بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
CEVAB MEKTUBU
(Yanlış ve yersiz bazı tenkidlere cevapdır)
Mevzua girmeden önce bazı noktaları nazara almak gerekiyor. Sonra cevablar verilecektir. Şöyle ki:
Çoklar tarafından biliniyor ki, bir asra yaklaşan bu son devrede, beyn-el milel ifsadatta bulunan nifak cereyanı herkesden daha çok, Bediüzzaman ve eserlerini ve hakiki şakirdlerini çürütmek ve faaliyetlerinin te’sirini kırmak için çok sinsi yollarla çalışmışlar ve çalışıyorlar. Hem bazı zaaf sahiblerini de çalıştırıyorlar. Bu menfi cereyanın hedefi, İslam âlemini imha veya istila etmektir. Bu husus, Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler Mecmuası adlı eserinde şöyle ifade edilir:
“.....masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hak ile yeksân edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlub eden ve edecek yegâne çarenin Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu asırda bir mu'cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-ı kat'iyye ile müttefiktirler.” (S: 771)
Bediüzzaman Hazretleri bu azgın müfsidlere karşı dava arkadaşları ile beraber metanetle yürümüştür. Öyle ki, dünya tarihinde eşine rastlanmayan bini aşkın mahkeme, ve her türlü korkutma ve caydırma tecavüzleri bu mücahidleri geriletememiş, aksine Mektubat eserinde Hz. Üstadın naklettiği: اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًاۗ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (3:173) âyetinde ifade edildiği gibi, bu manevî soğuk harb denen korkutmalar karşısında, mücahidlerin manevî cihad şuuru ve şevkı ziyadeleşmiştir.
Şimdi bu durum apaçık meydanda iken yine de Nurculuk faaliyetini tenkid etmenin kimlere yardım olacağının izahı gerekir mi ?
Yoksa gözü kapalı olarak bu azgın cereyanın varlığını ve sinsi tecavüzlerini müslüman halka unutturup gaflete itmek mi isteniyor?
Halbuki, Şualar: 726 da nakledilen: Kur’an (14:5) Âyetinde “ve zekkirhüm” ifadesinin asrımıza bakan işarî manası, yine bu âyette “eyyamillah” tabir edilen azgınların zulûm devrelerinin unutturulmaması mı isteniyor. Evet, müslümanda gayret ve hamiyet-i diniyenin inkişaf ve devamı, bu sırra dayanmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ve benzeri iddialara karşı, hizmet cemaatinin şevklerinin kırılmaması ve kuvvetlendirilmesi için yazdığı mektubunda cevaben diyor ki:
“Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki: Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaîf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut görülen bazı dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terketmek derecesinde ürkütmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla (başkalarına muhtaç olmayarak) bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise; Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı afvettirmeğe vesile olacaktır.” (E: 51)
Yine aynı manadaki diğer bir mektubundan bir parça:
“Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnetdarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamiyle kanaatla tam tasdik edenler, binler ehl-i îman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda sırf ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasiyle ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arab gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabiyle beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'aniyeyi kendine gelen bir kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartiyle beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de isbat etmeğe hazırım, dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?! Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!.. Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesini muhafaza için hayatını ve herşey'ini fedâ eden bir mazlûmun şekvası, elbette cevabsız kalmayacak!” (St: 61)
İşte bu ve benzeri mektuplar gösteriyorki zendekanın tecavüz ettiği bu dehşetli zamanda usulsüz tenkidlerin mesuliyeti büyüktür.
İkinci ehemmiyetli bir cihet de şudur ki:
Bir asra yaklaşan Risale-i Nur’un faaliyet devresinde meşhur alimler, Risale-i Nur eserlerini takdir etmişlerdir. Mesela:
“İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua İşarat-ı Kur'aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur'un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin'e demiş ki:
"Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn" diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin pederleri olan Sultan-ül Ülema'nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:
"Bu misillü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır. Ve Hoca Mustafa'ya emretmiş, "Söylediğimi yaz!"
Bediüzzaman'a kemal-i hürmetle selâm ederim. Te'lifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymetdardır). Bazı ülema-üs sû'un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira yemişli ağaç taşlanır,1 kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffak-un bilhayr eylesin! Bâki Hakk'ın birliğine emanet olunuz.
Eski Fetva Emini Ali Rıza
İşte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur'an cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş.” (K: 194)
Hem “Çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymetdar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi olarak, Risale-i Nur'u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ülemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim.” (E: 129)
Biz dahi görüştüğümüz İstanbul’un meşhur ulemasından Ömer Nasuhi Efendi ve Ahmet Davudoğlu Sadrettin Yüksel, Bekir Sadak ve ord. Prof: Ali Fuad Başgil gibi zatlar Hz. Üstad ve Risale-i Nur hakkında senakâr konuşurlardı.
Keza İslâm alemindeki büyük alimlerin Risale-i Nur eserleri takdir ettikleride çok büyük yekûn teşkil ediyor.
Şimdi kendisini tanımadığımız tenkidçi zât, bunca ulemayı yanlışı takdir etmek suçuyla suçlamış ve kendini bunların üstünde görmüş olmuyor mu?
Keza müslüman çevrelerce solcu oldukları bilinen bazı kişilerin makale ve kitablar ile Üstad ve Risale-i Nur’u uydurma ithamlarla yaptıkları neşriyatları da Risale-i Nur’un makbuliyetine delildir. Çünkü solcu müslümanı sevmez ve tenkid eder. Bir asra yaklaşan devre içindeki bu tarz hadiseler, gazete ve mecmua gibi sol neşriyat, resmi arşivlerde mevcuttur ve inkârı kabil değildir.
O halde bu tenkidci zât, hangi yoldan yürüyor ve hangi hedefe gidiyor?
Bizler, şahsi hukuk sahasında kalan itirazlara cevab vermeyiz. Fakat hukuk-u umumiyeye zarar verme halinde şeri’at müsamaha etmez.
Şimdi de şer’î ölçülere dayanarak itirazlardan ilham meselesine geçiyoruz.
(İtirazcı kişi, Bediüzzamanın eserlerini ilham ile yazdığını bildirmesini tenkid eder. Güya böyle bir söz dinde suçmuş.)
Malum olduğu üzere dini meselelerde, şahsî ve beşerî anlayışlar ve delilsiz peşin hükümler değer taşımaz.
İtirazcı kişi, güya doğruluğu müşterek kabul görmüş hükümlermiş gibi itirazatını böyle peşin hükümlere dayandırıyor. Bu ise, ilim, mantık ve şer’î ölçülere ters düşer.
Halbuki böyle bir söze şeri’at suç demediği gibi, bütün iyiliklerin Allahın ihsanı olduğunu bilip söylemek, tevhid hakikatının gereği olduğunu bildiriyor.
Mesela Kur’an 93/11. Ayetinde Tahdis-i Nimetten bahsedilir: Yani Allah’dan gelen her türlü nimetlerin şükür makamında söylenmesinin gereğini anlatır. Elmalı Tefsiri mezkûr âyeti şöyle izah eder:
“Ama Rabbinin nimetini, gerek mevcut, gerekse olacağı vaad edilen nimetini hemen söyle, anlat da anlat. Sade lafını ederek ve gösteriş yaparak gururlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü yerine getirmek için eserini gösterecek, başkalarını da istifade ettirecek şekilde sözlü veya fiilî olarak anlat.”
Evet, Bediüzzaman Haretleri, bütün iyiliklerin Allah’tan ve kötülüklerin nefisden olduğunu bildiren şu âyeti nazara verip diyor ki:
“مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir.” (S: 477)
Esasen sadece ilham değil bütün iyilikler ve İlahî ihsanları insan kendine mal edip gurura düşebilir. Fakat bu husus insanların iç dünyasıdır. Zahirî fiiller gibi isbat edilemediğinden, umumî bir nasihat şekli dışında malum kişiler ittiham edilemez. İslam kardeşliğine ve dindeki hüsn-ü zan düsturuna aykırıdır.
İyilikleri kendinden bilmek hissiyatından kurtarmağa bakan ve Bediüzzaman kendi şahsına hitaben yaptığı şu nasihat, ehl-i insafı insafa getirir diyoruz. Şöyle ki:
“Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir. Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.
Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.
Hem deme ki: "Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” (S: 230)
Risale-i Nur’da da Tahdis-i Nimet hakkında hayli izahlar var. Birkaç nümunesi şudur:
“Dördüncü Sebeb: Bazan tevazu', küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikî'nin eser-i in'amı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: "Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârane desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurane bir fahrdir.
İşte fahrden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir."
İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur'an-ı Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiş şualardır.
وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى ٭ وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ düsturuyla derim ki: وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى ٭ وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ yani: "Kur'anın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'anın güzel hakikatları, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." Madem böyledir; hakaik-i Kur'anın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.” (M: 369)
Burda görüldüğü gibi böyle ihsan-ı İlahiyeleri kişinin kandine mal etmesi, küfran-ı nimet oluyor. En basit bir müslüman dahi bu yola girmez.
