DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İLİM-İLM

Bilmek manasında olan bu kelime, daha çok dinî nokta-i nazardan ele alınınca, Allah’ı tanıtan kâinat kitabından marifetullah ilmini öğrenmeyi ifade eder. Müsbet fenlerin de mana-yı harfi nokta-i nazariyle marifetullah olduğunu Risale-i Nur nazara vermektedir.

İnsanı bütün hayvanlardan üstün kılan ve insan olmanın aslını teşkil eden en birinci hususiyeti aklıdır. Göz, görmenin; kulak, işitmenin âleti olduğu gibi, akıl dahi mana ve hakikatları anlamanın âletidir. Mana ve hakikatları anlamak için yapılan çalışma da ilimdir. Şu halde aklı, vazifesi olan hakikat ilminde çalıştırmamak, aklı ibtal etmek gibidir. 

Keza aklın ehemmiyeti, bilme, anlama ve idrak etmek âleti olması sebebiyledir. O halde idrak, bilmek, yani kendi varlığını ve varlıkların varlığını var olmanın hikmetlerini bilmek, insan olmanın en mühim unsurlarındandır. Bunun için Kur’an tekrarla varlık dünyasına nazarları çevirir ve tefekküre teşvik eder. Evet varlığını ve varlığı anlamayan hayatsız veya idraksiz varlıkların varlığı, kendilerine nazaran yoklukla müsavî gibidir denilebilir.

İlim, Allah’ın yedi sıfat-ı subutiyesinden biridir. Allah’ın sıfatlarından olan ilim, sonsuz olup herşeyi ihata ettiği gibi, herşeyde görünen gayet hassas nizam ve mizan dahi ilm-i İlahînin bürhanlarındandır.

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا âyet-i kerimesinin mana külliyetinden alınan;

"Bir Nükte-i Mühimme Ve Bir Sırr-ı Ehemm

Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.

Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.” S:262

Yani Allah’tan münasebeti kesik olmak demek olan mana-yı ismî ile ele alınan herşeyin insan nazarında değeri çok düşük olur. Allah’ın çok hikmetlerini gösteren bir harika eseri olan ciheti görünmez.

“Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ise, talim-i esmanın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.” S:264

Bu kısımda nazara verilen belâgat ve cezaletin bir derin manası şudur ki, eserleri yapan zatın eserlerini bütün inceliklerini en mükemmel şekliyle bileceği kaidesiyle, Allah’ın eserleri olan kâinat ve hadiseleri hakkındaki beyanları, yani ayetlerdeki manaların tam tamına tutarlılığı, belâgat ve cezalet tabirleri ile ifade edilir. Risalede şu ifade var:

Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.” S:33

Yani Kur’an, kâinatın İlahî hikmetlerini anlatıyor. Böylece herşeyin harika İlahî eserler olduğu anlaşılıyor.

Evet, “Belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.

İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.” S:552

Hakiki ilim, kalbe istinad eder:

“Nur-u Akıl, Kalbden Gelir

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.

O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver.

O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sen de birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.

Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.” S:706

Bir hadisin bir cümlesinde şöyle buyrulur:

يَخْرُجُ نَاسٌ مِنْ قِبَلِ الْمَشْرِقِ يَقْرَؤُونَ الْقُرْآنَ لَا يُجَاوِزُ تَرَاقِيَهُمْ

Yani: Şark tarafından bir cemaat (millet) meydana gelir. Kur’an okurlar, (fakat) hançerlerinden (boğazlarından) aşağı geçmez. (Yani manası kalblerinde yerleşip seciyeleşmez.) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Deccal maddesi 650.p.)

Bu hakikatla alakalı şu misal var: Türk milleti Anadolu’yu vatan yaptıklarından sonra süfyanî cemiyette bozulacak olanların hali anlatılıyor. Şöyle ki:

Bir rivayette “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ  Bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.” Ş:596

Evet, “Hazmolmayan İlim Telkin Edilmemeli 1

Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.” S:706

“İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.

Tenasübse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Za’f-ı kalbdir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır....” S:726

“Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevî lemaatından olan malûm Sözler’i, şu dalalet zendekasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım. “ M:23

Yani fennî  ilimlere mana-yı ismî ile bakıp değerlendirmek, esbab ve tabiat şirkine yol açar. Esasen İslamiyet, hakiki ilme değer verir. Evet,

“İslâmiyet, vücub-u zekat ve hurmet-i riba gibi binler şefkatperverane mesail ile fukarayı ve avamı himaye ettiği; اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ * اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ * اَفَلاَ يَعْقِلُونَ gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle daima İslâmiyet, fukaraların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melce’i olmuştur. Onun için, İslâmiyet’e karşı küsmeye hiçbir sebeb yoktur.” M:325

İlmin kalbde yerleşmesi hakkında şu izahat veriliyor:

Evet, “İman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.” M:331

Enaniyet-i ilmiyenin zararı meselesi, yani ilim fazilet olarak kalbde yerleşmezse enaniyete vesile olur diye yapılan bir ikaz dersi:

“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a’mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” M:426

Burada anlatılan hakikat, kesbî ilmin vehbî ilme müdahale etmeyip itaat etmesi meselesidir.

Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.” B:260

İlm-i ezelînin imkânî vücudlara âyine olduğu meselesi ki, çok derin bir meseledir. Şöyle ki:

İlm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücudlar, vücud-u vücubînin tecelliyat-ı nuriyelerine âyine ve ma’kestirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücudlara âyine olduğu gibi, imkânî vücudlar da vücud-u vücubîye âyinedir. Sonra o imkânî vücudlar, ilm-i ezelîden vücud-u haricîye intikal etmişlerse de, vücud-u hakikî mertebesine vâsıl olmamışlardır.”Ms:146

“İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani melufları olan şeyleri kendilerince malûm bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im’an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.” Ms:196

Evet, “İnsanların arza ait malûmat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’an âyetleriyle insanların nazarını melufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ul âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.” Ms:197

“Kezalik Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.

Kezalik iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.” Ms:199

İlim odur ki, kalbde yerleşsin diyen Hz. Üstadın yeğeni Abdurrahman anlatıyor:

“Amcam Bediüzzaman bir müddettenberi akıl ile değil sırf kalb ile mesaile müteveccih oluyor. Kalbine vâzıhan bir şey zuhûr etse, bana yazdırıyor ve diyor: “İlim odur ki, kalbde yerleşsin. Yalnız akılda olsa insana malolmuyor.” Hem de diyor ki: “Şu mesail yalnız kavaid-i ilmiye değil, belki vicdanen esas ittihaz ettiğim bazı desatir-i kalbiyyemdir.”

Ve bana emretti : “Zuhûrat-ı kalbiyemden istediğini intihab et!” Ben de şu vecizeleri hangi âsarından intihab ettiğimi bervech-i âti işaretlerle gösteriyorum...”  AB:616

İlmin ve ilm-i din tahsilinin faziletine dair Hz. Üstadın yazdığı Tefekkürnamesinden alınan bir kısım hadis-i şerifler:

تَعَلَّمُوا العِلْمَ، فَإِنَّ تُعَلِّمَهُ لِلهِ خَشْيَةً وَطَلَبَةُ عِبَادَةٍ، وَمُذَاكَرَتَهُ تَسْبِيحٌ وَالبَحْثُ عَنْهِ جِهَادٌ

Meali: “İlmi öğreniniz! Çünki, onun öğrenilmesi Allah’a karşı haşyettir, talebi ibadettir, müzakeresi tesbihdir, ondan bahis ise cihaddır.”

سَاعَةُ عَالِمٍ يَتَّكِيُّ عَلَى فِرَاشِهِ يَنْظُرُ فِى عِلْمِهِ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَبْعِينَ سَاعَةً

Meali: “Bir âlimin, yatağına yaslanarak ilmine (kitabına) bir saat bakması, yetmiş saat ibadetten hayırlıdır.”

طَالَبَ العِلْمُ طَالِبَ الرَّحْمَنِ، طَالَبَ العِلْمُ رُكْنَ الإِسْلَامِ، وَيُعْطِي  اَجْرُهُ مَعَ النَّبِيَيْنِ

Meali: “İlmin tâlibi (talebesi), Rahman’ın tâlibidir. İlmin talebcisi, İslâmın rüknüdür. Onun ecr u mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.”

طَالِبُ الْعِلْمِ أَفْضَلُ اِنْدَ اللَهِ مِنَ الصَّلاَةِ وَالصِّيَامِ وَالْحَجِّ وَالْجِهَادِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ 

Meali: “İlim taleb etmek, Allah’ın katında (nafile) namaz, oruç ve hac’dan ve fi-sebilillah olan cihaddan efdaldir.”

عَالِمٌ يُنْتَفَعُ بِعِلْمِهِ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ عَابِدٍ

Meali: “İlminden menfaat görülen bir âlim, bin âbidden hayırlıdır.

