بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين
İSBAT
Sabitlik manasında olan sübût kelimesinden alınmıştır. Lügat manasiyle, doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şahitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek. *Sabit ve muhkem kılmak. *Baki ve payidar eylemek. *Delil. Bürhan, Şahid.
Bu kelime geniş manasıyla bir şeyin doğruluğunu gösteren delillerle tesbit etmek demektir. Daha çok dinî sahada kullanılan bu tabir, kitab ve sünnete müstenid olarak dinî bir hükmün veya mes’elenin hakkiyetini ve meşruiyetini göstermektir.
Bazı insanlar birşeye akılları ermeyince, hemen o şeyin inkârına giderler. Halbuki, insan aklı bilmediği çok şeyleri zamanla öğrendiği gibi, pek çok şeyleri de bilememektedir. Yani insan ilmi çok şeyleri bilmediği gibi, bilemiyeceği çok şeyler de vardır, belki sonsuzdur. Hem bir şeyin varlığını bilmek başkadır, mahiyetini bilmek başkadır. Bazı şeyler var ki, varlığını biliriz, fakat mahiyetini bilmeyiz.
Hem herbir şeyin kendine has isbat delilleri vardır. Meselâ kimyaya ait inceleme ve isbatlar, laboratuvarda yapıldığı gibi, sosyolojiye ait meselelerin isbatını da kimya metotlarıyla isteyen adam cehlini ilan eder. Öyle de: İstidlalata dayanan mücerred mefhumlar dahi mahsusat âleminde (yani yalnız beş duygu dairesinde) maddi ölçülerle ölçülmez ve anlaşılmaz.
Hem bazı meseleler de var ki, o meselelerin mütehassısı olmayanlar bilemez. Zamanımızda âdiyat haline gelmiş ve mahiyetlerine dikkat edilmediğinden ülfetle basit zannedilen öyle fennî keşfiyatlar var ki; bunlar üç-beş asır önceki insanlara söylenebilse idi, kabul etmeleri imkânsız olurdu. Meselâ: Televizyonla görünen resimlerin ve işitilen seslerin hakikatları, oturduğumuz odanın içinde ve atmosfer sahasında varken ve bu ses ve suretlerin hakikatları, kulağımızın içinde ve gözümüzün önünde bulunurken, onları ne görebiliriz ve ne de işitebiliriz. Eğer verici istasyonlar olup, ta alıcı cihazlar olmasaydı, havada bulunan bu ses ve suret dalgalarının varlığını bu zamanda dahi bazı kimseler akıllarına sığdıramaz ve kabul edemezlerdi. Demek görmediğim şeye inanmam diyen adam ancak cehlini ilan eder. Hem mühim bir kaidedir ki, adem ve nefiy isbat edilemez. Çünki yokluğun vücudu yoktur ki, olduğu yerde gösterilsin. Hem yokluğun eseri de yoktur ki, eserinden kendisinin varlığına istidlal edilsin. O halde inkâra dayanan iddialar, çok kere hayalî ve delilsiz iddialardır.
Risale-i Nur’un mahkeme safahatında bir müddeinin iddiasına Hz. Üstadın verdiği şu cevab bu meselemizde de bir ölçü olarak nazara alınmalı. Şöyle ki:
“İddiacı demiş: Bütün tevilleri yanlıştır ve o rivayetler, ya mevzu’ veya zaîftir.
Biz dahi deriz: Tevil demek, yani bu mana bu hadîsten murad olmak mümkündür, muhtemeldir demektir. Mantıkça o mananın imkânını reddetmek ise, muhaliyetini isbat etmek ile olur. Halbuki o mana göz ile göründüğü ve tahakkuk ettiği gibi, hadîsin mana-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferd olması bilmüşahede mu’cizane bir lem’a-yı ihbar-ı gaybîyi, bu asrın gözüne gösterdiğinden, hiç bir cihetle kabil-i inkâr ve itiraz olamaz. Hem o “bütün rivayetler, mevzudur veya zaîftir” iddiacının demesi üç vecihle yanlış olduğu, cedvelde isbat edilmiş.” Ş:400
Bu kısımdan anlaşılıyor ki, nefye ait olan bazı iddialar, makuliyete ve delillere dayanmadığından isbat yolu bulunmaz. Ancak iddiada nefyedilen mesele muhal olması halinde reddedilebilir diye nazara verilen kaide ehemmiyetlidir.
Keza, İslamî anlayıştan uzak olanların sözleri dinde muteber olmaz:
Evet, “Şu küffar denilen bu nevi hayvanatın, hakkı inkâr edip nefyetmekte ittifakları kuvvetsizdir. Evet küfür, çendan isbat suretinde de olsa; nefiydir, inkârdır, cehildir, ademdir. Binler ehl-i nefiy ve inkârın iki ehl-i isbata karşı sözleri bâtıldır, sukut eder.
Meselâ: Bütün bir şehrin ahalisi, ramazan ayına bakıyorlar. Binler insan, yok diye nefiy ve inkâr etseler, iki adam da isbat edip şehadet etse, bütün inkâr edenlerin sözleri hiçe iner. Acaba kâr-ı akıl mıdır ki; sen desen: “Bu kadar binlerle insanların tevatürlerini kabul ederim, o iki adamın şehadetlerini reddederim.”
Aynen bunun gibi, biri çıksa dese: “Koca Avrupa’nın bu kadar hükeması şu hakikat-ı imaniyeyi inkâr ediyorlar. Bizim iki hocamızın sözü nasıl tercih ediliyor?”
Ey bîçare nâdan! Mes’ele hiç öyle değil. Bu söze hiç hakkın yok. Belki bu mes’ele, hiç ehil olmadıkları mes’elelerde nâ-ehil birkaç fuzulînin hadsiz ehl-i ihtisasa karşı söz söylemesidir.” Ni:100
Mezkûr izahatın en ehemmiyetli noktası şudur ki, inkâr yokluğa dayanır, isbat ise varlığa dayanır.
Naklî delil ile beraber delil-i aklînin lüzumu da vardır:
“Yani dünyanın ikinci tamiriyle haşrin vukuudur. Evet tevhid ve nübüvvetin isbatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünki devir lâzım gelir. Evet Kur’an ve hadîsten ibaret olan naklî delillerin sıhhatı, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için Kur’an-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile isbat etmiştir. Amma haşir mes’elesinin hem aklî hem naklî deliller ile isbatı sahihtir.
Delil-i aklî ile isbatı, وَ بِاْلآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ âyet-i kerimesinin bahsinde beyan edilmiştir. Hülâsası: Vücudlarında şek... ve şübhe olmayan nizam, rahmet ve nimet, ancak ve ancak haşrin gelmesiyle ve ikinci bir hayatın tahakkuku ile nizam, rahmet, nimet olabilirler. Eğer haşir gelmezse ve ikinci bir hayat tahakkuk etmezse, bunları esma-ül ezdaddan addetmek lâzım gelir.” İ:144
İsbat-ı müddeayı delile dayandırmak:
“Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vakta ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz... Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.” Mu 36
Hz. Üstad diyor: “Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belig-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olmaları da şarttır.
Yaşasın Şeriat-ı Garra!.. Yaşasın adalet-i İlahî!.. Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas ordular!..Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cem’iyet-i ahrar ve Nur Talebeleri! Said Nursî ” D:81
Bu dersi indirmek için tıklayınız.