Aynı mevzuda diğer bir ifade de şöyledir :
“Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum. Fakat nimet-i İlahiyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki: Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlahîyi bütün hayatımda "Lillahilhamd" tevfik-i İlahî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi; ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi' ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.” (L: 171)
Tahdis-i Nimet meselesini kendi sol zihniyeti için istismar ederek itiraz eden bir müddeinin iddiasına verilen bir cevab:
“Elli-altmış senelik hayat-ı ilmiyesi böyle temeddühlere ihtiyaç bırakmadığı gibi, âhir ömründe şahsını temeddühten bütün bütün çekindiği, yalnız hakaik-i imaniyenin beyanında yanlış etmediği ve sırf Kur'anın feyzinden iktibas ettiğine dair beyanatı, böyle hodfüruşane bir surete çevirmek büyük bir iftiradır. Hattâ o yanlış, doğru da olsa meşhur Abdülvehhab-ı Şiranî ve Muhyiddin-i Arabî gibi pekçok ehl-i hakikat ülema tahdis-i nimet nev'inde bu tarz ihsanat-ı İlahiyeyi çok defa kitablarında zikretmişler.” (Ş: 412)
Yine diğer bir benzeri itiraza cevabdır:
“Hemen herkesin dediği gibi hatırıma geldi, yahud fikrime geldi, yahud fikrime ihtar edildi gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: "Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut, tâ melaikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.” (E: 133)
İkramat-ı İlahiye ilhamî ihsanlar, tahdis-i nimet makamında şükürle karşılanacağına dair bir ders:
“Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki Kur'anın i'caz-ı manevîsinden tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı Rabbanî ve in'am-ı İlahîdir. Elbette mu'cize-i Kur'aniye ve onun lem'aları izhar edilir. Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i nimettir. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ âyeti izharına emreder. Benim için medar-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatım ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu'cize-i maneviye-i Kur'aniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden i'caz-ı Kur'anî hesabına izhar ederim. Bütün kıymet bir mu'cize-i Kur'aniye olan Risale-i Nur'dadır. Hattâ eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risale-i Nur ise, Kur'anın malıdır ve manasıdır.” (Ş:749)
Şimdi ilham hakkındaki itirazın cevabına geçiyoruz:
Kur’anda “kelimat-ı Rabbi” tabiriyle ilan edilen ilhamat, bütün varlıkları ve hâdisat-ı âlemde sürekli bir tarzda tecelli eder şâmil bir hakikattır.
Bu hususta da önce Risale-i Nur eserlerinden nakiller yapılacak. Şöyle ki:
“Evet Kur'an der ki: "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk'ın kelimatını yazsalar, bitiremezler." Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur'ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur'an, ism-i a'zamdan ve her ismin a'zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz'ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a'zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a'zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, Kelâmullah ünvanı kemal-i liyakatla Kur'ana verilmiş.
Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz'îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: حَدَّثَنىِ قَلْبىِ عَنْ رَبِّى Yani: "Kalbim benim Rabbimden haber veriyor." Demiyor: "Rabb-ül Âlemîn'den haber veriyor." Hem der: "Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır." Demiyor: "Rabb-ül Âlemîn'in arşıdır." Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir. İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz'î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur'an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.
Kur'andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur'andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur'anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.” (S: 134)
İlhamatın muhtelif mazharlara muhtelif tecellisi var.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا الخ
Şu sure kat'iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.” (S: 171)
“Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu' eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.” (M: 448)
Fıtrat alemindeki ilhama mazhariyette lezzet ve ihtiyaç medhalleri sırrı:
“Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin'in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin'in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.
İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evamir-i tekviniyenin proğramını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi' etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelal'e; nasıl Kitab-ı Mübin'in düsturlarından arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, proğramını okur, emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını izhar eder. İşte eğer bu Sekizinci Nota'yı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sırrını, وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatını, اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini anlarsın. ” (L: 126)
Demek ilhamatın mazharlara göre külliyeti ve cüz’iyeti; umumiyeti ve hususiyeti olduğu gibi böyle sırlı mazharları ve sırlı mahiyetleri var.
Evet, bazı iman hakikatlarını Güneş misalleriyle anlatan Risale-i Nur’un bahislerine istinaden deriz ki: Nasılki Güneşin ışık enerjisi içinde ışık ve renkler var ve feza aleminde kürevî olarak sürekli müstevlidir. Ve o enerji şeffaf mazharlara, şeffafiyet ve kabiliyetleri nisbetinde tecelli ve tezahür eder. Ve güneşin bu hususiyetlerini bilmeyenler, Güneş ışığının varlığını, zamanlı ve mekânlı tezahür ettiği yerdeki miktariyle düşünürler ve feza alemini sürekli istila eden fakat tezahür etmediğinden insanlara görünmeyen ışık enerjisini düşünemezler, onun gibi, vahiy ve ilhamın ezeli ve ebedi müstevli olan mahiyetini bilmeyenler de böyle dar anlayışlarla ortaya çıkarlar.
Kâinatta manevî ve tefekkürî seyahat eden bir zat manevî müşahedesinin bir kısmını şöyle anlatır:
“Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani, madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san'atlı hadsiz masnu'larıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zahir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu onun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu'larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor. ” (Ş: 123)
“Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hacatına cevab vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi.. aynen öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultanı ve bütün mevcudatın zülcemal hâlık-ı zîşanı olan Şems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitab bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil'ittifak o Şems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delalet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.” (Ş: 126)
“Ve sonra yine aynı sırdan, kelâm-ı nefsînin yani ilhamın ilim ve irade gibi ezelî, sade bir sıfat olup; vücud ve sübutu malûm, fakat künh ü keyfiyeti ise mechul olduğu, hem kelimat-ı İlahiyenin de nihayetsiz olduğu anlaşılır.” (BMs:646)
Bazı mu’terizler, çokca haddini aşarak, bilgi noksanlığıyla beraber vahiy meselelerine de girip ve kasıtlı tahriflerle tenkidlerine yol ararlar.
Evvela din sahasında söz sahibi zatlar, vahyin mertebelerini ve şümuliyetini beyan etmişlerdir. Fakat bazı kişiler efkârı bulandırmak için ya kasıtlı veya bilgisizlik sebebiyle cahilane iddialar neşrederler. Bu gibi iddialara müslümanlar itimad etmemeli ve etmiyorlar da.
“Kur'an (4:163) âyetinin Elmalı tefsirinde vahiy hakkında verilen izahatta deniliyor ki:
«Îha, vahiy göndermektir. İbn-i Kesir'in Nihaye'de ve Süyutî'nin Dürr-i Nesir'de zikrettikleri vechile vahiy lügatta risalet, kitabet, işaret, ilham, kelâm-ı hafî manalarına gelir. Ve asl-ı madde, sür'at manasındadır. Ragıb'ın Müfredat'da, Firuz Abadî'nin Besair'de tavzihlerine göre vahiy asl-ı lügatta, işaret-i serîa demektir. Bu mana kâh remiz ve tariz tarikıyla kelâm ve kâh terkibden mücerred savt ve kâh cevarihden biriyle işaret ve kâh kitabet ile olur. Nitekim (19:11) Âyeti için remiz veya itibar veya kitabet denilmiştir.”
Nitekim (6:93) (6:112) (6:121) (16:68) (28:7) (114:4) (42:519) gibi ayetler, mezkur manalara örnek verilir
Demek ki, alel-umum vahiy, evvel-emirde ikiye ayırmak lâzım gelir ki; biri masivaullahdan olan işaret ve i'lam, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lamdır.
Kur'an (6:112) ayetnde geçen ins ü cin şeytanlarının telkini manasındaki vahiy ifadesi şöyle tefsir ediliyor:
“İns ü cin şeytanları .....birbirlerine gurur için, aldatmak için laf zührufu, söz yaldızı, içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler vahyederler.” (Elmalılı:2032)
“Demek ki, alel-umum vahiy, evvel-emirde ikiye ayırmak lâzım gelir ki; biri masivaullahdan olan işaret ve i'lam, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lamdır” (Elmalılı: 2032)
Risale-i Nur eserlerinde ve mevzumuza bakan manadaki bazı kısa beyanlar şöyledir:
«İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melaike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapıyor. Sonra ferman tebliğ edilir.......
Vahiy gölgesizdir, safidir ve havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.» (Ş: 124)
«Vahiy iki kısımdır:
Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.
İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülasası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı amme seviyesine göre, eder. (M: 93)
Tafsilatını görmek isteyenler için kaynakları gösterilen ve çok kısaca yapılan nakillerde dahi görülüyor ki, vahy, küllidir ve mertebelidir ve enva’ı vardır. Amma şu var ki, dünya hayatının bir ehemmiyetli hikmeti, imtihan olduğundan, imtihanın hikmeti gerektirir ki, çapraşık yollarda yürümek isteyenlerin de yolları kat’î şekilde kapatılmasın.
İleri sürülen bir diğer garib ve hiçbir kimsenin kabul etmeyeceği iddia ise, şeri’atın yüzde biri siyasete bakar. Onu da ulu-l emirler düşünsünler mealindeki hükmün tenkididir.
Tenkidine bahane arayan kişiye göre, bu sözüyle Bediüzzaman, şeri’atı çok aşağı derecelere indiriyormuş. Şeri’at uğrunda hayatını ortaya koyan Bediüzzaman Hazretleri, güya bu iddialarla çürütülecek. Aslında bu iddia, şeri’ata karşı olanları dahi güldürür, hatta kızdırır.
Hem bu iddia, senelerden beri, Bediüzzaman, şeri’atı ihya ediyor iddiasiyle açılan bine yakın mahkemeleri de nakzeden garib ve zahir bir tenakuz ve tutarsızlık örneğidir.
Böyle iddiaları iler sürenler, Şeri’atın, iman, amel, hukuk ve ahlak gibi dinin bütününü kapladığını bilmiyorlar veya bilmez görünüp tenkidlerine yol ararlar.
Evet, siyaset, dinin ana hükümleri nokta-i nazariyle ve dinî esaslara bağlı kalarak, müslüman milleti temsil eden meclisin çıkaracağı kanunlardır. Şer’î hükümlerde, müctehid olmayanların sözü geçersizdir. Hatta bir müctehidin hükmü, icma’ın veya re’y-i cumhurun tasdikine girmedikçe ümmeti bağlamaz. Bu hükümler şeri’atın temel kitablarında mevcuddur.
Keza meclisin yapacağı kanunlar, sayıca şeri’at hükümlerinden faraza çok olsa da, Bediüzzamanın nazara verdiği mezkûr hükmü bozmaz. Çünkü her iki sahanın hakikat nokta-i nazarındaki değer nazara veriliyor. Meclisin yapacağı kanunların kıymet derecesi, şeri’at hükümlerine nisbetle geri derecededir. Şer’î hükümlerin kaynağı bizzat Kitab ve sünnete dayanırken, meclisin teşri’ faaliyeti, millet ve devletin mevcud şartlarına ve içtimaiyatın hüsn-ü cereyanına bakmak gibi gerekçelere dayanır. Yüzde bir ifadesi, bu hakikata bakar. Yoksa sayı itibariyle değerlendirmek için değildir.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri meşrutiyet devresinde, meclisin teşri’ faaliyetine atfen bu hususu şöyle ifade etmiştir:
“Sâniyen, saatı yapmakta veyahud makineyi işletmekte sanatkâr bir Haço veya Berham’ın reyi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi; Meclis-i Mebusandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahî ekserî bu kabilden olduğundan reddetmemek lâzım gelir. Amma ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki; meşverete ihtiyaç gösterir. Meb’usların vazifesi o ahkâm ve hukuku su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için; bâzı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz. Gidilse intihardır.” (Asar-ı Bed’iye:417)
Şimdi de Bediüzzamanın, eserlerinde şeri’atı nasıl anlattığını görelim:
“Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir.” (M: 451)
Resul-i Ekrem A.S.M. “Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.” (İ.İ: 114)
Şeriatın tasarruf sahasının genişliği
“Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır. Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ül menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen mes'elelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan mes'elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vaz'etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile; şu zaman-ı terakkide, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz.” (İ.İ: 112)
“şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.
Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyat-ı Diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.” (M: 435)
“Hem o bürhan-ı Hak ve sirac-ı hakikat, öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlık-ı Kâinat'ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir. İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister. ” (M: 193)
“Kıl kadar bir şuur ile, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın Onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.” (Ms: 82)
“..... insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye, Sâni’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı adaleti idrakten âciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, ferdler o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da, kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır.” (İ.İ.84)
İşte çok kısa ve az bir miktar nakledilen bu izahlara insaf ve dikkat ile bakılınca, hem şeriatın mana genişliği, hem kâinat hakikatlarına mutabakatı, hem kâinat sahinin sonsuz ilminden geldiği, hem zamanla hükmü geçmeyip ebedde de devam edeceği gibi harika hususiyetleri anlaşılır.
Kısaca tertib edilen bu bahis, mu’terizlere cevab olmaktan daha çok, avamın aldatılamaması için bir ikazdır.
1 Yani: Mübarek, tatlı meyveleri bulunan ağaçlara taş atanlar, akılları varsa tatsınlar ve yesinler; çürütmeye lâyık ve kabil değiller, demektir.” Feyzi
Bu dersi indirmek için tıklayınız.