilmeyerek zarar verir; zendekaya bir nevi yardım olur.” K:122

Çünkü ahirzamanda çıkan süfyaniyet cereyanına karşı, ancak mehdiyet cereyanının çare olduğu ehadiste bildirilmiştir.

Ezcümle bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

“Yani size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belaya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda maruf inkâr edilir, münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.” R.E.sh: 247 (En-Nihaye ve-l Bidaye ci:1 sh: 65'deki bir hadis de bu hadisi te'yid eder.) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fitne maddesi 985.p)

Risale-i Nur’un ilim ve feyzine mazhariyet için tam teslimiyetle kanaat ve ona tam teveccüh etmek gerekiyor.     

“Bunun için, devamlı okumaya her gün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar, zevkle ve şevkle okutan bu şaheser külliyatını okudukça, anlayışınız ziyadeleşecektir. Anlamanın tek çaresi: Nurlarla başbaşa kalıp, zihnî cehd sarfederek, tekrar tekrar okumak sevgisiyle payidar olmaktır.” Ni:192

 

1 Çünkü ahirzamanda çıkan süfyaniyet cereyanına karşı ancak mehdiyet cereyanının çare olduğu ehadiste bildirilmiştir. Ezcümle bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

“Yani size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belaya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda maruf inkâr edilir, münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.” R.E.sh: 247 (En-Nihaye ve-l Bidaye ci:1 sh: 65'deki bir hadis de bu hadisi te'yid eder.) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fitne maddesi 985.p)

2 Yani Allah’ın sonsuz îlmi

3 Yani kesbî değil vehbîdir.

4 Yani Risale-i Nur’un ilim ve feyzine mazhariyet için tam teslimiyetle kanaat ve ona tam teveccüh etmek gerekiyor.      

“Bunun için, devamlı okumaya her gün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar, zevkle ve şevkle okutan bu şaheser külliyatını okudukça, anlayışınız ziyadeleşecektir. Anlamanın tek çaresi: Nurlarla başbaşa kalıp, zihnî cehd sarfederek, tekrar tekrar okumak sevgisiyle payidar olmaktır.” Ni:192

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık