بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
İTAAT
Kelimenin kökü Arapçada (ع و ط ) tav’dır. Lugat manası ise baş eğme, emri dinlemektir.
İstemeyerek yapılan itaat meselesi:
“Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik İmam-ı Ali’nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccal’ın cebr u ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.” Ş:585
Ulü-l emre itaat meselesinde en ehemmiyetli bir şart:
“Evet Kur’an-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başda benzememek için ona dair âyet olduğu gibi, يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اَطِيعُوا اللّهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَ اُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ âyeti, ulü-l emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatına zıd olmamak şartıyla, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu mes’elede; an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’an ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan münzevi, dünyayı terketmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır. Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garib, fakir, münzevi, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuzbeş seneden beri dünyayı terkeden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyyen şekk ve şübhe bırakmadı ki; komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müdhiş bir sû’-i kasd eseri olduğu gibi, İslâmiyet’e ve vatana hizmete niyet eden ve müdhiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar meb’uslar ve Demokratlara dahi büyük bir sû’-i kasddır. Dindar meb’uslar dikkat etsinler. Bu dehşetli sû’-i kasda karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.” Em:166
“İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, -hamal ve gafil ve safdil olduklarından- bazı particiler onları iğfal ile vilayat-ı şarkıyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
“İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevkeden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz...” D:15
“Beşinci Hatvesi: Der: İrade-i hilafet, siyasetimin lehinde çıktı.
Şu veseveseye karşı deriz: Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhde ettiği emanet-i hilafetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâm’ın maslahatını takib eder. Aklı ise, şûra-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti, müsellah ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahatta muhitten merkeze nazar edip, İslâm için faide-i uzmayı tercih etmektir. Yoksa aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâm’ı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da hanedan-ı saltanata taarruz vaktinde feda eder gibi hod-endişane fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da yalnız ism-i hilafeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattır.” İslam Prensipleri Ansiklopedisi Bediüzzaman maddesi 376.parağraf
Allah’a itaatın en üstünü olan namaz hakkında bir sual:
“يُصَلُّونَ kelimesine bedel, itnablı يُقِيمُونَ الصَّلَوةَ nin zikrinde ne hikmet vardır?
C- Namazda lâzım olan ta’dil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ikamenin manalarını müraat etmeye işarettir.
Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.
Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.” İ:43
Şeriat-ı hilkate itaat:
“Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san’atta intişar ve tedahül ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal.. elhasıl, fena fi-s san’at olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. Bu sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebr ve ta’nif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, Dâr-ül fünun gibi çok devaire tebdil ve tertib etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksim-ül a’male tatbik edilsin.” Mu:53
Bu dersi indirmek için tıklayınız.