بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TEBLİĞ VE NEŞİR VAZİFESİ ESASI – 2

 

RİSALE-İ NUR’U AÇIK ŞEKİLDE NAZARA VERMENİN EHEMMİYETİ

Risale-i Nur’u nazara vermeden veya metinlerini aynen yazmadan yalnız Risale-i Nurdan anlaşılan mânâyı neşr ve telkin etmenin caiz olup olmadığını aşağıda derc edilen bahislerden anlamaya çalışacağız.

Çünkü çeşitli neşriyat sahasında görülen bazı konuşma ve yazılardan dolayı bu ehemmiyetli meseleye dair bir tesbit ve araştırma ihtiyacı vardır.

Şer cereyanına karşı Risale-i Nur cereyanını izhar etmek gerektir.

Bu asırda Süfyaniyet cereyanı karşısında müceddidiyet cereyanını tanıtıp ona dehalet edilmesini sağlamak ve şahs-ı manevînin teşekkülüne çalışmak elzemdir. Risale-i Nur  ve Nurculuk hareketi âlenî tanıtılıp nazara verilmezse böyle bir şahs-ı manevînin teşekkülüne yardım edilmemiş olur.

Hazret-i Üstad diyor ki:

28- «Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek..» (Lem’alar sh: 151)  şarttır.

29- «Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 110)

Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilip tanıtılmazsa avam taifesi Nur dairesine nasıl girecek ve asrın tehlikesinden nasıl kurtulacak?

30- Evet «Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)

İhlâs ile dine hizmet etmek isteyen, şahsî ve ferdî hizmete bedel Nur hizmetine katılmalı.

31- «Risale-i Nur’un hizmetine iltihak etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşıdaki ittifak etmiş dalâletlere karşı dayanacak. Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)

32- «Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar verir, zendekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

İşte böyle gayet ehemmiyetli hikmetler içindir ki, imha plânıyla verildikleri Afyon ağır ceza mahkemesinde muhakeme edilen kahraman Nurcular, resmen ve alenî olarak Risale-i Nuru ve Nur'un şakirdleri olduklarını haykırarak ilân etmişlerdir. Ezcümle, kahraman Zübeyr Gündüzalp ağabey mahkeme müdafaasında Nurculuğunu şöyle ilân ediyor:

33- «Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur’un bana verdiği fazilet dersleriyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilâkis iftiharla bilâperva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği icab ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur. » (Şualar sh: 544)

Bu müdafaaların tamamını görmek isteyenler, 14. Şuaın son kısmına bakabilirler ve o dehşetli şartlar içinde yapılan alenî ve resmî ilânatları ibretle görürler.

Hatta Bediüzzaman Hazretleri böyle bozuk cemiyetlerde müstakîm bir tarikat cemaatına mensub, bilgisiz fakat samimi bir şahıs, cemaata bağlı olmayan muhakkik bir alimden daha çok kendini muhafaza edebileceğini anlatırken diyor ki:

34- «Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zendekaya giremez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.» (Mektubat sh: 445)

Demek oluyor ki; Risale-i Nur’u ve cereyanını tanıtmadan ve ismini söylemeden onu okuyup kişinin kendi anlayışı ve anlatışı ile mânâsını söylemek veya neşretmek ve böylece ferdî hizmeti tercih etmek isabetli olmaz. Kişi bir görünür, sonra söner kaybolur.

Risale-i Nur, sırr-ı ihlasdan gelen bir makbuliyet cihetiyle hüsn-ü te’sire liyakat kazandığından ta’lim ve irşadında ikram-ı İlahiyeye mazhariyet görülüyor. Bilhassa bu asırda gayet ehemmiyetli olan bu hususiyeti nazara veren Hazret-i Üstad diyor ki:

35- «Şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve herkese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şerait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî birşeye âlet edilmediğini bilmekle kat’î kanaat gelebilir... 

...Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı meâlinde milyonlar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr sırra binaen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.

Evet, küfr-ü mutlaka karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, meydandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı azîmden ileri geliyor.

Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli musîbetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına... Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip ettikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acib mânevî kuvveti kaybedecektim. İşte bu kuvvetin bir acib nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imaniyeye dair bir kitabını birisi okumuş. Risale-i Nur’un da bir sayfasını okumuş. Risale-i Nur’un bir sayfasıyla daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 106)

Mezkûr ifadede nazara verilen ve meselemizle de çok alâkalı ve dikkat çekici şu nokta ki: Risale-i Nurun bahsettiği hakikatları pek çok âlimler beliğane anlattıkları halde te’sirde geridirler. Çünkü makbuliyet için bu zamanda maddî-manevî, dünyevî-uhrevî ve meşru hiçbir menfaatı takib etmemek halisiyeti ve yapılacak hizmeti sadece emredildiği için yapmakla o a’zamî ihlasın kazanılması gerekiyor. Halbuki bu fitne asrında, feragatı istenen meşru ve uhrevî menfaatlerin terk edilmesi şöyle dursun, ihlası kıran şöhret ve teveccüh-ü ammeyi kazanma hissi ve temayülleri, maddî menfaat elde etme hırsı, adavet, hased, tarafgirlik gibi hallerin istilası içinde mezkûr mânâda sırr-ı ihlasa mazhariyet ve  hüsn-ü tesire liyakat kazanmak imkânı çok müşkül görülüyor.

Şu halde Risale-i Nur’u gizleyerek kendi namına  irşada çalışan, Allah’ın ihsanı olan manevî te’sirden mahrum kalır.

Hazret-i Üstad’ın aynı hakikatı te’yid eden bazı ifadeleri de şöyledir:

36- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)

Bu beyan ve irşadın çok dikkate şayan bir ciheti şudur ki, aynı ders verildiği halde te’sirde, ihlas  veya ihlassızlık sebebleriyle  neticesi değişik oluyor. Bundan sonra gelecek parçalara da bakılırsa, Risale-i Nur düsturlarına uymanın vesilesiyle mazhar olunan halisiyet ve müessiriyetin varlığı açıkça anlaşılır. Şöyle ki:

37- «Madem çok sevab istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın. Çünkü, meselâ sen “Elhamdü lillâh” dedin. Bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş‑ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez.» (Lem’alar sh: 152)

38- «Hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.» (Lem’alar sh: 150)

39- «Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir. Evet, bazan birtek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan birtek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.» (Lem’alar sh: 152)

40- «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli ibtal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise safvetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki,  وَاجْعَلْ ل۪ى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلاٰخِر۪ينَۙ buna işarettir.» (Barla Lâhikası sh: 78)

41- «Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. » (Şualar sh: 289)

42- «Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksad takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet verdikleri keşif ve kerâmât-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)

43- «Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın istedikleri nurânî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa –hem lüzum var– kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enâniyet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddüdlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 74)

44- «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve ziyade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 201)

45- «Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan “mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 244)

46- «Nasıl ki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dünyevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yapmaktan sırr-ı ihlâs şiddetle beni men ettiği gibi; öyle de, Kendi şahsımın istirahatine ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cidden çekiniyorum. Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa muhalif olmasından, kat’iyen haber veriyorum ki, târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul ettikleri ruhânî, cinnî hüddamlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul etmemeye kendimi mecbur biliyorum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva baklavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp kabul etmemek ve uhrevî, bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette yememek için, nefsim de kalbim gibi kabul etmemeye rıza gösteriyor. Fakat kast ve niyetimiz olmadan, inayet cihetinde gelen bereket gibi ikrâmât-ı Rahmâniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet olduğundan, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla ruhumla kabul ederim. Her neyse, bu mesele bu kadar kâfi.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 12)

47- «Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor. “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. » (Emirdağ Lâhikası-II sh: 246)

48- «Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet ve zaferinin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli tesiratın sırrı, kendisinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yalnız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî hediyelerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlâs Risalesinin başına, “Lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koymasından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” kitabında, “Risale‑i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edilemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” demiştir.

İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâli (R.A.) gibi en meşhur İslâm hükemalarının eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:

Risale-i Nur’dan okuduğum bir sayfanın bana verdiği istifade, diğer eserlerin on sayfasından daha fazladır.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 699)

49- «Said Nursî, Kur’ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mânevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.» (Sözler sh: 758)

50- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.

Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 75)

51- «Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 80)

Yukarıda kısmen nakledilen beyan ve derslerde görüldüğü üzere hakikatların neşir ve tebliğinde meslek hâlisiyeti ve a’zamî fedakârlık ve maddî-manevî herşeyden feragat etmek gibi makbuliyet ve te’sir şartları da lazım geliyor. Çünkü liyakatın derecesine göre te’siri ihsan eden Allah’tır. Şu halde hakaik-i Kur’âniyenin tereşşühatı olan Risale-i Nurdaki dersleri kendi namına anlatan ve neşreden ve böylece kendini, bu Kur’anî ve ulvî hakikatların sahibi ve mazharı olduğunu gösteren kişinin ihlâs yolundan yürüdüğü nasıl kabul edilir? Allah’ın inayetine ne suretle layık olunur? Hem bu yoldaki muvaffakiyetin istidracî bir ceza olmasından korkulmaz mı? İşte bu vartaya dikkat çeken Hazret-i Üstad diyor ki:

52- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 149)

download
Yukarı Çık