مَا أَهْدَى مُسْلِمٌ لِأَخِيهِ هَدِيَّةُ أَفْضَلُ مِنْ كَلِمَةٍ حِكْمَةٍ يَزِيدُهُ هُدَّى وَيَرُدُّهُ بِهَا عَنْهُ رِدَّى

Meali: “Bir müslümanın bir müslüman kardeşine vereceği, onun hidayetini arttıran ve onunla ondan kötülüğü kaldıran bir hikmetli sözden daha efdal bir hediye yoktur.”

مَنْ اَتَاهُ الْمَوْتِ وَهُوَ يَطْلُبُ الْعِلْمِ كَانَ بَيْنَهُ  وَبَيْنَ لْاَنْبِيَاءِ دَرَجَةٌ

Meali: “Bir ilim, talebesi, ilmi tahsil ederken eceli gelse vefat etse; onun derecesi ile, enbiya derecesi arasında, bir derece (peygamberlik mertebesi) kalır.”

مَنْ تَعَلَّمَ بَابًا  مِنَ الْعِلْمِ ـ اى مِنَ الْعِلْمِ اْلاِيمَانِىِّ وَالتَّحْقِيقِىِّ ـ عَمِلَ بِهِ اَوْ لَمْ يَعْلَمْ بِهِ كَانَ اَفْضَلَ مِنْ صَلاَةِ اَلْفَ رَكْعَةٍ٠ فَاِنْ هُوَ عَمِلَ بِهِ اَوْعَلَّمَهُ كَانَ لَهُ ثَوَابُهُ  وَ ثَوَابُ مَنْ يَعْمَلُ بِهِ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ

Meali: “Kim ki ilimden (yani ilm-i imanî ve tahkikîden) bir bab (bir mes’ele) taallüm ederse, onunla amel etsin etmesin, bin rek’at (nafile) namazdan efdaldir. Eğer (öğrenmekle beraber) amel de ederse, yahut onu başkasına öğretirse, o zaman ta kıyamete kadar onun o (büyük) sevabı ve onunla amel edenin sevabı onun olacaktır.”

مَنْ اَتَاهُ الْمَوْتِ وَهُوَ يَطْلُبُ الْعِلْمِ كَانَ بَيْنَهُ  وَبَيْنَ لْاَنْبِيَاءِ دَرَجَةٌ

Meali: “Bir ilim talebesi, ilmi tahsil etmekte iken vefat etse, şehiddir.”

اَفْضَلُ الْعِلْمِ اَلْعِلْمُ بِاللّهِ ـ اى اْلاِيمَانِىّ ـ قَلِيلُ الْعَمَلِ يَنْفَعُ مَعَ الْعِلْمِ وَ كَثِيرُ الْعَمَلِ لاَ يَنْفَعُ مَعَ الْجَهْلِ

Meali: “İlmin efdali ilm-i billahdır (yani, iman ilmidir). Bu ilim ile az olan amel, (ilim ile olduğu için) menfaat verir. Fakat çok amel, cehl ile olsa menfaatsizdir.”

اَكْرِمُوا الْعُلَمَاءَ فَاِنَّهُمْ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ

Meali: “Ulemaya (hürmet ediniz) ikram ediniz. Çünkü ulema, peygamberlerin varisleridir.”

اَلَا مَنْ تَعَلَّمَ اَلْقُرْآنَ وَعَلَّمَهُ وَعَلَّمَ مَا فِيهِ فَاَنَالَهُ سَائِقٌ وَدَلِيلٌ اِلَى الْجَنَّةِ

Meali: “Kur’anı öğrenen ve öğreten ve içindeki hakaikı ders verenler bilmiş olsunlar ki, (kıyamet gününde) onların Cennet’e girmelerine saik ve delil ben olacağım.”

كَلِمَةُ حِكْمَةٍ   يَسْمَعُهَا الرَّجُلُ  قَدْ يَكُونُ خَيْرًا لَهُ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ وَجُلُوسُ سَاعَةً عِنْدَ مُذَاكَرَةِ الْعِلْمِ خَيْرٌمِنْ عِتْقِ رَقَبَةٍ

Meali: “Bir adamın, bir hikmet kelimesini işitmesi, bazan olur ki, ona bir sene ibadetten hayırlı olur. Ve bir saat ilim müzakeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.”

(Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Tefekkürname” namıyla maruf Arabca eserinin sonundan alınmıştır.)

İbn-i Mace, Mukaddime, 17. babı, âlim ve talebe-i ulûmun fazileti hakkındadır. Buhari 3. ve S.M. 47. Kitabları da ilme aittir.

اِذَا مَرَرْتُمْ  بِرِيَاضِ الْجَنَّةِ فَارْتَعُوا٠ قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَا رِيَاضِ الْجَنَّةِ؟ قَالَ مَجَالِسُ الْعِلْمِ

“Sizler Cennet bahçelerine uğradığınızda ondan faydalanınız. Ashab: Ya Resulallah Cennet bahçeleri nedir? Buyurdu ki: İlim meclisleridir.” (2 )

اُغْدُ عَالِمًا أَوْ مُتَعَلِّمًا أَوْ مُسْتَمِعًا أَوْ محبًا وَلَا تَكُنْ  الْخَامِسَةُ فَتُهْلِكُ

Ya âlim, ya öğrenen ya da dinleyen veyahut ilim ehlini seven olunuz. Bunun dışında kalırsanız helak olursunuz.” (3 )

إِنَّكُمْ قَدْ أَصْبَحْتُمْ فِي زَمَانٍ كَثِيرٍ فُقَهَاؤُهُ قَلِيلٌ خُطَبَائُهُ قَلِيلٌ سُوءَ الُهُ كَثِيرٌ مُعْطُوهُ اَلْعَمَلُ فِيهِ خَيْرٌ مِنَ الْعِلْمِ وَسَيَأْتِى عَلَيْكُمْ زَمَانٌ قَلِيلٌ  فُقَهَاؤُهُ كَثِيرٌ خُطَبَائُهُ كَثِيرٌ سُوءَ الُهُ  قَلِيلٌ مُعْطُوهُ  اَلْعِلْمُ فِيهِ خَيْرٌ مِنَ الْعَمَلُ

“Siz öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki; fukahası çok, hutebası az, isteyeni az, vereni çok. Böyle bir zamanda amel, ilimden hayırlıdır. Öyle bir zaman gelecek ki; fukahası az, hatipleri çok, isteyeni çok, vereni az. O zamanda ise, ilim amelden hayırlıdır.” (4 )

اَلْعِلْمُ عِلْمَانٍ فَعِلْمٌ ثَابِتٌ  فِى  الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ وَعِلْمٌ  فِى اللِّسَانِ فَذَاكَ حُجَّةُ اللهِ عَلَى عِبَادِهِ

“İlim ikidir. Kalbde sabit olan ilim, faydalı olanıdır. Eğer ilim sadece dilde olursa, bu, kıyamette Allah’ın kulları aleyhindeki durumlarında hücceti olur.” (5 )

تَعَلَّمُوا الْعِلْمَ وَتَعَلَّمُوا  لِلعِلْمِ السَّكِينَةَ وَالوَقَارَ  وَتَوَاضَعُوا  لِمَنْ تُعَلِّمُونَ مِنْهُ

İlmi öğreniniz. Onunla birlikte sekinet ve vakarı da öğreniniz. ilim öğrendiğiniz zata karşı da saygılı olun.” (6 )

عِلْمُ  البَاطِنِ سِرٌّ مِنْ  اَسْرَارِ اللهِ تَعَلَى  وَحُكْمٌ  مِنْ حِكَمِ اللهِ  يَقْذِفُهُ فِى قَلُوبِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ

“Batın ilmi, Allahü Teala’nın esrarından bir sırdır ve Allah’ın hikmetlerinden bir hükümdür. Allah onu kullarından dilediğinin kalbine bırakır.” (7 )

مَثَلُ الَّذِى يَتَعَلَّمُ  الْعِلْمَ  فِى صِغَرِهِ  كَالنَّقْشِ  عَلَى لْحَجَرِوَمَثَلُ الَّذِى  يَتَعَلَّمُ الْعِلْمَ   فِى كِبَرِهِ  كَالَّذِي يَكْتُبُ عَلَى  المَاءِ

“İlmi küçüklüğünde öğrenmenin misali, taş üzerine yazılan nakış gibidir. İhtiyarlığında ilim öğrenmenin misali, su üzerine yazı yazmak gibidir.” (8 )

 

1 Dini sahada ilimde olduğu kadar, maneviyat ve kemalata da sahib olanların sözü dinlenmeli. Şöyle ki:

“Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.” S:482

2 R.E. sh: 64

3 R.E. sh: 75 ve K.H.hadis 437

4 R.E. sh: l35

5 R.E.shfa:223

6 R.E.shfa:253

7 R.E. sh:3l7

8 R.E. sh: 39l

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık