DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İLMELYAKÎN

(Aynelyakîn, hakkalyakîn ve yakîn tabirleri de kısmen yer alır.)

İmanın kuvvet derecelerini ifade eden ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn tabirleri, Risale-i Nur eserlerinde tekraren geçer, fakat kelime manaları verilmez. Ancak kelimelerin geçtiği yerlerdeki manaların akışından kasdolunan maksadları tesbit etmek gerekiyor.

Bu üç tabir lûgat manarı cihetinde ele alınırsa;

İlmelyakîn: Bir şeyi kendisine aid olan ilim ile yakînen ve kat’î bilmek manasına gelir. Mesela bir makine mühendisinin, makineyi teşkil eden aletleri, makinanın hareketlerini ve neticelerini ilim gözüyle görmesi, maddi gözle görmenin derecesinde olur.

Aynelyakîn: Göz ile görmek derecesinde olan bir kat’iyetle bilmeyi ifade eder.

Hakkalyakîn: İlim ve akıl berabeliğinde ve maddî ve manevî hislerle mana-yı harfîye istinaden hakikatı, asliyetine muvafık olarak bilmektir.

Hem Kur’an mesleğine ve vahye dayanan, yani akıl ve kalbin imtizaciyle kazanılan ilmelyakînin, hakkalyakîn derecesinde olabileceğini beyan eden Hz. Üstad diyor:

İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol; Risalet-in Nur'un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risalet-in Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni' derecesinde gösterdiğini görecekler.” K: 18

Halbuki tasavvuf mesleği hakkında yine Hz. Üstad diyor ki:

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.” K: 18

Burada geçen “ehass-ı havass”, tasavvuftaki büyük veliler demektir. “İman-ı şuhudîdir” ifadesi de, kalb gözüyle görmek  demektir.

“Şu mes'eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. M: 83

Demek, Kur’anî meslekteki ilmelyakîn, tasavvuftaki hakkalyakîn derecesinde olabiliyor. 

Keza, bu üç tabirin birincisinden ikincisine ve ikincisinden üçüncüsüne geçmede muayyen bir hudud ve mana derecesinin tesbiti olamıyor. Ancak, hakkalyakîn derecesinde ilk iki derecenin ve aynelyakînde de birincisinin bulunması düşünülür.

Bu üç tabir, yakîn kelimesiyle terkibli tabir olduklarından, önce yakîn kelimesin manasını bilmek gerektir. Şöyle ki: Kur’anda (2:4) ayetinde geçen يُوقِنُونَۜ   kelimesinin tefsirinde yakîn tabiri şöyle izah ediliyor.

Yakîn, vakıa mutabık ve herhangi bir teşkik ve şübhe ile zail olmayacak surette şekk ü şüpheden ari olan sabit ve cazim bir itikad demektir.....

....Yakînden matlub olan, vakıa mutabakat ve adem-i raybdır” (Elmalılı Tefsiri Sh:201-202)

Yakîn: Marifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. (...) Göz ile görür derecede görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını, yakması ve sair sıfatlarını bildik ise, bu nevi’den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor.” (Ö. Nasuhî)

Yakîn kelimesi, mesafe ve mekân yakınlığı değil, belki hakikatı asliyetiyle ve kat’i ve şübhesiz bilmek manasındadır. Buna göre aynelyâkin gözle görme katiyetinde bilmek demek olur.

Malumdur ki: Bilmek denince, bilinen şeyin varlığı lâzımdır. Evet, ilim maluma (yani bilinecek şeyin varlığına) tabidir sözü meşhurdur. Bilinecek şey maddi varlıksa bu bilgide kâfir-mü’min müşterek olur. Yani mü’min de, kâfir de bilebilir. Halbuki bu tabir dinî sahada mevzu ediliyor. O halde bu bilmek, manevi sahaya bakar. Evet, eşya ve hadisata bakılınca mana-yı harfi ile bakmak, yani eşya ve hadiselerin mükemmellik ve maslahatlılık ve hikmetli yapılış gibi hususiyetlerinden, yapıcısının varlığını ve sıfatlarını ve hikmetlerini bilmektir. Şu halde yakîn tabiri, manevî sahada ilm-i imanî ve hissiyat-ı ulviyeye dayanan bir meseledir. Hakikati bilmede gözle görmek, yani kat’iyetle bilmek derecesine geldikten sonra daha kuvvetli bilmek dereceleri de bulunur.  

Hz. Üstad diyor ki: “İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdika münhasır değil. Bir çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görünen misalî güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, imanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir Esma-i İlahiye ve sair erkan-ı imaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki: Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.

Evet iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var.

O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlub olur.

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki Esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. Ve ülema-i ilm-i kelâmın binler cild kitabları, akla ve mantığa istinaden te’lif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur’anın mu’cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-ı imaniye ve marifet-i kudsiye; o ülema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.” E:103

Kur’anda (56:95) âyetinde geçen “hakk-al yakîn” ifadesini, Müfessir Hamdi Yazır tefsirinde şöyle beyan ediyor:

“Hiç şüphesiz hakk-ul yakîndir o. Yalnız ilm-ül yakîn ve ayn-ül yakîn değil, hakk-ul yakîndir.

Hak ve yakîn ikisi de aynı manayı ifade ettikleri halde, hakkın yakîne izafeti hakkında hayli söz söylenmiştir. En muvafıkı İbn-i Atiyye’nin beyanı ve Razi’nin dediği vechile; hakk-ul hak ve savab-üs savab demek gibi bir nevi te’kiddir ki yakînin son derecesi, daha fevkinde bir vüsul bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur. Filvaki yukarılarda da geçtiği ve Seyyid’in Tarifat’ında da tarif olunduğu üzere; yakîn üç mertebe olarak mülâhaza olunur. ilm-ül yakîn, ayn-ül yakîn, hakk-ul yakîndir. Hakk-ul yakîn ilm ü ıyandan geçip bilfiil içinde tahakkuk ile yaşanan hakikat demektir. Demişlerdir ki; hakk-ul yakîn abdin hakda fani olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilmen hem şuhuden hem halen bekasıdır.” (Elmalılı Tefsiri sh. 4726)Hakk-al yakîn” ifadesi, Kur’anda (69:51) âyetinde de geçer.

“Evet kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zâta bakan hiçbir hatırat-ı gaybiye; ve ilham edici bir zâta baktıran hiçbir ilhamat-ı sadıka; ve hakkalyakîn suretinde sıfât-ı kudsiye ve esma-i hüsnanı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne; ve enbiya ve evliyada bir Vâcib-ül Vücud’un envarını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nurani kalb; ve asfiya ve sıddıkînde, bir Hâlık-ı Külli Şey’in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, isbat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet etmesin, delaleti bulunmasın ve işareti olmasın.” Ş: 56

Yani, bu parağrafta ilmelyakînin bir cihette münevver akıllara baktığı anlaşılıyor.

“Belki senin o sadık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilme lyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler.” Ş: 58

Yani, hakkalyakînde aynelyakîn ve ilmelyakîn mertebeleri de bulunur.

“Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın -fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder.” Ş: 75

Yani, eserden müessire intikal etmek yolu, ilmelyakîne delalet eder.

“Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes’elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?" Ş: 102

Risale-i Nur’da tezahür eden cadde-i Kübra mesleğinde kazanılan ilmelyakînin, hakkalyakîn derecesinde olduğu 5. ve 6. p.larda anlatıldı. Çünkü geçmiş asırlarda, kitab-ı kâinatı okumada gereken anlayış bu asır gibi değildi. Hem cadde-i Kübra mesleğinde cezalet sırrı var. Yani, Allah’ın sonsuz ilim ve sonsuz hikmetiyle yaptığı eserlere mutabık söz söylemek için, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olmak lazım gelir. Bu ise Allah’dan gayrısı için muhaldır. Evet, Hz. Üstad diyor ki:

“.....üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabının kıraatıdır ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ  âyetleri gibi fermanları dinle!..” L:128

Yani Risale-i Nur, cezalet-i harikaya sahib olan Kur’andan mülhem olduğundan  aklı, kitab-ı kâinatı okutmakla talim ve kalbi terbiye eder. Kur’anın ise, cezalet-i tamme ile hakaik-ı kâinata mutabakatı var. Evet, bu asrın Risale-i Nur’un takib ettiği Kur’anın kitab-ı kâinatı okuma mesleği asrı olduğunu Risale-i Nur’dan öğreniyoruz. Âyet-ül Kübra eseri, bu mesleği ileri derecede temsil eder. Bu hakikat, Kastamonu Lâhikası’nda 54. sahifenin sonundaki “Üçüncü Nokta”da izah edilir.

Şimdi Hz. Üstadın geçmiş asırlara bakan ve Âyet-ül Kübra eserinde kaydedilen harika bir beyanatını görelim:

“Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telahukuyla tevessü' eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübra-yı Muhammedînin (A.S.M.) ve mi'rac-ı Ahmedînin (A.S.M.) gölgesinde hakikata çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki: O ehl-i keşf ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerine istinaden bil'icma' müttefikan "Lâ ilahe illâ Hû" diyerek, vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniyeyi kâinata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî'nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatlı tarîkatlar ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreblerde bulunan o kudsî dâhîlerin ve nurani âriflerin icma' ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zahir ve bahir olduğunu aynelyakîn müşahede etti ve enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü. " Ş: 119

Bu parağrafta, şeairin kemal-i ciddiyet ve kudsiyetle yaşandığı geçmiş asırlarda yaşanan ve ahireti esas alan tasavvufî mesleklerin hakikat ve makbuliyeti, çok güzel tasvir ediliyor. Bid’alar istila edince, bozuk cemiyet nazarları aşırı derecede dünya hayatına çevirir. Mesela:

“Mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.K:105

“İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.

Ezcümle: Ben gördüm ki; ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zâtlar, bizimle gayet ciddî alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zâtta gördüm ki; diyaneti ister ve yapmasını sever, tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarîkatı keşf ü keramet için ister. Demek âhiret arzusunu ve dinî vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebeb o faide olsa, o ameli ibtal eder; lâakall ihlası kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve müvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırkbin şahid vardır. Demek Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.

Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ   işaretiyle bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek severek tercih ettirdi.” K:109

“..... bütün kuvvetimizle iman ederiz ki: O yüzbinler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve beşaretleri sadık ve vaki’dir.” Ş:187

Bu kısımdan dahi anlaşılıyor ki, bu üç tabirin arasını net bir tarzda ayırmak müşkildir.

Vefatından sonra Hâfız Ali Ağabeye hitab eden Hz. Üstad diyor:

“Meyve Risalesi’nin hakikatını ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda, âlem-i ervahta seyahata gitti ve tam vazifesini yapıp” Ş:328

Yani ahirete geçen mü’min, hakaik-ı imaniyeyi aynelyakîn, hakkalyakîn tarzında görür.

“Âyet-ül Kübra Risalesinde dünya seyyahı, Hâlıkını aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve enva'-ı mevcudatından sorduğu ve otuzüç yol  ile ve kat’î bürhanlarla hâlıkını ilmelyakîn ve aynelyakîn bildiği gibi; o aynı seyyah asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp, teftiş ederek, kâh Kur’an hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatları vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyet-ül Kübra’da kısmen haber vermiş.” Ş:635

Burada Hz. Üstadın Âyet-ül Kübra’da anlattığı kâinat seyahatının asliyet ve mahiyeti beyan ediliyor. Çok manidardır, dikkat oluna...

“Ve madem dünya seyyahı, her âlemde, ilim sıfatıyla Allâm-ül Guyûb hâlıkını bulmuş; biz dahi o seyyahla beraber, mübareklerin ve görenlere bârekâllah dedirtenlerin ve  اَلْمُبَارَكَاتُ nün geniş âlemine girip bütün zîruhun masum, mübarek yavrularını ve bütün zîhayatın mukadderat ve proğramlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak o mübarekât âlemini temaşa ve mütalaa ile kudsî sıfat-ı ilmin mu’cizatlı, ince cilveleriyle hâlıkımızı ilmelyakîn ile bilmeğe o seyyah gibi çalışacağız.” Ş:643

Bu kısımda, eserden müessirine intikal tarzı olan ve Kur’anın cadde-i kübrasından gelen Risale-i Nur’daki ilmelyakîn derecesi nazara veriliyor.

Yakîn ile alâkalı âyetlerden birkaç not:

- İman-ı Billahda yakîn derecesi: (13:2) (26:24) (44:7)

- Ayât-ı İlahiyeyi idrakte yakîn: (27:82) (32:24)

- Âhirete imanda yakîn: (2:4) (27:3) (31:4)

- İlm-el yakîn: (102:5)

- Ayn-el yakîn: (102:7)

- Hakk-al yakîn: (56:95) (69:51)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık