بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
TEBLİĞ
Bir şeye (zaman olsun mekân olsun, hissî yahut manevî olsun) mutlak manada vasıl olmak, erişmek manasında olan büluğ kökünden masdardır. Lügat itibariyle, eriştirmek, götürmek, bildirmek manasındadır. Dinî bir tabir olarak ise; Peygamberliğin beş sıfatından birisi olup, Allah’dan aldıkları emir ve kanunları insanlara bildirmektir ve dolayısıyla mü’minler için de tebliğ, şartlarına uygun olmak üzere ehemmiyetli bir vazifedir. Tebliğ, bizzat muhatabı gerektirmeyen, neşriyatla yapıldığı gibi, muhtaç ve isteyen muhatablara söz ile de yapılır. Dinî hayatı mükemmel ve ciddiyet üzere yaşamak dahi tebliğ sayılır.
Tebliğin, hakkı dinleyenlere yapıldığını ve muannid ehl-i dalaletle meşgul olmamak gerektiği bildirilir. Mesela: Emirdağ Lahikasında deniliyor ki:
“Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usul-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız...” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan menediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsi vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz.” E:44 diyerek, Bediüzzaman talebelerine tebliğe dair bir düsturu beyan etmiştir.
Evet, fitne ehlinin mütecaviz ve hâkim olduğu devrelerde, tebliğ tevakkuf edilebilir veya tebliği ciddi muhtaçlara has kılmakla çok dar sahada kalabilir. Sahabelerden;
«Ebu Sa’lebe el-Huşenî diyor: Ben (5:105) âyetini Hz. Peygamber (A.S.M.) sordum. Cevaben dedi ki: “Ne zaman mucibince amel edilen bir cimrilik (şahsî menfaatçilik), peşinde gidilen hevesat (aşırı sefahat) görür ve insanların Dünya hayatını âhirete tercih ettiğine ve (şer’î delilleri ve ahkâmı nazara almayıp) kendi rey ve düşüncelerini beğendiklerine şahid olursan, o zaman kendi başının çaresine bak. Başkalarıyla uğraşma.» (Ebu Davud, Melahim 17, 4341. hadisin bir kısmı olup, İbn-i Mace, Kitab-ül Fiten, 21. bab’ı da aynı mevzuyu nakleder.)
Mevzumuzla alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual:
“Sual: «Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur’anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?
Elcevab: Usul-ü Şeriatın kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaikı söylemek; hakaika karşı bir hürmetsizliktir. كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-ı meseli gibi oluyor. Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek hakikatları zendeka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.” M:362
Hz. Bediüzzaman, eserlerinde tebliğ hakkında ihtiyaç duymak şartını ısrarla şart koşar. Ezcümle: Herkesle görüşmediği cihetiyle sorulan bir suale verdiği cevab manidardır.
“Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un intişarına ve istifadesine belki bir zarar olur?
Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzemdir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade ettirmek vazife-i İlahiyedir, ona karışamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almaya teşvik etmeğe ihtiyaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar olduğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yalvarmalı. Hem Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.” Siyaset-Neşriyat bröşürü.sh:113
Evet “Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.” Em:170
“Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakiki ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu...” E:257
Hem “Yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.” M:70
“Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı.” E:223 şeklindeki ifadelerden anlaşılıyor ki Risale-i Nur’da kemmiyetten ziyade keyfiyet esas alınır. Yani hakikatlara ihtiyac duyanlar tercih edilir ve edilmelidir.
Yine Bediüzzaman bu mevzumuzla alâkalı olarak kendisinin bazı ifadeleri hakkında şöyle der:
“Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise zaten meşgul olmazlar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meşgul olanlar, ihtiyacı hissetmişlerdir.” Ms:77
Evet, “Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya lafız ve üslubun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ul Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister: müşkilat-ı Kur’aniye bu kısımdandır.” Mu:41
Bununla beraber muhtaçlara tebliğde gayretli olmak gerektir. Bediüzzaman Hazretlerinin, Van’daki bazı talebelerine gönderdiği mektubunda; Risale-i Nur’a sahib çıkmak, muhafaza etmek ve ehline ulaştırmak şeklinde kaydettiği ifadeleri, tebliğ ve hizmet hakkındaki gayretini ve ehline vermek kaydıyla da ehemmiyetli bir düsturu nazara vermektedir. Mektubun o kısmı aynen şöyledir:
“Size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahib çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünki netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havalideki kardeşlerimin uhuvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddî sahib çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeğe vasıta olmak öyle bir hediyedir ki; dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir.”B:123
Yine Bediüzzaman Hazretleri, iki talebesinin mümtaz sıfatlarını, bütün talebeleri aynı sıfatlara teşvik maksadıyla nazara veren mektubunda diyor:
“Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.
... Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.” B:21-22
Bir nebze numunesini gördüğümüz ifadelerden anlaşılıyor ki; tebliğde, çok yayılıp açılmak ve müşteri aramak olmadığı gibi, bütün manasıyla da müstağni kalmak da olmamalıdır. Daima kitabın müvazeneli tavsiyelerine sadakat göstermelidir.
Neşriyat yoluyla yapılan tebliğin de bazı şartları vardır. Meselâ, siyaset yolu ile veya nazarı âfaka dağıtan ve merakları teferruata çeviren bazı gazete ve mecmualar gibi neşir vasıtalarıyla Risale-i Nur’un neşri tahsin edilmez. Ezcümle, Bediüzzaman haslar dairesindeki talebelerinden olan naşirlere hitaben bir mektubunda şöyle der:
“Sebilürreşad’ın bu sırada bizim lehimizde yazıları bize zararlı idi. Çünki Risale-i Nur’u dahi dinî ve siyasî mecmua nazarıyla bakmağa sebeb olup dikkati celbedecekti.” Siyaset-Neşriyat bröşürü sh:171
Risale-i Nur’a mahkemece “Bu sıralarda birden serbestiyet verilseydi herhalde resmen Nurlardan bahsetmekten men’ edilen gazete ve mecmua cerideleri neşriyatıyla, hem Nurların hem şakirdlerin yüzlerini dünyaya ve cereyanlara çevirmek ve dindar cereyanlara, onların manevi kuvvetinden istifadeye çalışmak, bir nevi siyaset-i diniye şeklini vermek cihetiyle Nurların hiç bir şeye ve dünyevî ve siyasî hiçbir maksada âlet olmağa hiçbir cihette müsaade etmeyen ihlası zedelenirdi.” Siyaset-Neşriyat bröşürü sh: 168
“Risale-i Nur’un neşrinde Medreset-üz Zehra erkânlarının sarsılmaz, geri çekilmez himmetleri ve gayretleri, ceridelerle intişarına ihtiyaç bırakmamış. İntişardaki ihlası; ceridelerde münafi-i ihlas olan cereyanlara âlet olmaktan muhafaza etmiş. Hatta en ziyade Nurlara tarafdar olan Sebilürreşad’ın hakkımızda neşriyatına tarafdar olamazdım. Ve hatırını kırmamak için onun teşebbüslerini zahiren reddedemedim. Fakat kalben razı değildim. Medreset-üz Zehra’nın ihtiyac-ı hakiki derecesinde neşriyat-ı halisanesi ceridelere ihtiyaç bırakmamış.” Siyaset-Neşriyat bröşürü sh: 169
İşte bu verilen örneklerde görüldüğü gibi Risale-i Nur’ların neşrinde ve neşir yoluyla yapılacak tebliğde, ihlasa zarar vermemek ve nazarları teferruata dağıtmamak gibi bazı şartlara dikkat edilmesi gerekiyor.
Bir hadis-i şerifte: İlme ait âfet, onu unutmaktır. İlmi zayi kılmak da, onu ehli olmayanlara söyleyip telkin etmektir.» diye aynı hakikatı ders veriyor.1
İki hadis-i şerifte de mealen şöyle buyurulur:
«İnciyi, yani fıkhı köpeklerin ağzına bırakmayın.»
«İnciyi (ilmi) hınzırların ağzına bırakmayınız.» 2
Peygamberlerin kıssalarında görüldüğü gibi (Bak: Kur’an 54:9) tebliğ tamamen yapılmaz hale gelince, tevakkuf devresi ve hicret başlar ve azgın kavme de Allah’ın gazabından musibetler gelir. Peygamberlerden sonra din büyüklerinin tebliğ hayatları da, aynı Sünnetullah içinde cereyan eder.
Asrımızda dine hizmet uğrunda çok eziyetlere uğrayan Bediüzzaman, bu şiddetin son haddine gelmesi halinde, İlahî musibetlerin gelebileceğini hatırlatıp diyor ki:
“Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitablarına karşı inad etse ve müsalaha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükümet onları dinlemeğe mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddi ve manevi musibetler hücuma başlarlar.” Ş:337
Bu dersi indirmek için tıklayınız.